Bu yazı https://www.lacivertdergi.com/dosya/2024/06/26/insan-nicin-sahit-arar sayfasından alıntılanmıştır.
Bunca bilinme, görünme ihtimaline karşılık insanların yaşadıkları büyük memnuniyetsizlik ve hayal kırıklıklarının (intiharlar) en önemli nedeni ifşanın -insanı göstermek ve ona şahit bulmak yerine- “özneyi örtmek” şeklinde bir neticeyle amacı yok etmiş olmasıdır.
İslam düşünce gelenekleri dahilinde insan hakkında çağdaş dünyada anlamını koruyabilen tespit ve yorumları tasavvuf literatüründe, yüzlerce yıllık birikimle yoğrulan sufilerin zihin terbiyesi ile yetkinleşme-ahlak arasında tesis ettikleri tecrübelerinden ortaya çıkar. Zaman ve mekanın değişimi karşısında hangi düşünce sabit kalabilir ki? Lakin tasavvuf eserlerinde dile getirilen insana dair tespitler ciddi ölçüde değerini korur, insanlar hemen bütün dönemlerde bu mirasa bakmaya devam ederler. Üstelik söz konusu değerlendirme ve tespitler modern anlamıyla bilimsel araştırmalar, insan ve toplum üzerindeki çalışmalara dayalı da değildir. Galiba işin en dikkate değer yanı da burasıdır. Söz konusu tespitlerin hali hazırda dahi dikkate değer bakış açısı sunabilmesinin nedeni, dayanağının insan benliği üzerindeki evvelemirde kişisel sayılabilecek birtakım ciddi gözlemlerden besleniyor olmasıdır.
Bir sufinin öteki insanlar için en dikkate değer yönü bütün dikkatini kendine odaklayarak aradığını kendinde bulabilmeye dair duyduğu kesin inançtır. Bununla birlikte bir sufi öteki insanları ‘yargılama’ ihtimaline karşı gözünü dışa karşı yummayı ahlaki bir ilke olarak görür. Grek kökeninde ‘mistisizm’ kelimesi için ileri sürülen ‘gözleri yummak’ veya tasavvuf hakkında dile gelen ‘sırrilik’ biraz bu gözleri dışa kapatmakla ilgilidir: Dışa gözleri kapatarak hakikati ve insanlığı kendi gönlünde temaşa etme iradesidir tasavvufu ‘tasavvuf’ kılan ana ilke. Bunu bir tür ‘ümmilik’ şeklinde düşünmek mümkündür.
Daha ilginç olan ise şudur: Herhangi bir insanın ciddiyetle ve özenle kendi üzerinde elde ettiği gözlemler, öteki insanları içerecek şekilde hakiki yorumlar ortaya çıkartır. Öteki insanları ‘gözlemleme’ yoluyla tanıma ihtiyacı hissetmeksizin sadece kendini tanımanın öteki insanları tanımanın zemini haline gelebilmiş olmasıdır. İnsanın ‘düşünen canlı’ olmasının imkân verdiği iştirake denk bir iştirak söz konusudur burada. Her insan bir ‘cihannüma’ yani öteki insanları gösteren bir ayna haline gelerek bütün hakkında konuşmanın vasatı olabilmektedir. Bu itibarla insan nefsinin hareket tarzı, kendini bilme ve kendi hayatını anlamlandırma araçları zaman ve mekân şartları değiştikçe sabit kalabilir.
Var olma arzusuyla yok olma korkusu bir arada
Tasavvuf literatüründe insan hakkında dile getirilen tespitler, esas itibarıyla olumlu fakat trajik bir mahiyet arz eder. Olumludur çünkü insan varlığın anlamı, lemin gözü, bütün varlıklar için bir ilke, âlemin varlık nedenidir. Tasavvuf insan hakkında her ne derse desin bu temel ilkelerin ötesine gitmez.
Fakat öte yandan insan trajik kaderi üstlenmiş varlık, daha doğrusu yaşamı bir trajedi olabilen varlıktır. Bunun temel nedeni, büyük bir değeri ve anlamı haiz olmakla birlikte, yaşama ve var olma arzusuyla birlikte yok olma korkusunu aynı anda idrak ediyor olmasıdır. Yaşama arzusu ile varlığını
yitirme korkusunu aynı anda yaşamak, insanın imkânlarını ve sınırlarını bize gösterir.
İnsan hakkında bilmemiz gereken temel ilke insanın varlığı hakkındaki sevgisi ve var oluşuna olan düşkünlüğüdür. Varlığımıza olan düşkünlüğümüz ilahi bir tecelli gibi yaşamanın hem kurucu nedeni hem hareketlerimizin ilkesidir. Kadim düşünürlerin “varoluş aşktan meydana gelir” diye beyan ettikleri düşünceleri meselenin bir yanını beyan ederken bu aşkın önünde aşılmaz bir set çeken varlığını kaybetme veya var oluşunu gerçekleştirememe (engellenme endişesi) korkusu insanın öteki tarafını anlatıyor. Günlük dilde sıkça ortaya çıkan ‘ama’ edatıyla yaşanan bölünmeler bu ikiliğin bir tezahürüdür. Vakıa yaşamak, derin bir aşk ile bu aşkı amansızca baskılayan bir dürtü olarak korkunun iç içe geçmiş halinde idrak edilir. Aşk insanı sınırsız ve sonsuz bir harekete yönlendirirken korku durağanlığa çeker, onu durdurur, heyecanını öldürür ve insanı kararsız kılar.
Aslında ‘ifşa etmek’ arzusu -ki buna arzudan daha çok mecburiyet ve ihtiyacı demek gerekir- tam olarak burada ortaya çıkar: Aşk ile korku arasındaki gerilimde içine düştüğümüz açmazı ifşa ederek, varlığımıza ve eylemlerimize şahit ikame etmek yoluyla aşmanın yolunu ararız. Bunu kelimenin gerçek anlamıyla bir tür ‘şahit bulma’ mecburiyeti gibi düşünmek mümkündür. Haklı olduğunu ispatlamak isteyen ve bunun için yeminler eden, kuşkuları gidermek üzere sürekli delil getiren, bazen ise şahitlerin yardımına ihtiyaç duyan çaresiz bir insan gibi varlığı hakkında tereddüt yaşayan insanın başvurduğu en etkin yoldur ifşa arzusu!
Var olmakla ifşa arasındaki zaruret bağı Modern dünya ifşanın başlı başına bir kültür, hatta yaşama tarzı haline geldiği bir çağ olarak öteki çağlardan ayrışır. En azından bunun böyle olduğu hatta bazen ifşanın tamamen modern çağa mahsus olduğu birçok insan tarafından kabul edilir. Gerçekte insanlar bunu çağdaş dünyaya yönelik bir eleştiri, hatta en ciddi itham olarak dile getirirler. Bu tespitin tamamen haklı olduğunu düşünmek, var olmak ile ifşa etmek/şahit aramak arasındaki zaruret bağını hiç anlamamak demektir. İnsan için varlığı hakkındaki bilincin başladığı zaman ifşanın başladığı zamandır; ifşada değişen sadece araçlar, sadece yöntemler olabilir, ifşa etmenin kendisi insanın lazım-ı gayr-ı mufarığı (ayrılmaz özelliği) olarak kendisine daima eşlik eden bir ihtiyaçtır. Tasavvufun insan perspektifine dikkatle nazar edince, modern çağa dair bu tespitin yerinde olmayışı bir yana hakikati perdeleyen bir vaziyet arz ettiği söylenebilir. Hangi çağda ve hangi mekanda olursak olalım gerçekte insan için ifşa ve şahit bulmak zaruretinde bir değişiklik söz konusu değildir. Varlığının yokluk tarafından tehdit edildiğini vehmeden insan ifşa etmeye, bağırmaya ve kendini duyurmaya mecburdur. Üstelik ifşanın modern çağa mahsus olduğu hakkındaki iddiaların bir kısmında modern dünyaya haksızlık edilmiş olabilir.
Modern çağ kendine mahsus araç ve gereçlerin çoğalmasıyla ifşanın öznesinin ortadan kalktığı bir çağ olarak öteki çağlardan ayrışır. Başka bir anlatımla modern dünyada bu bahisteki yenilik, ifşa ve şahit bulmanın bir insanlık hali olarak ortaya çıkışı değil, bunun araç ve gereçlerinde yaşanan temelli değişimdir. O kadar ki yeni araç ve gereçler, insanın ‘kendini ifşa’ etmesine imkân veremeyecek derecede cazip, bizatihi kendini ifşa etmek isteyen araçlardır. Bu durumda modern çağ söz konusu araç ve gereçlerle bizzat kendini ifşa eden bir ‘özne’ gibi hareket etmeye başlayarak insanı daha da güvensiz, daha da yalnız bırakmaktadır.
Bu sayede insan kendini ifşa etmek yerine, ifşa ameliyesinde çağı ve onun değerlerini-ürünlerini teşhirin ötesine geçemez, şahit bulma amacına hizmet edemez, varoluşsal arzusuna katkı sağlayamaz. Belki tam aksine modern insan ifşa ederken kaybolur, ifşanın perdesinde varlığı silinir, ifşa ameliyesi özneyi örten bir perdelenmeye yol açar. Gerçekte modern çağın şahit olduğu şey tam olarak budur. Bunca bilinme, görünme ihtimaline karşılık insanların yaşadıkları büyük memnuniyetsizlik, hayal kırıklarının (intiharlar) en önemli nedeni ifşanın -insanı göstermek ve ona şahit bulmak yerine- “özneyi örtmek” şeklinde bir neticeyle amacı yok etmiş olmasıdır.
Peki, ifşanın amacı nedir?
Hangi derecede ve hangi şekilde olursa olsun ifşanın amacı insanın var oluşuna şahit bulma arzusudur. Gerçekte filozoflar varlığımız hakkındaki bilginin ‘bedihi’ (apaçık) olduğunu iddia etmiş olsalar bile, varlığımızın görünme kabiliyeti ve kendimize yönelik tehditleri bertaraf etme ihtiyacımız bizi mutlaka şahit aramaya icbar eder. Gerçekte hiçbir insan varlığının tam olarak gerçekleştiğine ve bunu gerçekleştirebilecek kabiliyet ve donanıma sahip olduğuna inanmaz. Yetersizlik hissi insanı şahit aramaya, var oluşunu tahkim edebilecek deliller bulmaya icbar eder. Bu bir tercih veya başvurulan iradi bir yol değildir; yetersizlik ile var olma arzusu arasındaki gerilim ölçüsünde mutlaka başvurulan bir ihtiyaçtır.
Varlığımıza tanıklık edecek şahidin hemcinsimiz hatta bize denk bir insanın olması gerekir. Kadim filozofların dediği gibi ‘bir’i bir bilir’ ve ‘insanı insan tanır.’ Bu durumda ifşanın istikameti ve amacı ortaya çıkar: Hemcinslerin yani şahitlerin dikkatlerini çektiğimiz ölçüde varlığımıza daha doğru bir
anlatımla var olma yeterliliğimize inanacağız, yokluğun varlığımızı çelmesine karşı daha çok direnme imkânı bulacağız. Varlık ile yokluk arasında salınırken bize lazım olan şahit veya şahitlerken şahidin dikkatini çekmek için türlü halleri ifşa etmeye mecburuz. Gerçekte insan davranışlarının
temelindeki çelişki varlığımıza dair taşıdığımız bu sevgiyle, yokluğun tezahürlerini görmekle ortaya çıkan korkular, korkuların yol açtığı yetersizliklerdir. Belki sadece birini yaşasak işimiz daha kolay olabilirdi!
İnsan korku ile arzuyu iç içe yaşamanın yol açtığı gerginlikle varlığını idrak eder. Var olma sevdasından vazgeçme ihtimalimiz yoktur. Aristoteles’in dile getirdiği üzere, gözümüz görmek üzere hareket eder, kulağımız işitmek üzere cebri bir şekilde hareket eder. Bu durum gerçekte kuvvenin fiile çıkma arzusundaki gibi kendiliğinden gerçekleşen bir harekettir. Kadim düşünürlerin ‘aşktan her şey var olur’ cümlesi bu demektir. Her şey aşktan hareket eder veya var olur, kuvve halinden fiile intikal etmesi demektir.
Yetersizlikle malul var oluş sevdası
Bu bakımdan meselenin bu kısmı yani aşkın bir ilke oluşu içimizdeki hareketin sevgiden kaynaklanmasını temin eder. Bu aşk yani harekete
ve var olmaya duyduğumuz aşk üzerindeki engel ise yokluğun yol açtığı korkulardır. Yetersizlik ise buradan kaynaklanıyor. Yetersizlikle
malul var oluş sevdası bizi öteki insanların yardımına icbar ediyor. Buna kifayetsiz muhterisin halleri demek mümkündür.
Hal böyle ise ifşa etmenin kendisinde bir sorun olmamalıdır, en azından ahlak düşüncesinde veya din gibi insan hakkında nazariye sahibi disiplinlerde ifşa etmek ve şahit bulmak sorun teşkil etmemelidir. Hâlbuki hem kadim ahlak teorileri hem din ‘ifşa’ yoluyla şahit aramayı kınamış, bunu insan için çıkmaz yol kabul etmiştir. Bu neden böyledir? Bunun iki temel nedeni akla geliyor: Birincisi yetersizlik hakkındaki hissiyattır. Bu yetersizlik olgusal olarak doğrudur; yani herhangi bir insanın kendi varlığını idame ettirmesi, sürekli bir var oluşla var olmasını temin etmesi mümkün değildir. Arzumuz kadar gücümüz yoktur ve olmayacaktır.
Fakat bu durum başka yetersiz varlıklardan yardım alma yoluna bizi icbar ettiğinde, ahlaki bir soruna yol açıyor. Ben yetersizsem şahitler de yetersiz kalacaktır. Öyleyse ifşanın bir gerekçesi olsa bile neticesi olmayacaktır. İkinci neden ise dinin hakikatle ilgili düşüncesidir. Bu kısmı dinden kaynaklanıyor diye düşünmek gerekir, ahlaka izafe etmek doğru olmayabilir. Din netice itibarıyla insanın var oluşunun yokluğa baskın geleceğini söyler. Bunu hayatın ölümü, varlığın yokluğu, nurun karanlığı yenmesi diye ifade edebiliriz. Bunun böyle olmasının nedeni ise bizzat Tanrı’nın rahmet ve varlığın kaynağı olmasıdır. Hal böyle olunca insanın yetersiz varlıklardan şahit aramasına gerek yoktur. ‘Hak gelir, batıl gider.’