Prof.Dr. Hilmi ÖZDEN[i]
GİRİŞ
Türk gençlerinin mutlaka okuması gereken belgesel bir eseri bu yazımda tanıtmak istiyorum. Bu eserler ister edebî roman yahut hikâye türünde olsunlar isterse belgesel tarih kitapları olsun her milletin ebediyen ayakta durabilmesi için okunması ve bilinmesi gereklidir. Çünkü millî tarih şuuru/bilinci ancak bu şekilde kazanılabilinir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tarihini bilmeyen milletler, yok olmaya mahkûmdur!” ve “Millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır” 1923 (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, II, S. 143) sözleri millî şuurun hayati önemini bizlere öğütlemektedir. Türk Milletinin bağımsızlığında şüphesiz onun köklerinden getirdiği özgürlük mücadelesinin emanetleri vardır. Bunların başında şüphesiz kılıç (Silah) gelmektedir. Harbiyeli genç subayların kılıç merasimleri de Mete Han’dan bugüne Hun Türklerinden Anadolu Türklerine uzanan M. Ö. 209 yılının öncesi ve sonrasından bir Oğuz geleneğinin ifadesidir. Türkler tarihte ilk defa demire su vererek kırılmaz kılıçların demircileri/mucidi olmuşlardır.
Resuller Resulü Hz. Muhammed Mustafa(O’na, Ashab-ı Güzine ve Ehl-i Beytine selam olsun) “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurmuştur. Şüphesiz Cennetin müjdesi doğruluk üzerine savaşan askerlere ve insanlara bahşedilmiş bir ilahî lütuftur. Aynı zamanda bir ülkenin hür ve mesut olması için onun ordusunun ve silahlarının güçlü olması gerektiği de vurgulanmaktadır. Türk’ün tarihinde görülen ok, yay, kılıç ve birçok savaş aracı ona özgürlüğün vazgeçilmez kanatları olmuştur. Atı ilk kez evcilleştirmiş yedi kıtayı dolaşmıştır. At Türk’ün kanadı olmuştur. Millî Mücadelede de süvarilerimiz yalın kılıç düşman hatlarının gerisine dalarak yıldırımlar, tufanlar oluşturmuştur. Onlar atları ve ellerinde kılıçları ile düşmana korku dosta güven vermişlerdir. Prof. Dr. Kemal Arı’nın “Üçüncü Kılıç, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin” isimli tamamen özgün kaynaklara dayanarak hazırladığı eser, ilkokuldan yüksek okulların kitaplıklarına, kütüphanelerine kadar bulundurulmalı ve TV dizileri hazırlanmalıdır.
ÜÇÜNCÜ KILIÇ, İZMİR’İN KURTULUŞU VE YÜZBAŞI ŞERAFETTİN
YENMEYEN TAVUK
Sakarya Savaşı günlerindeydi. Yoğun, boğaz boğaza çarpışmalar sürüyordu. Gazipaşa ve diğer Paşalar Duatepe’de bir çadırda akşam yemeği için toplanmışlardı. Zor günlerdi. Top sesleri Ankara’dan duyuluyor; kimi milletvekilleri, hükümet merkezini daha güvenli bir yere, örneğin, Sivas’a ya da Kayseri’ye taşımayı dillendiriyorlardı. Fevzi Paşa böyle anlardan birinde, cepheden, üstü başı toz toprak içinde meclise gelmiş, savaş hakkında bilgiler vermiş, milletvekillerini güçlükle yatıştırabilmişti. Türk ulusal varlığı tehlike altındaydı. Yok oluş, adeta kapının ağzında sinsi sinsi gülümsüyordu. Ordu darmadağın bir haldeydi. Zayıf bir ışık altında, Paşalar yemek yemek için yer sofrasına sıkışmış gibiydiler. Cılız bir tavuk orta yerde duruyordu. Onca insan bu küçücük tavukla karınlarını doyurmaya hazırlanıyordu. Kimse başkomutan yemeğe katılmadan uzanıp yemeğe cesaret edemiyordu. Mustafa Kemal Paşa yemeğe uzanmadan önce başını kaldırdı ve askere yemek olarak ne verildiğini sordu. Paşalardan biri; savaş halinde askere sıcak yemek verilemediğini, bir iki terk edilmiş köyden, ambarlardan buğday ve mısır bulunduğunu, kavrularak bunun avuçlar halinde cephedeki askere dağıtıldığını söyledi. Bunu duyunca Mustafa Kemal Paşa’nın gözünden, bir damla yaş süzüldü ve eli yemeye dokunmadan sofranın başından kalktı. O akşam, o sofrada hiç kimse o tavuktan yiyememişti (39-40).
Türlü çarpışmalardan, sayısız insan ve büyük oranda mal kayıplarından sonra düşman, Sakarya nehrinin doğusunda güçlükle durdurulabilmiş; ardından Mustafa Kemal Paşa’nın komutasındaki Türk ordusuna son bir çabayla düşman Sakarya Nehri’nin batısına atılabilmişti. Bu savaşta göğüs göğüse muharebeler olmuş; çok sayıda subay yitirilmişti. Cepheler darmadağınıktı. Kim nerede, hangi noktada, anlama olanağı yoktu. Türkler dişini tırnaklarına takmış, olanca güçleriyle savaşıyorlardı. Artık bu cepheden başka geride durabilecekleri bir cephe yoktu. Bu bölgenin çökmesi demek, Anadolu’nun düşmesi demekti. Bu aşamada, Mustafa Kemal Paşa; O çok bilinen tarihi emrini dile getirmiş: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O Satıh bütün vatandır!” demişti(40).
VE ÜÇÜNCÜ KILIÇ
Bozkırların, yaz günleri olsa da, çehresi sert, soğuğu keskindi. Bozkır, Ağustos ayında dahi geceleri Ayaz kesiyordu. Türlü zorluklara karşın, Türkler bozkırın ortasında verdikleri bu büyük savunma savaşından başarıyla çıkmasını başarmışlardı. Düşmanı menzilinden uzaklaştırdıktan sonra, o sert Bozkır coğrafyasında bir yenilgiye ardından da uygun bir çekiliş çizgisine kadar itmişlerdi. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım Paşa(Gündüz), Türk ulusunun girdiği bu büyük özverili savaşımı yeni bir Ergenekon olarak nitelemekteydi.(Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul, 1973, sayfa 55- 56). Ergenekon’da nasıl ki dağlar arasında sıkışmış kalmış bir ulusu; bir kurt, rehberlik ederek aydınlığa çıkarmışsa; bu savaşlarda da Mustafa Kemal Paşa, ulusuna önderlik ederek, onu tutsaklıktan kurtarmıştı. Sanki Türk ulusunun ortak belleğindeki bir tarihsel mitoloji bu büyük savaşla gerçekleşiyor gibiydi. Bu cumhuriyetin erken dönemlerinde, pek çok yazarın, ozan’ın diline ve bestelerine yansımış bir benzetmeydi. Pek çok yazar ve ozan, Mustafa Kemal Paşa’yı ulusunu aydınlığa çıkaran bir Bozkurt’a benzetiyordu. Kuşadası’nı İtalyan işgaline karşı savunan ulusal kahramanlardan birisi olan Mahmut Esat Bey Ankara döneminin Adalet bakanlarındandı. O Sakarya Savaşı günlerine ilişkin yazdığı bir yazısında şunları diyordu: “Türk ordusu, düşman baskınlarıyla Altıntaş önlerinden Sakaryalara kadar çekildi. Yine birçok belde, düşman istilası altında kaldı. Top sesleri, Ankara’da meclis binasını sarsıyordu. Ben oradaydım. Azmin, sağduyu’nun yüksekliğini düşününüz ki bu ulusal zorluklar içinde meclis önünde bando durmadan çalıyor. “Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın / Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın”. Bando tınılarını gittikçe yükseltiyor sanki bunları Tanrı’ya ulaştırmak istiyordu. Bandoların Hüzün verici nağmelerine karışan iniltiler, top sesleri, sanki ikinci Ergenekon çıkışımızın bestesi oluyor”.
Mahmut Esat Bey, milletvekili kimi arkadaşlarıyla Sakarya’da cephede savaşan askerleri görmeye de gitti. Sakarya’da bir Aralık çevresine Ali Naili Paşa’ya bağlı birliklerden birisi meraklı gözlerle sardı. Erlerinin birçoğu baş açık, yalın ayaktı. Pantolonları lime lime idi. Ceketleri yoktu. Üzerlerindeki silah ve cephane, bellerinden göğüslerine kadar, onlara elbise görevini görüyordu. Bunlarla hem bağımsızlığı koruyorlar hem de ısınıyorlardı. Arkadaşları Mahmut Esat Bey’den askerleri cesaretlendirecek bir iki söz söylemesini istediler. O, bir taş parçası üzerine çıkarak, askerlere karşı onları heyecana getirecek sözler söylemeye çalışıyordu; ancak askerin bu perişan görüntüsünden o denli etkilenmişti ki; üzerine çıktığı taştan inerken üzüntüsünden sendeliyordu (43) (Mahmut Esat Bozkurt, Türk İhtilalinde Vatan müdafaası, kaynak Yayınları, sayfa 133).
Zafer/Utku Türklerin olmuş; Yunan Ordusu, Sakarya Nehri’nin batısına atılabilmişti. Binlerce Şehit vardı. Ulus öz kaynaklarını neredeyse bitirme noktasına gelmiş; işgalin her türlü kötülüğü, çirkin çamurlar gibi ulusun duru bağrına serpilmek istenmişti. Bu büyük Zafer yurt içinde büyük bir coşkuyla karşılandı. Türk ulusunun ortak belleğinde sömürgecilerin yenileceği yönünde var olan İnanç, zaferle birlikte daha da güçlendi (43-44). Bayram Sevinci ve coşkusu yalnız Anadolu ile sınırlı kalmadı. Anadolu dışındaki Türk ve Müslüman topluluklar da Anadolu’daki bu büyük zaferi büyük bir sevinçle karşıladılar; Çünkü bütün ezilen dünya ulusları, bu arada Müslüman ve Türk dünyası, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Türklerin emperyalizm karşısındaki Zaferini ortak yazgılarının yenilmesi yönünde önemli bir başarı olarak görüyorlardı. Hint Müslümanlarından Muhammed İkbal gibi önemli İslam ozanları Mustafa Kemal Paşa’yı ve onun ordusunu, sömürgecilere karşı şahlanan bir kılıca benzetiyorlardı. Sakarya Savaşı’nın zor günlerinde Yunan Ordusu Ankara önlerine yanaştığında, Mustafa Kemal Paşa bütün İslam âlemine bir beyanname yayımlayarak; Bütün İslam yüreklerinin bir kalp halinde çarpması gerektiğinden söz ediyordu. Ardından yayımladığı başka bir beyannamede de İslam’ın her tarafta hezimete uğrayan sancaklarının Anadolu’da toplandığını belirtiyordu. Hindistan’ın (sonra Pakistan’ın) ünlü ozanı Muhammed İkbal bu beyannameleri Lahor’da Kurban Bayramı namazı için toplanmış olan 250.000 kişi önünde okudu. Ardından da etkili bir konuşma yaparak; “Dua edelim Kardeşler” diyordu. O bayrağın burçlardan kıyamete kadar düşmemesini diliyor ve dua ediyordu. Ona göre bu savaşta Mustafa Kemal Müslümanları Hıristiyanlara karşı savunuyor; Mustafa Kemal’in komutanı olduğu Türk ordusunu da İslam’ın son askerleri olarak nitelendiriyordu. Bu konuşma Hint Müslümanları üzerinde çok etkili oldu. Hindistan’ın her köşesinde şu haykırışlar duyuluyordu: “İslam tıpkı bir duvar gibidir herhangi bir tuğlasını yerinden oynatırsanız bütün duvar çöker. Mustafa Kemal’i destekleyin!”(45).
İşte, bu büyük Zafer, böyle bir Psikolojinin üzerine denk gelmişti. Büyük bir coşkunun yaşanması artık bu aşamada doğaldı. Bu yalnız Hindistan’da değil, çoğu yerde böyleydi. Hindistan’dan, İran’dan, Afganistan’dan ve Türk topluluklarından yığınla kutlama yazıları alınıyor; Büyük Millet Meclisine ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya heyetler ve mektuplar gönderilerek, bu büyük Zafer nedeniyle yaşanan coşku ve sevinç dile getiriliyordu (45) (Bilal N. Şimşir, Atatürk ile yazışmalar(1920-1923), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981.) Muhammed İkbal aynı zamanda Hindistan Müslüman birliğinin başkanıydı. Bu örgüt Ahmetabat’ta 30 Aralık 1921’de bir Kurultay yapmış; bu kurultayda bir karar tasarısı kabul edilmiş ve Türklerin Yunanlılara karşı kazandığı görkemli zaferlerden dolayı Mustafa Kemal Paşa tebrik edilmişti.(45). Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın İslam dünyasına büyük hizmetlerde bulunduğu ifade edildi. Kurultayda Hasret Mohani gibi konuşan kişiler, Trakya ve İzmir’in Türklere iade edilmesini istiyorlardı. Kimi Hint Müslüman liderleri de Atatürk’e Seyf’ül İslam (İslam’ın kılıcı) ünvanını vermişlerdi(46).
Aynı sevinç ve coşku, dost ve kardeş Buhara Cumhuriyeti tarafından da gösterilmişti. Buhara geçmiş zamanda Batı Türk elinde bir şehrin adıydı. Bir zamanlar burada bir Buhara Hanlığı kurulmuş, ama Rusların İstilası ile yıkılmıştı. 1917’deki Bolşevik devrimi üzerine Buharalılar fırsat geldi diye düşünüp bir Cumhuriyet kurmuşlardı (Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Üç Kılıç, Türk Kültürü, IV/37, s.85.). 6 Ekim 1920 tarihinde Buhara Cumhuriyeti kurulmuş oldu. İlk devlet Başkanları Osman Hoca (Kocaoğlu), Başbakan Feyzullah Hocaev ve Millî Eğitim Bakanı Abdurrauf Fıtrattı. Bunların hemen hemen tümü bir dönem İstanbul’da öğrenim görmüşlerdi. (Enver Behnan Şapolyo, a. g. e., s.86.).
Hatta Kurtuluş Savaşı günlerinde Buhara Cumhuriyeti henüz Kızılordu tarafından işgal edilmemişti. Kısmen özerk bir Türk devleti olarak varlığına sürdürüyordu. Buhara’dan bazı gönüllüler İngiliz destekli Yunan emperyalizmine karşı savaşmak için Anadolu’ya gelmiş ve Türklerin bağımsızlık savaşında gönüllü Savaşçılar olarak yerlerini almışlardı. O dönemin özgün bir özelliği olarak Buhara Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerin çok gelişmiş olduğu, tam bir güven duygusu içinde iki halkın birbirine destek verdiği görülmekteydi(46). Buhara Halk Cumhuriyeti Türkiye’de ulusun giriştiği bağımsızlık ve özgürlük savaşına sevecenlikle ve ilgiyle bakmış; yürekten bu savaşımı desteklemişti. Bu süreç içinde onlar İstanbul’da halife ve Sultan vardır diyerek ona çok fazla yanaşmamış ve İstanbul yerine Ankara hükümeti ile ilişkiler kurarak işbirliğine yönelmeyi tercih etmişlerdi. Ankara hükümeti bu coğrafyaya özel önem veriyordu. Bölgede ağırlıklı olarak Türkler yaşıyor ve ortak kültür bağlarından dolayı dayanışma olasılığının yüksek olduğu düşünülüyordu. Türkiye’deki oluşumlar ise Kafkaslarda ve Türkistan coğrafyasında ilgiyle izleniyordu. Bu coğrafyada da Osmanlı ülkesindeki yenilikçiler grubu gibi “Ceditçiler” bulunuyordu. Bu grubun önemli kısmı İstanbul’da eğitim görmüş; Türkçeyi arı duru konuşuyorlar, Batı dünyasını yakından biliyor ve tanıyorlardı. O yörenin aydınları da İngiliz emperyalizminden yakınıyor ve Türkiye’deki savaşımın niteliğini bu nedenle övgüyle karşılıyorlardı (47).
Türk halkları, ulusal savaşa gönülden destek veriyorlardı. İstanbul Üsküdar’da Sultantepe semtinde Özbekler Tekkesi adıyla bir Tekke oluşturmuşlar, bu tekkeyi İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve insan geçirmek için üs olarak kullanmışlardı. Anadolu’ya geçmek isteyen kişiler Bu tekkeye gidiyor ve Anadolu’ya geçirilmelerini istiyorlardı. İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un, Kurtuluş Savaşı’nın Halide Onbaşı olan Halide Edip Adıvar’ın, hatta Atatürk’ün yakın silah arkadaşı İsmet Paşa’nın bu tekke aracılığıyla Anadolu’ya geçtiği söyleniyordu. Yine tekke Anadolu’ya geçen kişilerle onların İstanbul’da kalan yakınları arasında iletişim kurabilecekleri bir ortamdı. O tarihlerde Anadolu’da Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türkler Emperyalist ve el koyucu dayatmalara karşı bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı veriyorlardı (Nejat Kaymaz, Türk Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel konumu ve niteliği, Belleten, XL/ 166(-1976), s. 599- 616). Sovyet Rusya, Azerbaycan ve Afganistan, Büyük Millet Meclisi hükümetini tanımışlardı. Bunların yanı sıra Buhara’da Türkiye’deki savaşımı kutsuyor, ona gönülden destek veriyordu. Öyle ki Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye savaş yıllarında para yardımı yapması gündeme geldiğinde, Buharalı önderlerin kimi duraksamaları ve kuşkuları ortadan kaldırmak için yoğun bir çaba harcadıkları görülüyordu (48-49).
Özellikle Sovyet önderlerinden Çiçeri’nin kafasındaki soru işaretlerinin kaldırılmasında onların büyük etkisi oldu. Buhara yeraltı kaynakları nedeniyle zengin bir ülkeydi ve ülkenin para sıkıntısı yoktu. Sovyetler Birliği’nin pek çok yerinde insanlar açlık çeker ve yokluk içinde kıvranırken, onlar oldukça rahat bir yaşam sürüyorlardı. Bu nedenle Türkiye’ye Rusya’dan para ve altın gönderilmesi gündeme geldiğinde, yerel Türk önderler bu işi kolaylaştırmak hatta önünü açmak için önderlik etmek işlevini bile üstlenmişlerdi. Bu nedenle Sovyetlerden gelen para ve silah yardımında da Buhara Cumhuriyeti’nin büyük bir katkısı olduğu biliniyordu (Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın mali kaynakları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 515). (49). Diplomatik ilişkiler ve yakınlaşma çabaları Sakarya Zaferinin ardından birdenbire hızlandı. O günlerde Ankara Anadolu’daki yeni hükümet ile ilişki kurmak isteyen kurullarının konukluğuna tanık oluyordu. Bin bir zorluklarla yorucu bir yolculuk sonrasında Ankara’ya ulaşan bu kurullar kendi ülkelerinin ya da bağlı oldukları grupların içten duygularını Ankara hükümetine iletiyorlardı. Siyasi temsilcilik açmak isteyenler bile vardı bu şekilde Ankara’ya gelen kurullardan biri de bugünlerde Buhara’dan yola çıktı. Buhara hükümeti Sakarya Savaşı’nın Türk ulusuna sunduğu büyük zaferin coşkusunu Anadolu’da bir onur ve ölüm kalım savaşı veren Türk halkı ile paylaşmak ve Ankara hükümeti ile siyasal ilişkiler kurmak üzere bir kurul oluşturarak Türkiye’ye gönderdi (49-50).
1921 yılını 1922 yılına bağlayan soğuk Aralık günleriydi. Zorlu bir karayoluyla, at arabalarının üzerinde, yanlarındaki yürekleriyle birlikte Batum’a ulaşan Kurul, buradan bir gemiye binmiş ve denizden yoluna devam etmişti Kurul iki kişiden oluşuyordu. Bunlar Recep Bey ve Naziri Bey adlı kişilerdi (Enver Behnan Şapolyo, a. g.m., s. 85) . Recep Bey Elçi, Naziri Bey’de Maslahatgüzar olarak Ankara’ya geliyordu. Buhara Cumhuriyeti böylece Türkiye’de en üst düzeyde bir temsilcilik oluşturmayı amaçlamıştı. Kurul Ankara’ya doğru yol alırken aynı günlerde Buhara, bu kuruldan ayrı olarak 17 kişilik bir öğrenci grubunu da eğitim görmek üzere Kastamonu üzerinden Türkiye’ye göndermişti. Önce Türk Sovyet ilişkileri çerçevesinde, Türkiye’ye ekonomik destek veren Buhara, bu aşamada Türkiye’de diplomatik ilişkilerin yanı sıra kültürel alanda da ilişkiler geliştirmek istiyordu (50).
Elçi olarak Buhara’dan İstanbul’a gelmiş olan Recep Bey İstanbul’da öğretmen okulunda okumuştu. Türkiye’yi ve Türkleri iyi tanıyordu. Türkiye’de uzun süre kaldığı için son derece akıcı bir Türkçesi vardı ve İstanbul şivesi ile konuşuyordu. Bu heyet Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere hediyeler getirmişlerdi. Bu hediyeler içinde astragan deri kalpaklar ve halılar bulunmaktaydı. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine armağan olarak verilecek astragan boz; İsmet Paşa’ya verilecek olan ise siyahtı. Fevzi Paşa ve diğer komutanlar için de ayrı ayrı astragan deriler getirilmişti. Mevcut hediye denklerinden ayrı olarak sarılmış ve dört ayrı parçadan oluşan bu armağanlardan bir tanesi Kur’an-ı Kerim diğerlerini de Buhara kılıç ustalarının yaptığı Pala şeklindeki üç ayrı kılıçtı. Enver Behnan Şapolyo, kılıçları görme olanağı bulmuştu. Kılıçlar son derece göz alıcıydı ve özellikle birinin üzerinde son derece değerli taşlar bulunuyordu. Heyet üyeleri yanlarında getirdikleri Kur’an-ı Kerim’in Timur’a ait olduğunu söylüyorlardı (Enver Behnan Şapolyo, a. g.m. s13). O tarihlerde Enver Paşa Buhara cumhuriyetindeydi. Ve henüz öldürülmemişti(şehit olmamıştı). Kılıçları bizzat o Buhara Cumhuriyet hazinesinden seçmişti ve bu seçtiği kılıçlar kurul üyeleri ile birlikte Ankara’ya gönderilmişti (Osman Kocaoğlu, Rus Yardımlarının İç Yüzü, Yakın Tarihimiz, I/9, 26 Nisan 1962, s. 293). (54).
Tarih 7 Ocak 1922’yi gösteriyordu
Gazipaşa Buhara Halk Sovyetler Cumhuriyeti temsilcilerini büyük bir konukseverlikle karşıladı. Karşılıklı iyi düşünce ve niyetler dile getirildi. Bu arada kurul başkanı Recep Bey Mustafa Kemal Paşa’ya üç Kılıç ve bir de Kur’an-ı Kerim armağan etti. Ayrıca adına Karakulu dedikleri kalpaklık astragan deriler de armağan olarak sunuldu. Kurul yanında bir de mektup getirmişti. Mektup bu arada kılıçları Buhara hazinesinden seçen iki üç yıl öncesine kadar Osmanlı Harbiye Nazırı olan Enver Paşa tarafından yazılmıştı. Recep Bey yanında özenerek taşıdığı bu mektubu da Mustafa Kemal Paşa’ya sundu. Enver Paşa mektubundan Mustafa Kemal Paşa’yı ulusal Kahraman büyük Kumandan olarak niteliyor ve Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri diye hitap ediyordu: “Yüksek huzurlarınıza takdim edilecek naçiz hediyelerle kılıçları seçmek şerefini kardeş Buhara Cumhuriyeti bana havale etti. Bundan dolayı tarifi imkânsız büyük bir Fahri gurur duyuyorum” (Osman Kocaoğlu, a.g. m. 292-29) (56).
Bu armağanlar maddi değeriyle değil tinsel ve simgesel yönüyle çok daha önemliydi. Kılıçlar zaferi, Kur’an-ı Kerim’de kutsal dayanışmayı simgeliyordu. Zafer Türk ordusunun olacağına ve bu bütün yürekleri yakıp kavuran bir özlem olduğuna göre Kılıçlar da Türk ordusuna aitti. Recep Bey bu nedenle kılıçların zaferi sağlayacak Türk ordusuna Buhara’nın armağanı olduğunu belirtiyordu. Kılıçların en şatafatlısı, göz kamaştırıcısı ve değerli olanının çok özel bir yeri vardı. Türk Ordusu ve bütün İslam âlemi için İzmir varılacak bir ülküydü. Bu nedenle Türk ordusunun İzmir’e girişi büyük bir arzu ve beklentiydi. Türk ordusu İzmir’e doğru yürüdüğünde bu Kılıç İzmir’e ilk girecek İzmir Fatih’ine armağan olarak verilmek üzere getirilmişti. Recep Bey İzmir’e ilk girecek Türk zabiti/ subayı için “İzmir Fatihi” deyimini kullanıyordu. Bu sözler Buhara Cumhuriyeti’nin söylemine daha Kılıçlar seçilip yola çıkmadan önce yansımıştı. İzmir yabancı ellerde olduğuna ve ülke topraklarından ayrı düştüğüne göre, onun kurtuluşu kuşkusuz dinsel ve ulusal nitelemeye göre yeni bir Fetih olacak İzmir’e ilk giren subayda doğal olarak İzmir’in Fatih’i sanını kazanmış olacaktı (56-57). Kur’an-ı Kerim ise dinsel dayanışmayı simgeliyordu. Buhara da müslümandı, Türk halkı da. Bu nedenle dinsel bir vurgu ve niteleme ile Buhara din kardeşlerinin yanında olduğunu anlatmak istiyor; Kur’an Türk ulusuna armağan ediliyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa, kendisine emanet edilen Kur’an-ı Kerim ve kılıçları kabul ettikten sonra kurulun önünde son derece titizlikle seçilmiş sözcüklerden oluşan bir konuşma yaptı. Bu konuşma o dönemde Ankara hükümetinin yarı resmi yayın organı olan ve Atatürk’ün isteği ile çıkarılmış bulunan Hakimiyet-i Milliye gazetesine gazetesinde bire bir yer aldı (Hakimiyet-i Milliye, 8 Kanunusani-Ocak- 1922).
Paşa konuşmasına Buhara Halk şuraları Cumhuriyeti halkının ve hükümetinin Yürütme Kurulu ve bakanlar şurası adına gelen Muhterem heyete Türk halkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümeti adına “hoş-amedi”(hoş geldin) eyliyordu. Ardından da Buharalıların milletimizle ırki ve dini revabıtı/ bağlantısı açıktır diyordu. Ona göre bu bağların o zamana dek faaliyet alanına geçmesine, istilacı ve zalim güçlerin varlığı neden olmuştu. Paşa burada bir parça da diploması gereği Türk Sovyet yakınlaşmasını düşünerek ve Sovyetlerin de bir parça batı kapitalizmine karşı savaşmasından güç alarak şark İnkılâbı kebiri deyimiyle Bolşevik devrimine vurgu yapıyordu. Bu büyük Devrim kahraman Türk ordularının da büyük bir iftiharını kazanmıştı. Bu büyük olay mazlum doğuluları günden güne sağlamlaşan bağlarla birbirine kenetlemişti. Paşa kurulun önünde devam ediyordu: “her ulusun kendi yazısını kendisinin belirleyici hakkını, yalnız kuramda değil eylemde de tanıyan Rusya Devriminin bir parçası olan bağımsız Buhara şuraları temsilcisinin Türkiye Büyük Millet Meclisinin başkanı sıfatıyla hükümetinize teşekkür ederim” “Buhara ailesinin Türkiye’deki Türk ve Müslüman kardeşlerine” armağan olarak gönderdiği Kur’an-ı Kerim ile Türkiye’ye Halk ordusuna bir takdir ve tebrik nişanı olarak gönderdiği kılıcın iki önemli Yadigâr (hatıra) olduğunu belirtti. Bu iki değerli Yadigar dine ve Tanrı’ya hizmetçi olan gücü temsil ediyordu. Paşa Recep Bey’e hitap ederken devam ediyordu: “bu emanetleri elinizden alırken kalbim heyecan ile dolu. halkımız ve ordumuz uzaklardaki kardeşlerimizden gelen teşciat ve tebrigat nişanelerinden şüphesiz çok mütehassıs ve mesrur (duygulu ve mutlu) olacaklardır. Dindaş ve karındaş Buhara halkının arzusunu yerine getirerek, Bu kitabı mukaddesi (kutsal kitabı) millete, Seyf-i muazzez’i (kutsal kılıcı) de İzmir fatih’ine teslim edeceğim. Allah’ın inayetiyle İnönü ve Sakarya muzafferiyetlerini kazanan millî ordumuz, İnşallah pek yakında bu kılıcı da kazanmış olacaktır. Atatürk’ün Söyle Ve Demeçleri, II, Ankara1981, s.30) (58).
Mustafa Kemal Paşa üç kılıçtan yalnızca birinden söz ediyor ötekilere değinme gereği bile duymuyordu. Buhara Hükümeti Kur’an-ı Kerim’in Türk Milletine Armağan edilmesini, üç kılıçtan birini Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın; ikincisini Garp cephesi komutanı İsmet Paşa’nın kabul etmesini rica ederken; 3 kılıcın Türk ordusuna armağan olarak getirildiğini ve bunun İzmir’e girecek İzmir Fatih’ine verilmesini özellikle istemişti. Sırf bu istek bile hem Buhara Türklerinin Kurtuluş Savaşı’nı nasıl önemsediklerini gösteriyordu hem de İzmir’in işgalini nasıl bir etki yaptığını ortaya koyuyordu.( Cenap Çetinel, Üçüncü Kılıç, Ulus 9 Eylül 1968), Enver Behnan Şapolyo, a.g.m., s. 84- 87). (59).
İZMİR DÜŞÜ YÜREKLERDE BİR ATEŞ
Üçüncü Kılıç, işgal altında bulunan İzmir özlemi ile örtüşen bir anlam taşıyordu. Batı Cephesi Komutanlığı bir genelge yayınlayarak bu değerli kılıcın, İzmir’e ilk gelecek Zabite yani İzmir Fatih’ine verileceğini açıkladı (66). Kamuoyunda, tıpkı Buhara heyetinin ilk nitelemesi gibi, İzmir’e ilk girecek subay için” İzmir Fatihi” deyimi kullanılıyordu. Böyle bir toplum psikolojisinde Buhara Cumhuriyeti’nin gönderdiği ve özel bir anlam yüklediği kılıcın İzmir’e girecek ve bu kentin Fatih’i olacak ilk kişiye verilme kararı, Türk ordusunda subaylar ve neferler (erler) arasında büyük bir heyecan seli yarattı. İzmir sanki bir “Kızıl Elma”ydı. Şairler bu Kızıl Elma üzerine destanlar diziyorlardı. Ünlü hatipler en keskin nutuklarını İzmir üzerine dile getiriyorlardı. İzmir’e ulaşmak düşü artık yüreklerde kabarmış bir ateş topuydu. Yüzbaşı Şerafettin de bu düşü kuranlardan yalnızca birisiydi (72).
YÜZBAŞI ŞERAFETTİN
Bu düş Türk ordusunda vatanın kurtarılmasına kendisine adamış, binlerce Türk subayından birisi olan Yüzbaşı Şerafettin’in de yüreğini yakıyordu. Üçüncü kılıçla ilgili resmi duyuruyu o da arkadaşları gibi duyduğunda bölüğünün başındaydı. Bu sıralarda Türk Ulusu büyük bir saldırı ile düşmanı yurttan bütünüyle atmak için hazırlıklarını sürdürüyor, bir seferberlik havası içinde bulunuyordu.
Şerafettin Bey, Trabzon Maçkalı Bahriye adlı bir anneden ve Kırımlı İbrahim Bey adlı bir babadan 1889 yılında İstanbul’da dünyaya gelmişti. Çocukluğu Osmanlı’nın başkenti İstanbul’da geçti. Ailesi asker olmasını istiyordu. Bu Neredeyse her Türk ailesinin heves duyduğu bir eğitimdi. Böylece o 1906’da harp okuluna girdi. Bu okul Türkiye’nin yakın tarihinde rol oynamış çok önemli isimleri sıralarından geçirmiş bir okuldu. Üç yıllık bir eğitimden sonra Şerafettin Bey 1909’da Harp okulundan mezun oldu. Artık mülazım (teğmen) rütbesine kavuşmuştu. Zorlu günler onu bekliyordu (73).
FECİRDE TOP SESLERİ
İzmir’in işgalinden İzmir’in kurtuluş gününe dek 3 yıl, 3 ay, 24 gün geçmişti. Bu süre içinde Anadolu’da Yunan Ordusu akla gelmeyecek ölçüde büyük yıkımlar gerçekleşti. Yerli Rumlar bu kıyıma çekincesiz destek veriyorlardı. Türk-yunan Savaşı’nın değişik cephelerinde tutuklu bulunan Türk askerlerine, Yunan askerlerinden daha çok tutukluların geçirdikleri yerlerdeki yerli rumlar akıl almaz saldırılarda bulunuyorlardı. Genelkurmay ATASE Başkanlığındaki Arşiv Yunan zulümlerinin sayısız örnekleriyle doludur. Yine o raporlarda belirtildiğine göre Türk askerleri Hıristiyan kadınların hain bakışları önünden geçirilirken yine Yunan kadınları yumruklarını sıkarak haykırıyorlardı “gidiyorsunuz. Yunanlıların İzmir’ini görmeye gidiyorsunuz; Fakat bugün, Mustafa Kemal sayesinde değil; azametli ve Şanlı Yunan Ordusu sayesinde..” (80). O yalnızca bir örnekti. Bu örnek gibi yüzlercesi her an yaşanıyordu. Savaş her koşulda yıkım getiriyor halklar birbirine kin güdüyorlardı. Tarafların anlatacaklarıyla örnekleri vardı. Halklar birbirine karşı düşmanlık duygularını geliştirirken sömürgeciler kazandıklarının ve kazanacaklarının hesaplarını yapıyorlardı. Türkler yurtlarına esaretten kurtarmak için çırpınırlarken, Yunanlılar ve onların yerli destekçileri İzmir’i Yunanlı olarak görüyorlardı. Onlar için İzmir artık her an oldu olacak gözüyle bakılan yeni yapay İyonya’nın sözde başkentiydi. Onlara göre İzmir’in geçmişteki tarihsel kimliği de Yunanlıydı o günkü kimliği de… Dolayısıyla Yunanlı İzmir’in, Yunanlıların elinde olmasından daha doğal bir şey yoktu.. Türk ise o topraklarda ancak Yunanlılık kimliğine tabi olmalıydı. Tutuklu Türkler, İzmir’den sürülürken Yunanlılar İzmir’e doğru götürülüyordu. Onlar için Mustafa Kemal Paşa’nın yapacağı bir şey de yoktu (!) (81).
Artık büyük taarruzla düşmanın yurt topraklarından sökülüp atılması planlanmıştı. 26 Ağustos Sabahı, fecirle yani Tan yerinin ağrıması ile birlikte, tam gecenin en koyu yerinin kızıllık düştüğü an saat 5.30’da Türk topçusunun endaht (silah) atışları ile Büyük Taarruz başladı. (Mustafa Kemal Atatürk, Söylev, II sayfa 494). Türk ordusu uzun zamandır cepheye yığınak yapmış ve sonunda Yunan ordusuna saldırarak bir imha (yok etme) eylemine girişmişti. Yüzbaşı Şerafettin Bey, Süvari kolordusuna bağlı 2. Süvari tümeninin 4. Alayında bölük komutanı olarak görev yapıyordu. Kolordu komutanı Fahrettin (Altay) Paşaydı. Süvari Kolordusu Kurtuluş Savaşı’nda önemli bir görev üstlenmişti. Kolordu’ya bağlı birliklerin en önemli özelliği seri hareket etmeleri idi. Uzun süreli mevzi savaşlarına girmek süvarilerin işi değildi. Düşmanın nakliye ve yürüyüş kollarına, destek görevi yapan unsurlarına, cephane ve erzak depolarına ani baskınlar yapmak; hedefine hızla darbeyi vurmak, mavzer ve kılıç darbeleriyle yok etmek ve aynı hızla çekilmek… Coğrafyanın özelliklerinden yararlanarak atlarıyla seri hareket etmek ve hiç ummadığı bir anda düşman unsurlarının karşısına dikilivermek genel yöntemdi. Hiç geçilemez sanılan geçitlerden kayalıklardan geçmek, düşman mevzilerinin arkasına sızmak, düşman gerilerinde cirit atmak… Süvari atlarının mahmuzları, düşmanın üzerine yönelttiği topların ve mavzerlerin gürleyişine yağmur gibi yağan şarapnellere aldırış etmez, seri biçimde “Yalın Kılıç” düşman unsurlarının üstüne atılırdı (83).
Oyalanmaz, işini yapar ve toplanacağı yerde toplanırdı. Ordunun en hareketli, en kıvrak, en hızlı ve en taktik unsurlarından biriydi. Süvariler zamanla açlığa ve susuzluğa alışır, kimi zaman sıcak yemek yüzü görmez, yol boyunca buldukları ile yaşamaya alışırdı. Çünkü erzak taşımak ve onu zor zamanlarda pişirecek düzeneği kurmak her zaman olanaklı olmazdı. Çoğu zaman süvarinin yiyeceği, suyu, atına bağladığı azık torbasındaydı. Kimi zaman günlerce at sırtında aç da açıkta diziler halinde yol alır, yanında taşıyabileceği büyüklükte topları taşırdı. Düşmanın arkasına sızar ve gerekiyorsa mevzilenir; tuzak kurar, tuzağa düşürür; cepheden ve açıktan mavzer ve kılıçlarla düşmana saldırırken, top atışları ile kaçış yollarını keser ya da imha edilecek ne varsa imha eder; ancak işini bitirince Yıldırım hızıyla çekilirdi. Süvariler, Kılıç darbeleriyle düşmanın tuttuğu hatları ve cepheleri yarar ve geçerlerdi. Çoğu zamanda piyade ve topçu destekli saldırılarda yer alırlardı. Yunan cephesi güçlendirildiği için, süvarilerin tek başına bunu ilk başta yapması pek mümkün olmuyordu. Türk piyadesiyle birlikte harekete geçtiğinde piyadenin açtığı gedikten sızıp arkaları tutmak süvarilerin işiydi. Bunun için de süvariler piyade destekli hareketlerde ilk başlarda beklemek durumunda kalabilirlerdi. Bu sürenin bitiminde düşmanın beklemediği bir anda, en sıkı ve korunaklı düşman hatlarında, onarılamaz gedikler açarlardı. Yunan ordusundaki süvari sayısı Türklere göre daha azdı. Türk süvarisi Yunan ordusunun en çekindiği güçlerden biriydi (84). Süvari için önemli olan atı ve kılıcıydı. Bu iki şey, Türk süvarisinin en vazgeçilmez yoldaşıydı. Bir de başından hiç eksik etmediği, üzerine Hilal işlenmiş olan kalpağı… Yüzbaşı Şerafettin de süvariydi. O da atının üstünde, düşman hatlarına kılıcıyla saldıran binlerce kahraman’dan yalnızca birisiydi (85).
Büyük Taarruz öncesiydi. Paşalar Akşehir’de toplandılar. Gazi Paşa’da toplantıdaydı ve askeri kurulu dikkatle dinliyordu. Yer batı cephesi komutanı İsmet Paşa’nın karargâhıydı. Gazi Paşa kararını vermişti: Düşmana genel bir saldırı yapılacak, düşman vatanın bağrından koparıp atılacak, ne pahasına olursa olsun İzmir’e ulaşılacaktı. Akdeniz’in ağzındaki İzmir, esir düşmüş bir yurt parçası olarak kurtarılmayı bekliyordu; Elbette işgal edilmiş diğer yerler gibi… O tarihe kadar gerekli yığınaklar yapılmış, planlar hazırlanmış alternatifler gözden geçirilmişti ancak gene de son bir değerlendirme gerekiyordu. Gazi Paşa, genel amacını açıkladı. Paşalar, saygıyla Mustafa Kemal Paşa’yı dinliyorlardı. Genel plan üzerine görüşlerini komutanlara aktaran Gazi Paşa, Süvari kolordusuna bağlı tümenler ile ilgili düşüncelerini de açıkladı. Süvari Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa’da toplantıda bulunuyor ve Mustafa Kemal Paşa’nın görüşlerini ilgiyle dinliyordu. Gazi 26 Ağustos günü genel saldırının başlayacağını açıkladı. Fecir zamanı ile toplar gürleyecek düşman bir baskın saldırısına uğratılacaktı. İlk darbeyi yiyenin kendini toparlayamaması gibi bu ilk saldırı çok önemliydi. Gazi Paşa’ya göre bu ilk saldırı başladığında süvarilerin pek yararı olamazdı. Beklemesini ve zamanın gelmesini bilmek gerekiyordu. İhtiyatlı olunmalı boşu boşuna kayıplar verilmemeliydi. Tam gerektiği zamanda ve gerektiği yerde konuşlandırılmış süvariler hareket etmeleri gereken anda gereken hedeflere yöneldiklerinde en etkili yararı göstereceklerdi (87).
26 Ağustos günü Süvari kolordusu, önce Türk topçusunun hatları dövüşü ve piyadenin hareketle geçtiği anlarda, planda öngörüldüğü gibi cephenin yarılmasını beklemeye başladı. Süvari kolordusu bir süre bekledikten sonra, artık süvarilerin harekete geçmesinin ve seri biçimde hareket etmesinin zamanının geldiği anlaşıldı. Genel karargâhtan gerekli emirler verildi (Fahrettin Altay, İstiklal Harbimizde Süvari Kolordusu, İnsel Yayınları, 1949,s. 44). Süvarilere yürüyüş emri verildiğinde zamanlar zaten Sandıklı yönünde Sinan Paşa’ya doğru yürüyüş halindedir halindeydiler (88). Yüzbaşı Şerafettin’in görev yaptığı Miralay Zeki Bey komutasındaki ikinci tümen öteki tümenle birlikte görevini tamamlamış Fahrettin Paşa’ya katılmaya çabalıyorlardı (96).
TRİKOPİS’İN ZOR ÂNI VE SÜVARİLER
O günlerde Yunan başkomutanlığı Trikopis Yaşamının en zor günlerinden birini yaşıyordu. Diyenis en güvendiği yardımcılarından biriydi ve Yunan destek gruplarına komuta ediyordu. Türk süvarileri Trikopis kuvvetleriyle Diyenis grupları arasına sızmış aralarındaki bağlantıyı kesmeye çalışıyorlardı. Bu bir anlamda Trikopis’in nefes almasını önlemek demekti. Türk süvarileri Diyenis’e bağlı ihtiyat gruplarını yıpratmayı amaçlamıştı. Türk süvarileri Diyenis’in kuvvetlerine olabildiğince büyük darbeler vuruyor sonra da seri bir hareketle çekiliyorlardı. Bunun sonucunda düşman “İhtiyat Kuvvetleri” daha fazla direnemediler ve bozguna uğradılar. Bu ani baskınlar o kadar etkiliydi ki sonradan esir olan bir Yunan subayının anlattığına göre Diyenis’in yattığı çadır bile dedik deşik olmuştu (Fahrettin Altay a. g.e.,s. 90). Yunan yedek güçleri tam bir yenilgi içindeydi. Türk akıncıları Diyenis’in iİhtiyat kollarına saldırıyorlardı. Bu ani baskınlar karşısında ne yapacağını bilemeyen yüzlerce otomobil ve diğer motorlu taşıtlar, karayolundan çıkarak dağlara kaçmaya çalışıyorlardı (97).
Yunanlılar telaş içindeydiler. “Kemal’in askerlerinin” geleceğini söylüyorlar korku ve telaş içinde bulunuyorlardı. O kadar ki Yunan Karargah askerleri ertesi sabah kaçarken kumandanlarının gecelediği köyü yakmak ve zavallı köy halkını öldürmek gibi zalim ve utanç verici hareketlerden bile geri kalmamışlardı (Fahrettin Altay, a. g.e., s. 91). Bütün bunlar, yüreklerden uzak değildi. Olan biten belki ayrıntılarıyla bilmiyordu ama genel durumdan artık Yunan ordusunun tükenişe geçtiği anlaşılıyordu. Mustafa Kemal Paşa durumdan olabildiğince an ve an haberdar olmaktaydı. Bu anı anlatırken şu cümleleri kullanmaktaydı: “Arkadaşlar, saatler ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: düşman başkumandanın şu karşı ki tepede son gayreti ile çırpındığını görüyordum. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin, mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı. Bu ovadan kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen avcı hatlarımızın gruba yaklaşan güneşin son ışıkları ile parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman mevziini içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş mağribe/ batıya yaklaştıkça, ateşli, kanlı ve ölümlü kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda his olunuyordu. Bir an sonra cihanda büyük bir yıkım olacaktı ve beklediğimiz Kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım lazımdı. Hakikaten semanın karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşmana doğru o sırtlara hücum ettiler. Artık karşımızda bir Ordu bir kuvvet kalmamıştı” (Mahmut Esat Bozkurt, a. g.e., s.136). (101-102).
Süvari kolordusu büyük bir ümit olmuştu. Süvari kolordusu komutanı Fahrettin Paşa en önemli noktalarda riskler alıyor, savaşın yazısını değiştirecek hareketlere girişmekten geri kalmıyordu. Garp cephesi komutanı İsmet Paşa idi. O Süvari kolordusu komutanı Fahrettin Paşa’nın yeteneklerini özverisini ve azmini biliyordu. Fahrettin Paşa’nın süvarileriyle düşmanın arkasında cirit attığını daha karargâhında kendisine ulaşan raporlardan görmüştü. Bunu Trikopis’in esir olduktan sonraki anlattıklarından da biliyordu. Yunan karargâhının Türk süvarisini aniden arkalarında görünce herhangi bir önlem almaya bile girişemediğini, hatta Yunanlı komutanın çevresindekilere böyle bir şeyin olamayacağını ileri sürerek inanmakta güçlük çektiğini öğrenmişlerdi. (İsmet İnönü, Hatıralar, I, Bilgi Yayınları, İstanbul 1985, 293). Öyle ki Trikopis bizzat Paşa’ya daha ilk karşılaşmalarında “ süvarileriniz arkamıza düştü. telaş ettik” derken de telaşını üzerinden atamamıştı (İsmet İnönü, a.g.e., 293) (102).
İşte Yüzbaşı Şerafettin’in Tümeni Trikopis’inin karargâhını kurduğu Ulucak köyüne ilk yönelen Süvari birliklerinden biriydi. O gün yani Trikopis o büyük endişe ve kaygıyı yaşarken onlar atlarının üzerlerinde ellerinde mavzerleri ve kılıçları Ulucak köyünü geçiyorlardı (103). Bu arada Türk saldırısı gittikçe gelişiyordu. Düşman Dumlupınar’da sıkışmış ve kanlı boğuşmalar sonunda önce Türk topçusunun ateşi, ardından piyadelerin süngü hareketiyle imha edilmişti. Kaçmak isteyenler de Türk süvarilerinin hedefi oluyorlardı. 30 Ağustos 1922 günü Mustafa Kemal’in deyişiyle düşmanın kuvve-i asliyesi büyük ölçüde yok edildi (Atatürk’ün Söyle ve Demeçleri, I, İstanbul 1945, sayfa 252). (104).
Artık, Türk ordusu muzafferdi. Büyük bir zafer elde etmişti. Türk süngüsü bağımsızlığın yolunu açmıştı. Gözler, ufukların ötesinde kendilerini bekleyen Akdeniz’di. Düşman geçtiği yerleri yakıyor ve yıkıyordu. Bundan sonra ne olursa olsun, bir an önce oralara ulaşmak, işgalin yıkımlarını daha aza indirmek, hatta çok yere düşmandan daha önce buralara ulaşarak, yıkımın önüne geçmek gerekiyordu.
Bunu yapacak öncelikli olarak süvarilerdi…..
Paşa derhal kararını verdi. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım Paşa’nın(Gündüz) elinde tuttuğu bir çanta üzerinde savaş meydanında meşhur emrini yayınladı: “ Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” Akdeniz; yani İzmir… (105).
Süvari kolordusunun görevi düşmanın kaçış yollarını tıkamak ve geçiş yollarında gereken önlemleri alarak yerleşim yerlerinin yakılıp yıkılmasını önlemeye çalışmaktı. Bunu sağlamak için olağanüstü bir çaba gösteriyorlardı. Düşmanın daha fazla yıkım yapmasının önüne geçmek için seri hareket etmek lazımdı. Düşmanın hedefi İzmir’e varmak; Türk süvarilerinin de hedefi İzmir’in mavi denizini kucaklamaktı. Yunan kıtaları kaçıyor, Türk ordusu takip ediyordu(107). Yunan Ordusu geçtiği yerleri yakıp yıkıyor, Türk süvarileri onlardan daha önce bu yörelere ulaşıp yakıp yıkmanın önüne geçmeye çalışıyorlardı. Yunan kıtaları, Türk süvarilerinin atlarının soluklarını enselerinde hissediyorlardı. Artık amansız bir takip harekâtı başlamıştı. Bu nefes nefese bir yarıştı. Yunan kaçkınları Türk süvarilerinin nefeslerini ve at kişnemelerini enselerinde ha duydu ha duyacaklar korkusu ve endişesini yaşıyor; süvariler ise hedefe bir an önce ulaşmak için atlarını mahmuzluyor ve kıyıya dağ, geçit demeden akıyorlardı. Kimi zaman gruplar halinde kimi zaman da toplu halde Yunan askerleri firar ediyorlardı. Çekilen Yunan kıtaları sürekli olarak enselerinde Türk atlılarının soluklarını sırtlarında Türk mızraklarının ucunu başlarında ise Türk kılıçlarının parıltısını görüyor ve duyuyorlardı (108).
İZMİR: UFUKTA BİR KIZILELMA
Anadolu bozkırı, hızla ısınmış; savaşın ateşi, bozkırın soğuğuna üstün gelmişti… Artık Süvari kolordusunun hedefi İzmir’di. Kolordu’nun diğer tümenleri gibi Yüzbaşı Şerafettin Beyin Tümeni de İzmir’e doğru nefes nefese atlarına sürüyordu. Arka arkaya muharebelere giriliyor; süvariler mavzer ateşliyor, kılıç sallıyor, kim anlarda göğüs göğüse çarpışıyorlardı. 3 Eylül günü 2 tümen rastladığı bir düşman müfrezesine saldırdı ve müfrezeyi yok etti. 4 Eylül günüydü süvariler Kula’ya girdiler. Fahrettin Altay adı geçen eserde (s.53- 56): “Kula Akdeniz’in kendine özgü havasının hissedildiği bir iç kasabaydı burada zayıf bir düşman kuvvetinin olduğu görülüyordu. Düşman zayıf da olsa verebileceği acılar büyük olabilir bu güzel kasabayı yakıp yıkabilirdi. Müslümanlara hedef alan toplu katliamlar yapabilirdi. Kuşkuların bir süre sonra doğru olduğu anlaşıldı. Düşman Türk süvarilerinin gelmesi durumunda kenti yakmaya hazırlanıyordu. Süvariler bu kötü olasılığın önüne geçmek için acele davrandı; Yunanlıların olası katliamına yer bırakmadan hızla Kula’ya girdiler. Türk süvarilerin hızla gelişleri ve değişik yerlerden Kula’ya girmeleri ile düşman askerleri baskına uğramış oluyorlardı. Çatışmalar meydana geldi. Süvariler açılan ateşe karşılık verdi. Sonunda galip geldiler ve yüz kadar Yunan askere esir alındı” (110-111). Kurtulan kasabada sevinç çığlıkları ve bağırışları duyuluyordu, bağırıp çağırarak ve ağlayarak evlerinden saklandıkları kuytu yerlerden dışarı fırlayanlar kendilerini süvarilerin atlarının altına atıyorlardı. O öyle bir duygu ortamı yaratmıştı ki, görenler bu havadan etkilenen süvarilerin de sevinçten ağlaşan halkla birlikte gözyaşı döktüklerini dile getiriyorlardı. Kanlı gözyaşları diyor ki kendi askerine minnet duygularıyla sarılan İnsanların bu coşkusu karşısında savaşarak kaçkın firarileri kovalayarak oralara kadar aç susuz uykusuz gelmiş olan süvariler uykusuzluğu yorgunluğu unutmuşlardı. Hiçbir emir verilmemesine karşın yorgunluklarını unutan süvari kıtaları kendiliklerinden Yunan askerlerini izlemeyi sürdürüyorlardı. Türk süvarilerinin “Kılıç artığı” dedikleri çatışmadan kurtulup kaçabilenlerin atlarla izlenmesine başlandı. Süvariler de bitkin ve yorgundu, hayvanları da… Onlar bu zorlu ilerleyiş sırasında sayısız tehlikelere karşı inadına ilerliyorlardı. Giderlerken de çoğu zaman atlarının eğerleri üzerinde uyuyorlardı. Gıda depolarından uzaklaştıkları ve hareket anında da yiyecek bulmakta zorlandıkları için açlığa karşı da direnmek zorundaydılar. Günler boyunca hiçbir şey yememiş olan süvariler vardı. Ancak yanan ve yakılan kendi yurtları, öldürülenler de kendi İnsanları olduğu için gözlerinin açlığı falan gördüğü yoktu. Girdikleri yanıp yakılmış kentlerde kuyulardan insan cesetleri çıkarıyorlardı (111-112). Bir köye ya da kente girdiklerinde süvarilerin ellerinde al sancağı gören Türklerin, ürkek, bezgin, önce korkan, sonra coşkulu gözlerle, dağlardan saklandıkları mağaralardan, ağaç kovuklarından kendilerini karşılamak için indiklerine tanık oluyorlardı (112).
Yüzbaşı Şerafettin’in bağlı olduğu ikinci tümene 45 kilometrelik yürüyüş emri verilmişti. Tümen Dereköy istasyonuna doğru ilerliyordu. Dereköy’de Yunan askerleri vardı. Kasabada toplu halde bulunuyorlardı. Türk birlikleri ile Yunan askerleri arasında kanlı bir muharebe olmuştu. Yunan askerleri Ödemiş yönünde dağlara kaçmaya başladılar. Kaçarken oldukça önemli oranda silah ve mühimmatlarıyla toplarının bir kısmını Dereköy’de Türk süvarilerine terk etmek zorunda kalmışlardı. Yüzbaşı Şerafettin ve arkadaşlarının, gözlerinin önünde vurulup ölen ve yaralanan arkadaşlarına elbette içleri yandı; ancak yürümek ve İzmir’e ulaşmak her Türk süvarisinin, özellikle böyle zor anlarda en büyük dileğiydi (113). Düşman Alaşehir’i yakıp yıkmıştı. Kasabada büyük bir katliam işlenmişti. Ova köyleri de yakılıp yıkılmış, kadın ve çocuk ayırt edilmeden pek çok kişi Bağında bahçesinde vurulmuş öldürülmüş ya da yaralanmıştı. Süvariler Alaşehir’in içinden geçerken dağlarda saklanmış olan köylüler de kasabaya doğru iniyorlardı. Günlerce dağlarda saklanmış olan bu insanlar Perişan ve açtı. Dağlarda düşmanın üzerlerine gelmesi durumunda ona karşı koymak için kendi aralarında silahlı müfrezeler oluşturmuşlardı. Bir direniş olduğunu hisseden Yunanlılar da çoğu zaman üzerlerine pek gidememişti; Çünkü zaman yitirmek istemiyorlardı. Köylülerden bu şekilde yaşamlarını kurtarabilen insanlar bulunuyordu (Türk İstiklal Harbi II, (Batı Cephesi) sayfa 133). Süvariler Salihli’ye yaklaştıklarında Yunan askerlerinin direnişiyle karşılaştılar. Türk süvarilerin artık öncelikli işi Yunan birliklerini izlemek değildi. Salihli yanıyordu; süvariler düşmanı bırakmış yanan Kasabanın derdine düşmüşlerdi. Halkın perişan görüntüsü ve savaşın dehşeti en canlı biçimde gözlerinin önündeydi. Derhal Salihli’yi yangından kurtarmak için harekete geçtiler. Yangına müdahale edip kurtarmak için çabaladılar, ancak büyük ölçüde bu çabalar yetersiz oldu. Salihli sanki bir kül yığını haline gelmişti (Fahrettin Altay, a. g. e., s. 60- 61) (119).
Düşmanı kovalamak başka, yanıp yakılan yerleri gördükçe hınçlaşmak ve İzmir’e hırsla yürümek daha başkaydı. Yüzbaşı Şerafettin ve arkadaşları anlatılmaz bir hızla mesafeleri aşıyor, İzmir’e doğru uçuyorlardı. Adım adım İzmir’e doğru ilerliyorlar düşmanı kovalıyorlardı. Şerafettin ve diğer süvari arkadaşları, özellikle buralardan geçerlerken, kaçan düşman askerlerinin köyleri kasabaları yakmaya devam ettiklerini, intikamını sivil halktan, kadınlardan, kızlardan, çocuklardan aldıklarını görüyorlardı. Adım başı rastladıkları yürekler acısı manzara hızlarını büsbütün artırmalarına neden oluyordu (120). Derken Türk süvarileri Sart’a girdi. Burada da yuvalanmış Yunan askerleri süvarilerin müdahalesi ile dağıtıldı. Sart hızla düşman askerlerinden temizlendi. Yunan askeri geçtiği yerlerde yiyecek olarak kullanılabilecek her şeyi Türkler ulaşamasın diye yakmıştı. Yiyecek bulunabilecek ambarlar yok edilmişti. Allah’tan mevsim yazdı, süvariler geçtikleri yerlerde yiyecek olarak çoğu zaman kuru üzüm ve kimi yemişler, meyveler bulabiliyorlardı. 7 Eylül Akşamı iyice kıyıya yaklaşmışlardı. Köylüler düşmanın Menemen’e doğru çekildiğini ve oralarda yani Menemen yakınlarında yığınak yaptıklarını söylüyorlardı. Menemen, Manisa, Nif (Kemalpaşa) boğazlarında düşmanın direnmesi ve İzmir’i kolay kolay bırakmak istemeyişi anlaşılıyordu (120-121).
Yüzbaşı Şerafettin Beyin kolordusu Eylül ayının sekizinci günü sabahleyin saat 11 sıralarında Manisa önlerine gelebilmişti. Yüzbaşı Şerafettin Bey öncü kollar arasındaydı. O gün gördüklerini notlarında şöyle anlatmıştı “Burada gördüğümüz manzara cidden feci idi. Yollar sokaklar Şehit edilmiş Müslüman cesetleri, şuraya buraya atılmış her nevi eşya ile dolu idi. Dehşet içinde kalan ahaliden, düşman zulmünden kurtulabilenler bağlara, derelere iltica etmişlerdi. Bu esnada bizi gören perakende düşman efradı da ateş etmeye başladı. Bu efrad tümenin muhtelif kıtaları tarafından kuşatılarak esir edildiler. Bundan sonra kıtalar tekrar İzmir üzerine seri yürüyüş halindeki düşmanla teması koruyordu (İzmir’e İlk Gelen Süvariler, Ordu, Zafer ve Fuar, 1965 sayfa 14) (122-123).
Yüzbaşı Şerafettin’in Tümeni 8 Eylül günü tam 60 kilometre yol yürümüştü. Hava karardıktan 2 saat kadar sonra hafif bir alacakaranlıkta Mütevelli köyüne girildi. Bütün askerler yorgunluk, açlık susuzluk gibi nedenlerden dolayı bitkin durumdaydılar; ancak İzmir’e ha girildi ha girilecek bir noktada olmanın heyecanıyla yorgun bedenler, o işten gelen dürtüyle daha bir başka diriliyordu (125)
Bu sırada tümenlerin Manisa’ya doğru arkadaki ağırlıklarının akışı devam ediyordu. Kolordu karargâhı da Manisa’ya gelmişti. Yangından dağlara kaçan halk gruplar halinde geri dönüyorlardı. Manisa ise gerçekten perişandı. Koca kent yakılıp yıkılmış bir harabeye dönmüştü. Karargâh Manisa’ya gelince Fahrettin Paşa genel durum hakkında bilgi aldı. Ardından da kararını verdi, artık İzmir’e girmek mümkündü. Bir süre sonra süvarilere Horozköy evlerinden ve bahçelerinden ateş açıldı. Bu köyde önceleri Rumlar otururdu, burada bir direniş noktası oluşturulduğu anlaşıldı. Ayrıca Manisa yöresinden bazı firari Yunan kafileleri alaya hücum ettiler. Bu saldırganlar püskürtüldü. Püskürtme hareketi devam ederken Horozköy’deki Rumlar etkisiz hale getirildi, bir süre sonra süvarilere tuzak kuran 300 kişilik düşman gücünden çok sayıda saldırgan öldürüldü. Tümene bağlı güçlere tuzak kuranların Ermenilerden oluşan çeteler olduğu sonradan anlaşıldı. Bu kişilerden bazılarının Manisa’daki yangını genişletmek için düşman tarafından Manisa’da bırakılan çeteler olduğu belirtildi. Şimdi kaçabilenler Sabuncu Gediği olarak bilinen yöreye kaçmaya başlamışlardı. Bunların da direnişe geçip geçmeyeceği bilinmiyordu (126-127).
Fahrettin Paşa İzmir yönünde hareket emrini verdiğinde Türk süvarileri zaten İzmir’e açılan dağları bayırları tutmuşlar, neredeyse Sabuncubeli’ne çıkmışlardı (130). Yüzbaşı Şerafettin Türk süvarilerinin İzmir’e doğru hareket eden ve yürüyüş halinde bulunan düşmanla teması koruduğunu not ediyordu. Sabuncu boğazına girdikten sonra Bornova’nın Doğu sırtında yerleşmiş düşman Kuvvetleri ile çatışmaya girmişlerdi. O günkü çarpışmalarda ikinci tümenden bir subay ve 3 Nefer yaralanmış, 3 hayvan ölmüş, 3 hayvan da yaralanmıştı, düşmandan ise 200’den fazla kişi öldürülmüştü, 80 kadar esir alınmış ve birçok eşya ele geçirilmişti (133). Artık Türk süvarileri İzmir kapılarına dayanmışlardı. Ancak o güne kadar yaşananlar akıllardan asla gidecek gibi değildi. Onca sıkıntılı günlerden sonra büyük taarruzla birlikte gelişmeler son derece hızlı olmuş; işte Bornova ufuklarında görülmüşlerdi.
Büyük Taarruz başladığında bu önemli gelişme bir süre İzmir’de halk arasında duyulmadı. Yunanlı yetkililer bile bundan pek haberdar görünmüyorlardı. Yunanlı yöneticiler ve askeri yetkililer cephedeki yığınaklardan ve bu yığınak karşısında Türklerin bir şey yapamayacağından o denli emindiler ki; Başkomutanlık görevini tam da saldırı günlerinde almış olan Hacıanesti, tenezzül edip İzmir körfezine demirlenmiş yatından çıkıp Anadolu’ya ordularının başına bile gitmiyordu. Üstelik bu kişi kimi tuhaf hareketleriyle, sanki bir akıl hastası gibiydi. Yatını karargâh haline getirmişti. Gündelik işlerini görmek için bir şekilde İzmir rıhtımına ayak bastıktan sonra yeniden apar topar yatına dönüyordu. Saldırı başladığında hâlâ Trikopis fiilen görevdeydi. Bu görev değişiminden onun bile uzunca bir zaman için haberi olmadı. Yunan İdaresi İzmir’de sıkı bir sansür uyguluyordu. Sansür nedeniyle halkın haber alma imkânı büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Örneğin İzmir’deki İngiliz diplomatlarının, aradan iki tam gün geçmiş, 3 gün yani 28 Ağustos’ta bile büyük taarruz’un başladığına ilişkin bilgileri yoktu (137-138).
YA TÜRKLER
Onların da gözleri İzmir ufuklarında Ha geldi ha gelecekler diye bekledikleri süvarileriydi; ancak özlem ve sabırsızlıkla, tam 3 yıl, 3 ay, 3 hafta, 3 gün… 15 Mayıs 1919’dan, 9 Eylül 1922 gününe kadar geçen süre buydu (153).
KORDON DA NAL SESLERİ
Türk süvarileri artık Alsancak sokaklarındaydılar. Dar sokaklardan heybetli atlarıyla geçerek kordon boyuna doğru ilerliyorlardı sanki düşman bir kente girmiş gibiydiler. Alsancak, Ortodoks Rumların, Ermenilerin, İzmirli Levantenlerin ve yabancı tüccarların ağırlıklı olarak oturdukları bir semtti. Frenk Mahallesi diye biliniyor, sanki Basmane tarafla ve Kadife Kale eteklerinde öbeklenmiş Türk mahallelerine göre lüksün ve tantananın bir semti olarak öne çıkıyordu. Süvarilerin bu yörede ilerlediği sokakların iki yanında lüks Rum, Ermeni Levanten ve Frenk evleri vardı. Sokaklarda görülmemiş bir kalabalık kalabalıkla birlikte bir uğultu haykırış ve bağırış sesleri vardı. Bu kalabalık firari Yunan askerleri, yollara dökülen Ortodoks tebaa, yabancı uyruklu kişiler, Levantenler ve karaya çıkarılan müttefik donanmalarına ait ‘bahriyeli’lerdendi. Türkler henüz oturdukları semtlerden gelip kalabalığın arasına karışmış değillerdi. Bu uğultu kalabalık o sokakların gerçek oturanları değil yabancılarıydılar. Sokakların aralarında kaldırımlarda öbek öbek denk yığınları arasında Rum mülteciler bulunuyor, sanki bir felaketin savurduğu kitleler halinde kentin o gününe dekor oluşturuyordu. Cepheden kaçarak firar etmiş kılıç artığı askerleri ise ya kılık değiştirip bu grupların içine karışmış ya da silahlarını atarak ne yapacağını şaşırmış bir halde oraya buraya savrulup dağılmışlardı. Kimisi silahlı kimisi silahsız kimisi sivil kıyafetler içinde kimisi hâlâ üniformasıyla yılgın ve perişandı (218-219).
Şerafettin Bey’in yanında Emir zabiti Mülazım Hamdi Bey ve Mülazım Ali Rıza efendi’ler vardı. Askerleri atlarının üzerinde arkadan onları izliyorlardı. Kordona çıktıklarında Sabuncu belinden bu yana şarapnel ve kurşun yağmurları altında sağa sola savrularak üç bölükten oluşan müfrezeden 40 kişi kadar kalmışlardı. Kordon boyunda sayısız silahlı düşman subayı ve askeri ile karşılaşmışlardı. Yüzbaşı Şerafettin asla tereddüt etmemek üzere kendisine hazırlamıştı. “Kahraman Müfreze mi mahvetmek istemiyorum” diye düşünüyordu. İzmir limanında birçok savaş gemisi bulunuyordu. Belli noktalara İngilizler ve Fransızların deniz askerleri çıkmıştı. Buna karşın asla durup oyalanmıyorlar atlarını mahmuz vurarak ilerliyorlardı. Kordon’da Nal Sesleri çınlıyordu geçtikleri yollarda karşılaştıkları silahlı düşman askerleri onlarla karşılaşınca büyük bir korku yaşıyor; silahlarını yere fırlatıyor ve atların nalları altında çiğnenip ezilmemek için sağa sola kaçışıyorlardı.
Kordon boyu insan kalabalığı, atların Nal Sesleri, süvarilerin Heybetli Duruşu altında eziliyor gibiydi. Cadde boyunca uzanan evlere, otellere oraya buraya Türk ve müttefiklerin bayrakları asılıydı. İzmirli Türkler pencerelerden sokaklardan itibaren izliyor. Hayret ve takdir duygularını gizlemeden alkışlıyorlardı. Yalnız Türkler değil kaçgın Yunan askerleri ve mülteciler arasında da Türk süvarilerine alkışlayanlar vardı. Süvariler Kordon boyunun her yerinde tepeden tırnağa silahlı Yunan er ve subaylarıyla karşılaşıyorlardı. Ancak onların bunları teslim alıp bir yerlere götürüp kapatmaları için zamanları yoktu (221). Şerafettin Bey bunun olumsuzluğunu zaten görüyor her şeyden önce bir Türk şehri olan İzmir’deki kardeşlerini kurtarmak gerektiğini düşünüyorlardı. Yol boyunca karşılaştıkları Yunan asker ve subaylarının hiçbiri Bir avuç Türk süvarisine tek bir tek bir kurşun atmaya cesaret edemiyordu.
Kordon’da nal sesleri yankılanıyordu. Yüzbaşı Şerafettin’in öncü müfrezesinin rıhtım boyunca geçişi sırasında parke taşlardan çıkan nalların sesleri Akdeniz’in dalga seslerine karışıyor sanki bir zafer Marşı namesine dönüşüyor. Hükümet konağına doğru yol alıyorlardı. Pasaport’a yaklaştıklarında bir manga İngiliz deniz askeri tarafından selamlanıyorlardı. Kolordu Komutanı Fahrettin Paşa bu yürüyüşü Türk asaletinin en parlak bir örneği olarak görüyor ve yorumluyordu. Ona göre Türk süvarilerinin bu yürüyüşü onu izleyenlerin bakışlarında bir harika düzeyde görülmüş ve algılanmıştı. Binlerce düşman askeri silah ve Hıristiyan ve çetelerle dolu olan İzmir’de Türk süvarilerinin bu yürüyüşü hayranlık uyandıracak bir görüntü oluşturuyordu (222).
Yüzbaşı Şerafettin ise bu yürüyüşteki olgunluğu mutlaka ve mutlaka ve her neye mal olursa olsun kesinlikle İzmir’e ilk olarak girmeye karar vermiş olmalarına bağlıyordu. Bu hem kendileri hem de ulusları için önemliydi. Gerçekte güçleri azdı, kentin içinde ve dışında olan düşman güçlerinin oranı ise kıyaslanamayacak ölçüde çoktu. Ancak düşmanın manevi gücünün olmadığını da gözleriyle görmüşlerdi. Sırf düşmanın galip bedenlerine ve ruhlarına yansıyan dehşet duygularını artırmak için Türk süvarileri kılıçlarını çekmişlerdi. Önlerine düşman askeri çıktığında bütün dehşetengiz ses tonlarıyla at silahı diye uyarıyorlardı. Onları böylesine celallenmiş gür sesiyle haykırarak gören Yunan askerleri sanki hipnotize olmuş bütün direnç yeteneklerini yitirmiş ve bu emre tabi olmuş gibi derhal donup kalıyorlar ve istenilen şeyi yapıyorlardı.
(Vakit Gazetesi, 23 Eylül 1338). (223).
Limanda müttefiklere ait donanmada görev yapan yabancı asker ve Subaylar da bu yürüyüşü gözlemliyor ve düzen ve olgunluğuna tanıklık ediyorlardı. Üç İngiliz, iki Fransız zırhlısı ile, iki Fransız, iki Amerikan torpidosu ve bir İtalyan grubu’ndan oluşan müttefik donanması tarafından Türk süvarilerinin yürüyüşü bütün ayrıntılarıyla izleniyordu ( Harp Tarihi Belgeleri Dergisi, Belge 1437). Limanda bu gemilerden bütün bakışlar ve dürbünler, Kordon’da ilerleyen bu özverili müfrezeye yönelmişti. Pencerelerin aralıklarından gözetleyenler de İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edildiği 15 Mayıs 1919 tarihli güne anımsıyorlar ve iki ordunun bu caddede üç buçuk yıl içinde ki olgunluğunu, düzenini ve niteliğini kıyaslama olanağı buluyorlardı. Yunanlılar o gün yani 15 Mayıs 1919 günü İzmir Kordon boyunu kana boyamışlardı. Pek çok bellek o kara günü anımsıyor ve ayrıntılarını gözlerinin önünde hâlâ canlandırıyordu. Türk süvarilerinin İzmir kapılarına dayandığı haberleri üzerine kentte olumsuz propagandalar yapılmış; Türk ordusunun İzmir’i kana bulayacağı biçiminde yalan yanlış sözler ortalıkta dolaştırılmıştı. İzmir’e çıktıkları zaman gölgelerden korkan ve sanki bir takım gölgelere ya da hayaletlere karşı ateş eden Yunan ordusunun Kordon’da yürüyüşü ile Türk ordusunun bu geçişi zihinlerde kıyaslanıyordu (225-226).
YÜZBAŞI ŞERAFETTİN KANLAR İÇİNDE
Türk Süvari müfrezesi tam Pasaport iskelesinin önüne gelmişti. Kalabalığın arasından birden belinde kayışı ve kasaturası elinde silahı ve bombası olan bir Rum çete üyesi karşılarına çıktı. Süvarilerin başında olan Yüzbaşı Şerafettin atının dizginlerini çete üyesine doğru kırdı ve silahlarını atmasını söyleyerek uyardı. O ana dek her karşılaştığı silahlı kişi bu emre uymuştu. Ancak bu çete üyesi Rum elindeki silahlarını yere atmadı. Rum’un elindeki bombayı kendi üzerine atacağını anlayan Yüzbaşı Şerafettin elinde kılıcını sallayarak atının dizginlerini gerip silahlı ve bombalı Rum çeteye doğru hamle yaptı. Ön ayaklarını şaha kaldıran atı, Yüzbaşı Şerafetin’i bir anda hedef olmaktan çıkarmıştı. Buna karşın Rum çete üyesi bir anda elindeki bombayı kendisini uyaran Yüzbaşı Şerafettin’in üzerine fırlattı. Atı şaha kalktığı için bomba Yüzbaşı Şerafettin’e değmedi, atının ayakları altına doğru yuvarlandı (231). Ardından da atın ayaklarının altında büyük bir gürültüyle infilak etti. Zavallı at kişneyerek kanlar içinde yere yuvarlandı. Yüzbaşı Şerafettin atının üzerinden kenara doğru savruldu. Atın karnı parça parça olmuş, kanlar içinde kalmıştı. Atının üzerinden kenara savrulan Yüzbaşı Şerafettin de kanlar içindeydi. Son bir hamle ile kendisi korumak istemişti, kılıcıyla ileri doğru atılmış ancak patlayan bomba kendisini korumasına engel olmuştu. Kordon da nal seslerinin yerini şimdi haykırışlar, barışlar, kargaşa ve koşturmalar ortasında kan lekeleri almış; Kordon kana bulanmış; Pişdar Yüzbaşı Şerafettin Bey kanlar içinde kalmıştı (231). Şerafettin Bey kısa bir süre sonra kendine geldi. Bombanın infilakı üzerine savrulan şarapnellerle biri boynundan öteki omzundan olmak üzere iki derin yara almıştı vücudunun değişik yerlerinde de küçük yaralar vardı. Kraterleşmiş oyuklardan kanlar sızıyordu (232). O an bile o “fakat yaraları kim düşünür” diye aklından geçiriyor; ölsem ne gam! İzmir’i kurtarmıştık ya! İzmir’e girmiştik ya! bu şerefin öncüleri Biz olmuştuk ya” diye düşünüyordu. Hızla yarası çaput parçaları ile alnından ve başının arkasından kuşak atılarak bağlandı. Genç Yüzbaşı durmadı; derhal başka bir ata bindi ve atını süvarilerinin başında, yüzü ve boynu sarılı, sargılarının üzerinde yine ay yıldızlı kalpağı, elinde dizgini ve kılıcıyla atını hızla hükümet meydanına doğru sürdü (232).
Süvariler, sivil halkın korkmaması yönünde uyarılar yapmış, sonra da yıldırım hızıyla Konağa ulaşmak için Borsa yönünde ilerleyişlerini sürdürmüşlerdi. Atlar halkın şaşkın bakışları arasında, İzmir sokaklarından geçerek Gümrük’e doğru ilerliyordu. Sonunda Yüzbaşı Şerafettin ve süvarileri gümrük önüne geldiler. Bir an Konak meydanına ulaşan yolu şaşırır gibi oldular. Bir duraksama olmuştu. Bu durak zamanında Yüzbaşı Şerafettin’in Süvari müfrezesinin karşısına ağlayarak bir Türk genci çıktı. Heyecan içindeki bu genç Türk süvarilerini görünce kendini heyecan ve sevinçten tutamamış gözyaşlarına boğulmuştu. Bu genç yolu şaşırır gibi olan süvarilere yardımcı oldu; bir ata binerek müfreze Konak meydanına ulaşıncaya kadar onlara yol gösterdi. Tarif edilen yolu izleyen süvariler, ara sokaklardan geçip bir anda kendilerini Konak meydanında hükümet konağının karşısında buluverdiler (236).
Yüzbaşı Şerafettin Bey iki arkadaşı ile birlikte hükümet konağının balkonuna koşuyordu. Tam bu aşamayı sonradan dile getirdiği anılarında o şöyle anlattı: “Hükümet konağının önünde atımdan yere bir ok gibi fırladığım zaman, bir delikanlı ile karşılaştım. Elinde şanlı bayrağımız vardı. Bu mübarek emaneti gencin elinden kaptım ve koynuma soktuktan sonra bir elimde silahım, ötekinde kılıcım binadan içeriye daldım. Süvari arkadaşlarım da beni takip ediyorlardı. Birkaç dakika sonra binanın üst katında vazifemizi tamamladık; düşman bayrağını direkten alaşağı ederek… balkona Şanlı bayrağımızı çektim.” Artık hükümet konağının balkonunda ay yıldızlı Türk Bayrağı dalgalanıyor; halk gözyaşları içinde o bayrağın gölgesinde toplanıyordu (242).
İZMİR’E İLK GİREN İZMİR FATİHİ
Yüzbaşı Şerafettin Bey Türk Süvari kolordusunun öncüsü (pişdarı) olarak müfrezesinin başında İzmir’e ilk giren ve hükümet konağında göndere arkadaşlarıyla birlikte bayrak çekerek “İzmir Fatihi” unvanını alan ve Sakarya Savaşı’ndan sonra Buhara’dan gelen üçüncü kılıcı almaya hak kazanan Türk Süvari subayıydı (307). Yüzbaşı Şerafettin Bey 9 Eylül gününde adı yıldızlaşmış en önemli kahramanlardan biridir. İzmir’in en önemli gazetelerinden Seday-ı Hakk’ın bir muhabiri 9 Eylül günü İzmir’e giren Yüzbaşı Şerafettin Bey’in hükümet konağına gittiğini ve Alay Komutanı Miralay Zeki Bey İzmir’e gelinceye dek kentin güvenliğinin tek sorumlusunun Yüzbaşı Şerafettin Bey olduğunu yazıyordu. Seday-ı Hakk Gazetesi Yüzbaşı Şerafettin Beyin hükümet konağına kadar süren maceralı öyküsünü anlatıyor resminin yanına şu açıklayıcı notu düşüyordu: “İzmir’i ilk defa nurlu hilalimize kavuşturan Yüzbaşı Şerafettin bey” (Saday-ı Hak, 9 Eylül 1922) (313).
1925 yılındaki gazetelerde de Yüzbaşı Şerafettin Bey’in resimleri dönemin gazetelerinde İzmir’in kurtuluş olayını konu yapan yazıları aralarına serpiştirildi. 1925 yılına ait Cumhuriyet’te: “4 sene evvel bugün İzmir sevgili hilale kavuşmuştu. Başkumandan Meydan muharebesini taçlandıran ezici Zafer, Türk ordusuna İzmir’in Türk milleti ne de halasının (Kurtuluşunun) yolunu açmıştı deniliyor; altta savaşın gelişimini gösteren bir krokide olay anlatılıyordu. Ayrıca Yüzbaşı Şerafettin Bey’in üniformalı bir resmi yayınlanmıştı. Resmin altında şu bilgi yer alıyor: “İzmir’e ilk giren Süvari Müfreze kumandanı Yüzbaşı Şerafettin bey” deniyordu.
ÜÇÜNCÜ KILICIN SAHİBİ: YÜZBAŞI ŞERAFETTİN BEY
Artık Buhara Cumhuriyeti’nin İzmir’e ilk giren Fatih için armağan ettiği kılıcın, bu kılıca hak eden zabite( subaya) verilmesine sıra gelmişti. Yüzbaşı Şerafettin Beye Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından düzenlenen bir törenle kılıç armağan olarak verilmiş ve bizzat Mustafa Kemal Paşa, kılıcı Yüzbaşı Şerafettin Bey’e kuşatmıştır. Bir İstanbul gazetesi Kılıç kuşatma Töreni ile ilgili şu bilgiyi vermişti: “Büyük Gazi Mustafa Kemal Paşa hazretleri, Yüzbaşı Şerafettin Bey’e cuma namazından sonra özel bir tören ile değerli bir kılıç vermiştir. Dün akşam ulaşan bilgiye göre, İzmir’e ilk giren Muzaffer Süvari kıtalarımızdan birisinin kumandanı bulunan Süvari Bölük yüzbaşısı Şerafettin Bey’e İzmir’e ilk gelen subayımıza verilecek olan Kılıç dünkü cuma namazından sonra resmen verilmiş ve bu nedenle Mustafa Kemal Paşa hazretleri İzmir’e gelerek Adı geçen töreni doğrudan gerçekleştirmişlerdir” (İleri Gazetesi, 16 Eylül 1922). Aradan birkaç ay geçtikten sonra 18 Mart 1923 tarihinde Bornova’dan Cephe Harekât şubesine iki Kurmay Binbaşı bir de Kurmay Yarbay imzasıyla şu tutanak tutulmuştur:
“İzmir’e ilk giren 2. Süvari Tümeni 13. Alay Komutanı Binbaşı Şerafettin’e Buhara Müslümanları tarafından hediye edilen Kılıç teslim edilmiştir” (Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Sayfa 130) (330-331).
SONUÇ
Buhara Cumhuriyetinden gelen Üç Kılıç’tan üçüncüsü Anadolu coğrafyasında Türk ordusunda gösterdiği heyecan adeta destanlaşmak için bir ülkü haline gelmişti. Mustafa Kemal Paşa bu kılıca Seyf-i muazzez (kutsal kılıç) diyordu. İslam dünyası da Mustafa Kemal Paşa’ya Seyf’ül İslam (İslam’ın kılıcı) unvanını vermesi de kılıç’ın İslâm dünyasındaki önemi göstermekteydi. Bugün de şanlı ordumuzun geleneğindeki bu hassasiyetin sonsuza kadar devam edeceği şüphesizdir. Süvari birliği komutanı Yüzbaşı Şerafettin’in daha sonra “İzmir” soyadı ile taltif edilmesi ona ve devam eden nesillerine bir şeref vesikası olarak kalmıştır. Kırk kişi kalmış süvari birliği ile İzmir’e giren askerlerimiz bütün dünyayı hayrete düşürmüş ve hayran bırakmıştır. Binlerce düşman askerinin olduğu işgal altındaki İzmir’de korkusuzca ellerinde kılıçları Türk süvarileri Hükümet konağına yeniden Şanlı Türk bayrağını asmışlardır. Bugün gönderlerde Şanlı Al Yıldızlı bayrağımız dalgalanıyorsa Millî Mücadelenin Kahraman askerleri sayesindedir. Onların silahları ve kılıçları bize ebedî Cennet vatanı armağan etmiştir. Türk Ordusu, kırk tarafı düşmanlarla çevrilmiş güzel yurdumuzu korumak için her zaman silahını ataları gibi kullanmak zorundadır. Silahlarının sembolik ifadesi olan kılıç hiçbir zaman kınında durmamalı Türk Milletine cesaret ve güven aşılamalıdır. Hoca Ahmet Yesevînin kelamı Anadolu’yu mayalandırmıştır. Oğuz Kağan’ın kılıç’ı da insanlığa gökte “çadır”, yerde “barış” olmuştur. Bu yazıyı Hz. Peygamberin “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” sözlerini tekrar ederek noktalayalım. Allah Şanlı Ordumuzu ve Kılıçlarımızı (en modern silahlarımızı) başımızdan eksik etmesin. Silah’ın namusuna sahip çıkanlardan Allah ve Şanlı Resulü Hz. Muhammed Mustafa ( O’na, Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beyti’ne Selam) razı olsun.
EBEDÎ DUAMIZ “EY YÜCE TANRI’M; BU CENNET VATANA GÖZ DİKENLER’İN KILIÇLARI KIRILSIN, TÜRK ORDUSUNUN KILIÇLARI YILDIZLAR GİBİ YÜCELERDE PARLASIN” ÂMİN.
KAYNAK ESER
Prof. Dr. Kemal Arı, Üçüncü Kılıç İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, Zeus Kitabevi, İzmir, 2012.
[i] ESOGÜ Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi