Değer Aşınması ve Gerçeklik Kaybı

 

Değer aşınması Kur’an-ı Kerim’de ‘ivec kelimesiyle karşılanmaktadır. ‘İvec, insanı köleleştiren değerlerin kümelendiği bir terimdir: Keder, acı, kin, tiksinti, korku, kaygı, yönsüzlük, kararsızlık, umutsuzluk, acı(n)ma, kızgınlık, kıskançlık, aşağıla(n)ma, utanç, içine çökme, öfke, intikam, zulüm, hırs, kin, bunların başlıcalarıdır. Değer aşınmasının insanı içine çektiği anafor ise gerçeklik kaybıdır, zihin bulanıklığıdır, hiçbir şeyden emin olamamanın, sahteyi gerçek olarak görmenin getirdiği zihin körlüğüdür, idrak kanallarının tıkanıklığıdır. Bu hallerin hükmettiği kişi, modern psikolojide hipergerçeklik/gerçeklik kaybı olarak adlandırılan halin ortasında kala kalır. Batılın hak elbisesi giydirilerek pazarlanmasına hipergerçeklik deniyor. Kur’an-ı Kerim bu terimi iltibas olarak kullanır.

Bugün İslam dünyası bir gerçeklik kaybı yaşıyor görünümündedir. Hakikatin, hakkın, hakkaniyetin, hukukun alan kaybına uğradığını gözlemliyoruz. Hak ontolojik, hakikat epistemolojik, hukuk maddi/yargı, hakkaniyet insani bir gerçeklik olarak bütün İslam toplumlarında sönükleşmiş durumdadır. Bu sonucu yaratan sebeplerin ne olduğu, hangi sebeplerin değiştirilmesiyle sonucun da değişebileceğine ilişkin de zihinlerde bir netlik yok. Şu fıkra durumu özetler mahiyettedir:

Bir psikiyatri doktorundan, 4-5 yıl önce Zagreb İslam Toplumu’nun bir etkinliğinde dinlemiştim fıkrayı. Nasrettin Hoca her sabah kalkıp evinin etrafını ekmek kırıntılarıyla çeviriyormuş. Komşusu, “Ne yapıyorsun hoca?” diye sormuş. Nasrettin Hoca, “Kaplanlar eve saldırmasın diye evin etrafını çeviriyorum” demiş. Komşu, “İyi de bu bölgede kaplan yok ki.” Nasrettin Hoca, “Gördün mü, sonucu hemen aldık” demiş. Psikiyatri hocası, “Biz bu zihne, sebep ile sonucu birbirine karıştıran nevrotik, paranoid zihin diyoruz” dedi. Nasreddin Hoca, kaplan olmaması sonucunu ekmek kırıntıları sebebine bağlıyor. Bu, hasta bir zihin temsilidir.

Şu fıkra da aynı şekilde gerçeklik kaybına işaret ediyor: Bölgenin delisi olarak bilinen adam, bir hana misafir oluyor. Hancıya: “Sabah güneş doğmadan benim yola çıkmam gerekiyor. Beni güneş doğmadan uyandıracaksın” der. “Tamam” diyor. Adam yatıyor, bu sırada bir general hana misafir olarak geliyor. Hancı, generale de bir yatak gösteriyor ve “Sen de şuraya, adamın yanına yat” diyor. Sabah olunca bizim deliyi kaldırıyor hancı. “Hadi kalk, yola gideceksin” diyor. Kalkıyor, elbiselerini giyiyor, ama kendisinin değil, generalin elbiselerini giyiyor. Epey yol aldıktan sonra gün ışıyınca bir bakıyor üzerindeki elbiselere ve “Saf hancıya bak. Beni kaldıracağına gitmiş generali kaldırmış” diyor. Gerçeklik zemininin kaybolduğu, kavrama/idrak güçlerinin çalışmaz olduğu bir bilinç kaybı durumunu betimlemektedir fıkra.
Bu gerçeklik kaybına karşı insanın sağlam durmasını temin etmek iddiasında bir kaynak var elimizde: Kur’an-ı Kerim. Bir hidayet kaynağı ve bilinmeyen topraklarda yol alanlara yol-yordam gösteren bir kılavuz. Bu kılavuzluk, bizi birbirini denetleyen ve böylece hata yapma ihtimalini asgariye indirgeyen üç temel unsurla buluşturur. Bunlardan ilki, teolojinin kökeni olan vahiydir. İkincisi, metafiziğin kökeni olan akıldır. Üçüncüsü, antropolojinin kökeni olan özgür iradedir. Yaşamın bu üç dinamik unsuru yerine göre birbirini denetleyerek, yerine göre birbirini destekleyerek bir mutabakat yaratırlar ve insanın gerçeklik zeminini sağlamlaştırırlar.

Aklın ve vahyin desteğini alan özgür iradenin kurucu hâkim unsur olduğu bir dünyada insan mekanik bir neden gibi hareket etmekten kurtulur. Kastımı Şûrâ Suresi’nin 40. ayeti üzerinden açıklayayım. Ayet iki şekilde tercüme edilebilir. Bunlardan biri ‘adalet’ tercümesi, diğeri ‘merhamet’ tercümesidir. Adalet tercümesi şöyle:
“Bir kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür. Ama kim bağışlar, düzeltme yolunu tutarsa, onun mükâfatını Allah verir. Hiç şüphe yok ki O, haksızlık edenleri sevmez.”
Merhamet tercümesi ise şöyledir:
“Bir kötülüğe kötülükle karşılık vermek de kötülüktür. Kim bağışlar, düzeltme yolunu seçerse, onun mükâfatını Allah verir. Hiç şüphe yok ki O, haksızlık edenleri sevmez.”
Adalet tercümesine göre, bir kötülüğe ona denk bir kötülükle karşılık verilebilir. Oysa Kur’an-ı Kerim’i anlama ve yorumlamada anahtar kavram, adalet değil merhamettir. Adalet, göze göz, dişe diş, der. Bu Tevrat’ın mantığıdır. Kur’an’a göre, bir kötülüğe kötülükle karşılık vermek de kötülüktür.

İnsanın karşılaştığı olaylarda iki tür nedensellik söz konusudur: Mekanik nedensellik ve özgür nedensellik. Bana bir tokat atana ben de bir tokat atarım. Bana bir kötülükle yapana ben de ona denk bir kötülük yaparım. Bu mekanik bir davranıştır. Ama siz, sizden bekleneni değil de sizin seçtiğiniz farklı bir davranışı tercih edebilirsiniz. Kötülüğe kötülükle karşılık vermeyebilirsiniz. Bu özgür nedenselliktir. Başka türlüsünün de olabileceğini göstermektir. Kur’an’ın önerdiği de budur.

İlahî olanın (vahyin) insanî olana (akla) nüzul etmesinin sebebi tam da budur: İnsanları normal yaşam standartlarının üstünde bir standarda yükseltmek. Hz. Peygamber’in, “Ben ahlakî erdemleri tamamlamak için gönderildim” sözünü bu yüksek standardı amaçlayan bir niyet bildirimi olarak okumak gerekir. Ahlak, ilk kez Hz. Peygamberle yahut İslam’la insanların hayatına girmiş değildir. O zaman bu hadis ahlaktan değil, aksine standardı yükseltilmiş bir ahlaktan bahsediyor olmalıdır. Bu standardın yükseltilmesini ifade eden kelime hadiste mekârim olarak geçmektedir ve kerem kökünden gelmektedir. Kerem, cömertlik, vericilik, diğergamlık, empati gibi insanın bütün davranışlarında karşısındakinin de düşünmesini, bencillik yapmamasını buyuran bir ‘merhamet ahlakının’ özünü içinde barındırmaktadır. Böyle bir merhamet ahlakı ve bu ahlakı besleyen değerlerin garantörü ve koruyucusu (müheymin) olarak Allah, insanın her türlü ayartmaya açık hale geldiği dünyamızı onarma/rehabilite etme imkânına sahiptir.

Değerleri Aşınan Bir Dünyayı Onarma
Değerlerin dünyayı onarma ya da örseleme potansiyeli hep var. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” şeklinde meşhur bir sözü var. Ancak Türkçeye Nietzsche ve İslam adıyla tercüme edilen kitabında Roy Jackson, “Müslümanların inandığı tanrıyla Nietzsche’nin kastettiği Tanrı aynı değil.” demektedir. Sosyal Teoloji kitabımda Nietzsche’den uzun bir pasaj aktardım. O pasaj şu çarpıcı cümleyle bitiyor: “Kiliseler, tanrının mezar çukurlarından başka nedir ki!” Peki, kiliseler nasıl olur da tanrının mezar çukurlarına dönüşür? Çünkü Nietzsche’ye göre dinî değerler, insanı bu dünyaya yabancılaştırmakta, Tanrı’nın temsil ettiği değerleri çukurlara gömmektedirler. Hatta Spinoza şunları kaydeder: “Dinler, insanları, önce ibadetle Allah’a kulluğa alıştırır, sonra devlete itaat eden varlıklara dönüştürür.” Spinoza’ya göre itaat kültürü, insanın yaratıcılığını, benliğini, özgürlüğünü kaybetmesine neden olur ve her türlü amaç için kullanışlı birine dönüştürür.

Alman filozofu Fichte’nin bütün felsefesi, insanın özünün özgürlük olduğu ve bunun da baskılanmaması gerektiği üzerinedir. İdealist felsefenin kurucu babalarından biri olan Hegel’e göre tarih, insanın ailesinden, devletinden, yani bütün otorite kaynaklarından ve kimliklerden özgürleştiği bir zamana doğru akmaktadır. Bu düşünce hattını takip ederek Muhammed İkbal, insanı köleleştiren değerlere karşı uyarıda bulunmaktadır.

Bu köleleştirici değerler nesilden nesile aktarılır ve Kur’an’ın ‘atalar kültü’ dediği olgu ortaya çıkar. Kur’an-ı Kerim’in kınadığı bu gelenek, insanı gerçek anlamda bu dünyaya ait kılmaya çalışan akla, dine ve özgür iradeye yaslanan bütün değerlere savaş açmıştır. Her gelen nesil bu değerlerin üstünü biraz daha küllemiş, görünmez kılmıştır.

Kişinin söylemek istediklerini sessizliğe gömen, insan üzerinde kurduğu otorite ile onu boğan her güç kaynağı – ana-baba otoritesinden devlet otoritesine kadar genişleyen otoriteler – yaşamın bireysel inisiyatiflerle kurulabilecek önemli bir kesitini sakatlamaktadır. Kur’an-ı Kerim anne-babayla ilgili ayetlerde onlara ihsanda bulunulmasını ama itaat edilmemesini buyuran ayetlerinin yarattığı ihsan ile itaat arasındaki gerilimi ve neden böyle bir temyize gidildiğinin ayırdında olmak önemlidir.

Sorumuz şu: Benimle ilişkisinde din beni güçlendiriyor mu yoksa tam tersine zayıflatıyor mu? Allah’ın dokunduğu, yol gösterdiği, eşlik ettiği bir yaşamın daha kâmil, daha mükemmel olması beklenir. Kozmik sisteme yasa olarak sinen ve şaşmaz bir şekilde ve en kâmil formda kendini orada hissettiren ilahî irade dünyamıza geldiğinde en kâmil şekilde tecelli etmesine neden izin verilmez? Adalet, merhamet, güven gibi Allah’tan insanın yaşam ırmağına akması gereken değerler neden eksik formda bizimle buluşur. Haklı olarak, dinin değerleri aşınan dünyayı yeniden onarması, mevcuda yabancılaşarak anlam kaybı yaşayan insanı bu dünyaya ait kılması beklenir ve arzu edilir. Her bireyin bu aidiyeti bütün benliğiyle hissetmesi ve bunun için inisiyatif alacak bir özgürlüğe ve güvene kavuşması esastır.

Hıristiyan gelenekte dinin yorumunu üstlenen Magisterium adlı bir kurul var. Kutsal kitabın yorumunu sadece Magisterium’daki papa ve kilise büyükleri yapabilir. Hiçbir filolog kutsal kitabı yorumlayamaz. Müslüman ülkelerde yeni bir görüş dile getirdiğinizde adı konulmayan bir Magesterium’la karşı karşıya kalabilirsiniz. Ankara’da emekli müftülerin bulunduğu bir cemiyete konuşmaya gittim. Konuşmam sırasında emekli müftülerden biri sürekli tavana bakıyor; konuşmayı protesto ettiğini vücut dilinden anlıyorsunuz. “Şimdiye kadar imamlar, müçtehitler, âlimler, fakihler bu konuyu çözemediler de siz mi çözdünüz?!” dedi. Müftü efendiye son olarak şunu söylemiştim: Ayeti kerime, sizin gibi adamlar karşısında beni korumak için şunu söylüyor: “Her bilenin üstünde başka bir bilen vardır.” Yani bilgide hiç kimseyi otorite olarak getirip de birinin karşısına koymayın. Ağırlıklı olarak Orta Çağlarda oluşan geleneksel birikim, bugün üretilebilecek her düşüncenin doğru olup olmadığının kriterine dönüştürülmüş durumdadır. Her yeniyi bidat olarak etiketleyip boğma alışkanlığı, dinin mevcut zamanın ve ruhun dışında seyahat etmesinden ve tarihin dışına düşmesinden başka bir amaca hizmet etmemektedir.

Başka bir örnek vereyim: Kadın konusunu konuşacağımız bir televizyon programına çıkmadan önce, “Evlerinizde oturun. … Ey Peygamberin ev halkı!” âyeti üzerinden bir değerlendirme yapmayı planladım. Ayeti kerime diyor ki “Müslüman kadınlara söyle, evlerinde otursunlar.” Aynı ayet içerisinde “Namazı kılın, zekâtı verin.” diyor. Peki, evde oturarak nasıl zekât verecek? Üstelik evde niye otursun ki! “Bu işte bir terslik var” diye düşündüm. Baktığım meallerin tamamı “evlerinde otursunlar” diyor. Maturidi’nin Tevilatu’l-Kur’an’ına baktım. Oradaki açıklama şöyle: vekarne fî büyûtikünne… ifadesindeki vâv atıf harfi olarak görülürse “karare”den karne emri elde edilir ve otursunlar anlamına gelir. Vav atıf harfi değil de fiilin aslından ise vakara anlamına gelir, “Evlerinde de vakarlı olsunlar” demektir. Kadınlar, aynen dışarıda olduğu gibi, evlerinde de vakarlı olsunlar. Dışarıda hanımefendi olanlar evde de hanımefendi olsun, dışarıda beyefendi olanlar evde de beyefendi olsun. Çünkü kendimizden biliyoruz ki enteresan bir şekilde dışarıda çok beyefendi olanlar eve girince bir canavara dönüşebiliyor. Hanımlar için de böyle bir durum olabilir. Mademki bu kitap bir ahlak kitabıdır, öyleyse önerisi bu olmalıdır.

İnsanın yaşadığı dünyaya yeni değerler önermesi, onu iyiye doğru değiştirip-dönüştürme iradesi göstermesinden daha doğal bir şey olamaz. Bunu da Allah’ın yeryüzündeki terazisi olarak tanımlanan akletme yetisini kullanarak yapacaktır. Soru şu: İnsan aklı içtihat ve istinbât yoluyla Kur’an’dan hükümler çıkarabilir mi, bir hüküm koyabilir mi, Allah’ın koyduğu hükümleri bir gerekçeye dayandırılabilir mi, “Hikmeti şudur” diyebilir mi, hikmetin/gerekçenin değişmesiyle hükmün de değişebileceğini söyleyebilir mi? Aslında dinlerle ilgili bütün mesele budur. 400 yıldır modernlik -ki kapitalizm ve Aydınlanma, modernliğin birer türevidir- şunu iddia etti: Ben hakikatin bilgisini ‘doğa’dan öğreneceğim. Francis Bacon’ın Novum Organum (Yeni Mantık) adlı o meşhur kitabı, modernliğin kapısını bu mantıkla insanlara açtı.
Doğa dediğimiz şey ister dış dünya ister insanın doğası olsun, aynı kapıya çıkar. Biz insanın doğasına “fıtrat” diyoruz ve her insanın temiz bir fıtratla dünyaya geldiğine inanıyoruz. Hıristiyanlığa göre insanın doğası bozuktur, doğuştan günahkârdır. Dolayısıyla bozuk bir fıtrat/doğa, hiçbir değere kaynaklık edemez. Bozuk olanın önce kurtarılması, temizlenmesi gerekir. Temizleyecek olan da kilisedir. Abraham Lessing, “Müslümanlıkta insanın doğasının/fıtratının temiz olması çok acayip bir şey” diyerek takdir duygularını dile getiriyor. Protestanlığın kurucusu Martin Luther, “Muhammed’in en büyük hatası, insanın doğasının temiz olduğunu, aklının bulunduğunu ve hakikati bunlarla da bulabileceğini söylemesidir” diyor. Modern dönemde doğal hukuk, doğal ahlak gibi teorilerin kaynağında Batı’daki Aydınlanma’yı yaratan insanların referansta bulunduğu kaynak metinlerden biri Kur’an-ı Kerim’dir.

Herkesin bildiği bir hadisin farklı bir versiyonu Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inin 5. cildinin 435. sayfasında şöyle aktarılır:
“Bir insan, bir dilin konuşulduğu (bir kültürün hâkim olduğu) bir toplumun içine girene kadar fıtratını korur.”
Farabi soruyor: İnsan neden toplum içinde yaşar? Verdiği cevap şu: Yetkinlik veya kemal elde edebilmek için. Çünkü eksiklikleri vardır. Başkaları onun eksikliklerini tamamlar ve kemali elde eder. Peki, hadis ne diyor? Toplum, bir insanın fıtratını veya fabrika ayarlarını bozan kolektif bir kimliktir. Bu hadis, içinde yaşadığımız toplumun bizi yetkinleştirmesini bir kenara bırakın, bilakis fıtrat ayarlarımızı bozabileceğine dair uyarıda bulunmaktadır. Bugün sosyal epistemoloji adı altında imali fikirde bulunulmaktadır.

Hz. Peygamber’in her daim fıtrat üzere olduğunu, fıtratının hiç bozulmadığını, doğduğu gibi devam ettiğini söyleyen Kur’ani kavram, “ümmi”dir. Ümmi, fıtrat ayarlarını sürekli koruyan insan demektir. Toplumun kendi standartlarını hiçbir şekilde dikte edemediği, fıtrat ayarlarını bozamadığı insanlardan biri olarak Kur’an Hz. İbrahim’i örnek gösterir. Kur’an-ı Kerim onu “hanif” ve “tek kişilik ümmet” olarak isimlendirir. Hanifliği, fıtratının kaynaklık ettiği doğruları, kendisine dikte edilen doğrulara tercih etmesinden; tek kişilik ümmet oluşu, doğruluk iddiasında bulunan çoğunluğun tahakkümünü reddederek tek de olsa hakikatin sözcülüğünü yapmaktan, onu dile getirmekten çekinmemesinden kaynaklıdır.

Hz. Peygamber’in ümmi niteliği, bütün Müslümanlar için örnektir. Mademki onda iyi bir örneklik vardır, o zaman bütün müminlerin de ümmi olması gerekir. Ümmi; fabrika ayarlarını, doğuştan getirdiği fıtratı muhafaza eden kişi olduğuna göre biz de fabrika ayarlarımızı muhafaza etmeliyiz. İyi olanların varlığının devamına (ibkâ), bozulmuş olanların ıslahına ve zararlı olanların imhâsına gayret etmek, aklı başında bir insanın içinde yaşadığı topluma karşı görevidir.

Örneğin kölelik ve cariyelik diye bir kurum eskiden beri var. Sadece köle kullanmak değil, köleyi alıp satmak, yani metalaştırmak da oldu. Osmanlı padişahlarından İkinci Osman, Harem-i Hümayun’u kapattı ve sarayda artık kölelik ve cariyelik kalmadı. Bu kurumu kaldırdı, ancak ondan sonraki padişahlar yeniden getirdiler. 1839 Tanzimat Fermanı’ndan sonra Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı’da son köle pazarını kaldırdı. Bunu yaptığında o zamanlar Osmanlı’nın bir eyaleti olan Suudi Arabistan’da isyan patlak verdi. “Osmanlı, Kur’an’da olan bir kurumu (kölelik) kaldırdı, dolayısıyla küfre girdi” diyerek isyan çıkardılar. Yaşadığımız toplumda cari standartların ne kadar insani, ne kadar vicdani, ne kadar ahlaki olduğunu sorgulamaya başlayan bir akl-ı selim, bir zevk-i selim, bir kalb-i selim sahibi bir adam ortaya çıkıp alternatif bir düşünceyi dillendirdiği zaman, bu insana karşı müthiş bir direncin geliştiğini hepimiz biliyoruz. Peygamberler, bunun en iyi örneğidir. Oysa yeni olana karşı nasıl bir reaksiyon gösterilmesi gerektiğine dair Kur’an-ı Kerim’de mükemmel bir örnek aktarılır.

Kur’an-ı Kerim’de tarihsel kişilerin ağzından aktarılan önemli ilkeler vardır. Örneğin Belkıs, Hz. Süleyman’dan kendisine gelen mektuba cevaben bir ifade kullanıyor. Kur’an-ı Kerim, Neml Suresi’nin 32. ayeti kerimesinde onun sözünü aktarıyor: “Size danışmadan hiçbir konuda karar vermem.” Belkıs’ın ağzından aktarılan bu ifade, Kur’an-ı Kerim’in bir ilkesine dönüşüyor: Birbirinize danışarak iş yapın.

Bu ilke Mümin Suresi’nde aktarılıyor. İsmi ayette anılmıyor ama Mısır’ın Firavunlar hanedanlığından bir kişi olan Akhenaton’dan bahsettiği kabul ediliyor. Akhenaton diyor ki: “Bir insan size gelip hakikati söylediğinde ona neden hemen karşı çıkıyorsunuz? Karşı çıkmadan önce bir dinleyin. Söylediği faydalıysa yararlanırız. Yok, yanlışsa, zaten yanlışa kimse sahip çıkmayacağı için çeker gider.” Kur’an-ı Kerim ilkeyi bu zatın ağzından aktarıyor. İlke ve aynı zamanda benim de yaşam felsefem şu: Bir insan doğruyu söylüyorsa ondan yararlanırız, yanlış söylüyorsa, yanlışa kimse sahiplik etmez; dolayısıyla, kaybolur gider. O halde sözü olanın söylemesine imkân verilmesi, herkes için en iyiyi meydana getirmenin yoludur.

Sonuç
İnsani yaşam seyri her zaman düz bir çizgi hâlinde mükemmelle doğru akmaz. Zaman zaman krize girer. Bu kriz bazen hayatı yaşamaya değer bulmayan nihilizm krizi olur bazen yaratıcıyla irtibat kuramayan inanç krizi şeklinde ortaya çıkar. Allah’ın insandan istediği yaşam, krizleri aşılmış, insanı zihinsel olarak kesinliğe, duygusal olarak tatmine götüren yaşamdır. Bu insanın kendi eliyle kuracağı, öznesinin kendisinin olduğu ve onurunu kendisinin hissedeceği bir yaşamdır: İçinde kuşkunun bulunmadığı, insanın kesinlik hissinin doyurulduğu bir yaşam. Zan ile değil bilgi ile hareket eden; insanın Yaratıcıyla iletişim kanallarının açık tutulduğu bir yaşam.

Bu yaşam içinde bireyi kaybetmeyin, Ben’i Biz’e kurban etmeyin. Din böyle buyuruyor denilerek önünüze konulanı aklın süzgecinden geçirin. Kalabalık biz’in içinde sesi duyulmaz hâle gelen birey soluklaşır. Nur’u Nâr’a kurban etmeyin. Hakikatin yüzyıllar boyunca toplu inanca ve kanaate kurban edildiğini unutmayın. Gerçekten hayatta bize neyin lazım olduğu, bizi neyin kemale erdireceği, aramızdaki ilişkileri mütekâmil bir forma neyin kavuşturacağı, hayatın yaşanabilir bir hâle nasıl getirileceği, yeryüzündeki iki gerçek özne olan Allah ve insanın elindedir. İki gerçek özne var; üçüncüsü yok. Bunlardan bir tanesinin yaptığında o şeyin olduğu, yapmadığında hiçbir şeyin olmadığı bir dünyada, insanın fonksiyonunu veya misyonunu nasıl icra edeceği, ilahi olanı yanında bir destek unsuru olarak nasıl iş göreceği, bizim en büyük meselemizdir. Burada bir gerçeklik kaybına uğramamamız gerektiğini, dikkatimizi azami ölçüde toplamamız gerektiğini vurgulamak istedim. Fıkraları da buna hizmet etsin diye sundum.

KAYNAKÇA
1-Kehf, 1
2-Bakara, 42
3-İnnî buistu li-ütemmime mekârime’l-ahlâk
4-İsra, 23 ‘’Anne babaya ihsanda bulunun’’
5-Lokman, 15 ‘’Anne babanıza itaat etmeyin’’
6-Yusuf,76
7-Ahzâb, 33
8-Küllü mevlûdinyûledu ‘ala’l-fıtrati hatta yu’raba ‘anhu lisânuhu
9-Nahl, 120
10-Mü’min, 28

*Bu yazı İnsan ve Değer Hareketi tarafından düzenlenen İnsan ve Değer Şurası(2022)’nda sunulmuştur.

Değerleri Aşınan Dünyayı Onarmak/ Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün

Yazar
Şaban Ali DÜZGÜN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen