Arif Nihat ASYA
11 Şubat 1962
“Bingöl’ün Hepsor köyünde geceleyin bir evden, sussun diye dışarıya attıkları beş yaşındaki Cahide’yi almaya gidince, bulamadılar. Sabaha kadar aradılar… Sabahleyin uzaklarda bir el bulundu.” G a z e t e l e r
Sokaklarında kurtlar gezen köy…
Karanlıklarında neon ışıkları değil, kurt gözleri parlayan gece ve kurtlar sofrasında tadımlık bir çocuk: beş yaşındaki Cahide… Böyle bir sofradan artakalan minimini bir el; Cahide’nin eli.
Nerdeyiz: yaban ormanlarında mı. “Burda insan eti kokuyor” sesiyle ürperdiğimiz dev masallarında mı. Roma sirklerinde mi?
Ağlamak kâr etmez: dövünmek, yolunmak kâr etmez.
Yazık ki şu memlekette kurtlara can vergisi verilmeden yaşanmayan yerler var!
Bu sefer kura Cahide’ye düştüyse kabahat kimin? Adı “Cahide” diye Ayşe’nin, Fatma’nın, Zeyneb’inkinden ayrı bir kaderi olacak değil ya…
Yakınlarda yola çıkan biz, ancak, yarı yoldayız. Erken çıksaydık ve ayağımıza çelme takılmasaydı birkaç adım daha ilerleyebilecektik.
Hepsor’a vaktinde varsak bu böyle olmazdı… Gelmemizi beklemeliydin Cahide!
Seni canavarların ağzına uzatanlar, sensizliğin ne demek olduğunu henüz bilmiyorlardı… Bunu şimdi anladılar, Cahide…
Sen de şu dünyada izinle ağlanıp emirle susulduğunu bilmiyordun!
Eldivenini unutur gibi elini unutmuşsun, sakladık… Gel, al da öyle git Cahide!… Ama lüzumu kalmadıktan sonra eli ne yapacaksın!
Yalnız kuzuların değil, kızların da kurtlar için büyütüldüğü köylerimiz var… İftihar edebiliriz.
Eskiler Nil’e kurban atarlarmış… Biz yirminci asırda kurtlara kurban atıyoruz… Giden sen değilsin; gönderen biziz Cahide!
Beş baharın birikmiş tadı, kokusu, tazeliğiydin ve kurtlar için değildin… Ama kurtlara gittin. Gördüğümüz allar, duvağının alı değil. Cahide!
Kim bilir, ne derdin vardı… Belki bir damlacık ilâç, bir güler yüz. Küçücük bir oyuncak, tatlı bir masal seni susturmaya yeterdi. Bunları getiremediğim için senden utanıyorum Cahide!
Seni kurtlar değil, bilgisizlik, görgüsüzlük yedi, ona yanarım!
Naraların, yaygaraların, tehditlerin iniltilerle feryatları, şikâyetlerle çığlıkları boğduğu bir dünyanın çocuğusun. Senin ağlaman mı bize çok geldi?
Gürültüler içinde ağlayanlar korosuna katılmış bir çocuk sesinin, kimse farkında olmazdı, eksildiğinin, farkında olmadığı gibi!
Gittin ve elini gecelerimizin kâbusu olsun diye bıraktın, bize bu ceza azdır Cahide!
Şunun şurasında nelere tahammül ettik de bir çocuk ağlamasına tahammül edemedik…
Seni sokağa atan baban değildir, biziz, Cahide… Sana kurtlar kıymadı, biz kıydık yavrum!
Ne mânâlı tesadüftür: acı haberinin memlekete yayılması, Milli Eğitim Şûrası’nın nutuklarla açıldığı güne rastladı.
Boşlukta veda işareti halinde sallanan elini ya gördüler, ya görmediler, görenler kim bilir ne sandı!
Vaktiyle bu elin de bir sahibi vardı ve adı Cahide’ydi… Muhitini bulursa büyüyecek, okuyacak, gelişecekti… Anasının Cahide’siyken yavuklusunun Cahide’si olacaktı.
“Cahide’m!” diye seslenildiğini duyduğu zaman, dudaklarında gönlü cevap verecekti.
Evet, büyüyecektin, serpilecektin, taranıp süslenecek, giyinip kuşanacaktın. Telin olacaktı, duvağın olacaktı, saadetin olacaktı.
Bilgiyi, görgüyü senin evine kadar götüremedim kızım. Bilgisizlikten, karanlıktan, kurttan korktum, köyüne “Mahrumiyet Bölgesi” diye ad taktım, gitmeye nazlandım, gitmemek için bahaneler buldum, senden kaçtım… Beni affet Cahide!
Gönderenler de, benim kaderimi seninkiyle birleştirirlerken kendi kaderlerini bizden ayırıyorlardı.
Sen tek örnek değilsin.
Ağlamanın cezası kurtlara atılmak olan bir memlekette öğretmenliğimden utanç duyup ellerimi yüzüme kapadım.
Bana istersen, kurt gözlerinden, kin olup bak… Fakat böyle bedbaht çocukların bakışıyla acı acı, acıklı acıklı bakma Cahide!
Eskiler, keyifleri için, esirleri, köleleri, suçluları günlerce aç bırakılmış yırtıcıların önüne atarlar, seyrine bakarlardı.
Ardında saadetinden utanç duyanlar bıraktın.
Körpeliğinin, yumuşaklığının, sıcaklığının tadını hayatının en güzel akşamlarına saklayacaktın… Kurtlar yağmaladı.
Kurtların kazancı bir kahvaltılık çocuk, bizim kaybımız?… Onu sorma!
Seni sussun diye kapıya attık ve dediğimiz oldu! İşte sustun…
Biz de seni kurtlara atıp akıbetinin seyircisi kaldık, onlardan ne farkımız var Cahide?.. Suçun doğmuş olmaktı.
Arkandaki beş baharı derleyip toplayıp götürdüm, bize bir el kaldı… Köyünde sahibini ilelebet arayacak bu el, şahadet parmağıyla bir yeri mi, bir şeyi mi. bir kimseyi mi gösteriyor? Yoksa gösterdiği ben miyim?
Masalların Kesikbaş’ı yerine Cahide’nin kesik eli!…
Senin minimini elinden yediğim tokadın acısını yüzümde kıyamete kadar duyacağım.
Bu küçücük eli koynumda ısıtır, öpe koklaya sana yalvarırım: babanı affet, suç onun değil…
Bingöl’ün Hepsor köyünde bir babayla bir ana birbirlerinin yüzüne bakamayarak ağlaşırken buralarda elin bizim rüyalarımıza girecek, gelip ihmalimizin boğazına sarılacak korkusuyla Susuzuz.
Şayet bizden merhamet, şefkat, alâka bekliyorsan avucun daha çok zaman açık kalacak Cahide.
Güneşin girmediği yere hastalık girermiş… Bu da bir şey mi? Medeniyetin girmediği yere kurtlar giriyor. Duvarların arkasına kapansam da, kulaklarımı tıkasam da. Ömrümce, katıla katıla ağlayan bir çocuk sesi duyacağım.
Perdelerimi indirsem de, gözlerimi yumsam da kâh kurtların ağzında bir çocuk, kâh bileğinden kanlar sızan sahipsiz bir el göreceğim Cahide.
Dertlerini bilemedim… Seni ısıtamadım… Acını dindiremedim, kurtlara gittin, kurtların ağzından alamadım.
Çocukları dertlerin ağlattığı, kurtların susturduğu bir yerde biz Cahide’yle değil, pedagoji nazariyeleri yapmakla, pedagoji kitapları yazmakla meşgulüz… Elin bizi tebrik etsin!
Elini varlığından bir parça olarak armağan bıraktın… Bize o da çok Cahide… Sana da, hediyene de lâyık değiliz yavrum.
Ağladığımıza bakma -ki biz böyleyiz: bir yandan kurt olur, Cahide’yi kaparız, bir yandan Cahide oluruz, kurtlar yer bizi…
Kaynak:
Arif Nihat Asya, Top Sesleri, Ötüken Neşriyat, İst. 1975, s. 57