Ali MASKAN
Can dostum “ben ölecek miyim Ali?” derken, çöken bağışıklık sisteminin, heybetli vücudunu taşımayacak hale geldiğini çoktan fark etmişti. Bir tek toz zerresi ile mücadele etmekten aciz düşen bedeni çok uzun süre dayanamadı ne yazık ki.
Görevini yapamayacak olan karaciğeri değiştirildikten sonra, vücudun bu yeni misafiri kabul etmesini sağlamak amacıyla doktorlar Mustafa’nın bağışıklık sistemini baskıladılar. Bu sayede diğer organlar yeni gelen organa karşı bir başkaldırı eyleminde bulunup onu ortadan kaldıramayacaktı. Lakin bağışıklık sistemi baskılanmış bir vücudun, dışarıdan gelecek her türlü saldırıya karşı korumasız kalmasının önüne nasıl geçilecekti?
Yeterince steril bir ortamda bulunmayı başaramayan dostum, bir şekilde enfeksiyon kapınca hastane koridorları arasındaki koşturmaca başlamış oldu. Vücudun bazı organlarını yavaş yavaş yok etmeye başlayan enfeksiyonla mücadele etmek için doktorlar bağışıklık sistemini dönemsel olarak serbest bırakmak zorunda kaldılar. Enfeksiyon ile mücadelede başarılı bir döneme girildiğinde organ nakli olan ciğere karşı saldırılar başlıyordu. Ciğeri korumak için koşturmaca başlıyor bu sefer de diğer sorun yeniden nüksediyordu. Bu amansız çelişki içerisinde doktorlar acziyetini gizleyemiyor sanki sadece zaman kazanmak üzerine bir oyun kurguluyorlardı. Bu yaman mücadele içinde beyin dâhil vücudun birçok organını işlevsiz hale getirmek isteyen enfeksiyonla baş etmek imkânsız hale gelmişti. Beden artık olmakla olmamak arasında bir çizgide gidip gelirken kara mantarın vücudu yok etmek üzere harekete geçmesi her şeyin cabası oldu.
Mustafa’nın bedeni bir organ naklinden kaynaklanan kaosu yönetmekten aciz kalınca güzel ruhunu sahibine teslim etti.
Bugün içinde bulunduğumuz uluslararası sistem, toplumsal yapılara benzer bir müdahaleyi yapıyor. Küreselci ve ulusalcı yapılar arasındaki mücadelede, ulusalcıların yerel değerleri yok etme önceliği bu yüzden önemsenmeli. Sistem ulusal yapılara bir organ nakli yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ulusal sistemlerin bu yeni değer ve yapılarla uyum sağlaması için toplumsal bağışıklık sisteminin doğal olarak baskılanması gerekiyor. Peki, toplumsal bağışıklık unsurları nelerdir? Kültür ve din. Toplumların kültürel değerleri ve dini inançlarına karşı yapılan baskılamalar yeni unsurların bünyeye uyum sağlaması açısından en temel husustur. Toplumlar akla ziyan bir şekilde hamasi kültür ve din duygularıyla yoğrulurken gerçek anlamdaki değerlerin ayaklarının altından kayıp gittiğini dahi fark etmeyecek şekilde körleşiyorlar.
İlahi dinlerdeki Hz. İbrahim ortak noktası, yarın her üç dinin uzlaşı mesajlarını samimiyetle gündeme getirmelerine vesile olacak. Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerimin kabulüne kadar varacak olan bu mesajlar aynı zamanda yeni bir inanışın de temellerini kurgulayacak şekilde olacak. Yeni din anlayışının Hz. Âdem’e doğru yolculuğu muhtemelen akıl sahiplerini şimdiden heyecanlandırıyordur. Bu anlamda toplumsal bağışıklık sisteminin önemli unsurlarından birisi olan dine yönelik baskılama operasyonları bu şekilde sanıldığının aksine tereyağından kıl çekercesine yerine getiriliyor.
Kültüre yönelik baskılama yöntemleri elbette ki biraz daha zor ve meşakkatli olacaktır. Bunun için çok daha karmaşık yöntemlerin kullanılacağı aşikâr. Süreç yönetiminde sosyolojiye destek olması için sağlam bir psikolojik destek alınması gerekiyor. Mevcut kültürel değerlerin geçtiği zaman tüneline dair gezintiler daha sık yapılacak ve toplumların binlerce yıl önceki yaşanmışlıkları ön plana çıkartılacak. Kültür kronolojimizdeki tercih skalamız önümüze konduğunda belki de yüzler ya da binlerce yıl önceki hayatımıza öykünmemiz gerektiğini düşünmeye başlayacağız. Kültürel evrim tarihimizin beğendimiz noktalarını tercih etmek suretiyle yeni bir kimlik oluşturma hürriyeti kim bilir insanlara nasıl bir yaşam tarzı sunacak? Atalar ruhunun diriltilmesi hem kültürel hem de dini değerlerimizde sağlam bir baskılama unsuru olacak.
Savaşlar, fetihler, işgaller, siyasi ve ekonomik dönüşümler, doğal afetler, iklim ve çevre sorunları toplumsal yapılara eklemlenecek yeni unsurların belirleyicileri olsa da hiç birisi göç kadar sağlam bir organ nakli olmayacaktır. Tasarlanmış göç, insanlık tarihinin en vazgeçilmez nakil unsuru olmaya hala devam ediyor. Henüz giriş aşamasındaki bu sürecin gelişme aşamasında toplumsal bağışıklığın tamamen baskılanması gerekiyor. Aksi takdirde ülkelerde telafisi olmayan iç çatışmalar meydana gelecektir. Lakin tasarlanmamış doğal göçlerin medeniyet tasavvurundaki önemini de kesinlikle yadsımamak lazım.
Toplumsal bağışıklığın baskı altına alınması sisteme eklenen yeni unsurun kabulü açısından elzemdir. Ancak bu şekilde halk kendisine tehdit olarak gördüğü unsura karşı savunma mekanizmasını kullanamaz hale gelecektir. Bu çaresizlik ya da eli kolu bağlanmışlık hali yeni unsurun sisteme entegre olmasına kadar devam etmelidir. Uluslararası ve ulusal sistemler topluma herhangi bir virüs/bakterinin girmesine kesinlikle mani olacak şekilde bir baskılama yöntemi geliştirmelidir. Adeta bir laboratuvardaki hijyenik ortamı aratmayacak hassasiyetle çalışılmalıdır.
Böylesi bir operasyonda toplumun bir enfeksiyonla karşılaşmama ihtimali ne yazık ki Mustafa kardeşiminkinden daha düşük. Öyleyse travmatik bir durumla karşı karşıya olduğumuzu görmekten başka çaremiz yok. Yöntem şu, yeni organ naklinin başarısı için toplumsal yapının bağışıklık sistemi baskılanmalı, illa ki bir enfeksiyona maruz kalınacaksa uygulanacak yöntemler hassasiyetle tasarlanmalı. Bir kere enfeksiyon kaptığınızda bu vücudun iç organları, kalp ve beyin gibi yerlerine saldırıda bulunacaktır. Yani ilgili ülkelerin siyasi, iktisadi ve sosyolojik yapıları kontrol edilemez bir enfeksiyon mekanizmasının eline geçecektir. Bu tehdit karşısında yöneticiler baskılama süreçlerini biraz gevşetip toplumsal sorunlarla ilgilenmek zorunda kalacaklar. Bu durumda topluma eklenen yeni unsurların tehdit altına girdiğini görünce yeniden bir baskılama dönemi başlayacak. Bu gidiş gelişlerde enfeksiyonun toplumsal yapının bazı unsurlarına telafisi olmayan zararlar vermiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Sistem sahiplerinin yapının çökmesine vesile olmayan her türlü kaybı kabul edilebilir olarak görmekten başka çaresi yok. Kıymetli dostum Mustafa’da gözlerini kaybetmişti ilk önce. Ancak bu şekilde de yaşanabileceğini kabullenip hayata sımsıkı tutunmayı hiç ihmal etmedi. Toplumlar da günlük hayatlarında meydana gelen sıkıntıları kabullenmekte ilk başlarda çok da zorlanmayacaklar muhtemelen. Lakin toplumun yaşamsal unsurlarına yönelik tehditler arttıkça sıkıntılar ve çatışmalar daha bariz bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Sistem uzmanlarının toplumun yaşayıp yaşamamasından ziyade yeni organın kabulüne yönelik bir tercihte bulunmalarından daha doğalı yok. Toplum için bir tehdit olarak kabul edilen yeni eklemenin uluslararası sistem açısından bir zorunluluk olarak algılanması ilgili ülkelerin en büyük çıkmazı ne yazık ki.
Böylesi bir yaşam mücadelesinde ülke siyasetçileri uluslararası sisteme verdikleri sözler nedeniyle kendi toplumsal bağışıklık sistemini baskılamak amacıyla her türlü siyasi, hukuki ve ekonomik önlemleri almaktan geri durmayacaklar. Bütün bu önlemler de maalesef halka rağmen yapılacaktır.
Bu durum sadece üçüncü dünya ülkelerini değil aynı zamanda bütün gelişmiş Batılı ülkeler için de geçerli bir senaryodur. Bazı toplumlar steril bir ortamda yapılan nakilleri kabullenmekte zorlanmayabilirler lakin enfeksiyona maruz kalan bir kısım ülkeler için gelecek daha zor günlerin habercisi olacaktır.
Bu organ naklinin kabul edilemezliği bir realite olarak ortaya çıktığında, gerekirse toplumu entübe etmek suretiyle ülke belirli bir süre bitkisel hayata çekilebilir. Gerekli dönüşümler gerçekleştiğinde yeniden uyandırılan toplumun bu defa çok farklı bir dünyaya gözlerini açmak zorunda olduğunu görürüz. Uyurken kendini tanımladığı sosyolojik değerlerin hiçbirisinin uyandığında kalmadığını gördüğünde ülkenin yeni kimliğine saygı duymaktan başka çaresi olmadığını anlayacaktır.
Bu yeniden var olma dönüşümü kimileri için bir çöküş olsa da devlet aklı bunu yaşanılabilir bir gelecek için nefes alma şeklinde telakki edecektir. Uluslararası sisteme bağlı devlet akılları, devlet bekası gereği milli iradenin çöküşü veya en alasından dönüşümüne sıcak bakacaklar. Bu bir tercih meselesi elbet. Ya yeni nakli kabul edip toplumsal yapıyı dönüştüreceksiniz ya başka bir kimlik altında yaşamayı başaracaksınız ya da yok olup gideceksiniz. Olduğumuz gibi yaşama şansımız yok mu ki?
Mustafa hayatta kalmak için onurlu bir mücadele vermesine rağmen ruhunu Yaradan’ına teslim etti. Başka çaresi de yoktu. İnsanlar bu dönüşüm için baskılanmış kültür ve dinleriyle yaşamayı kabul edecekler gibi görünüyor. Öyleyse bütün dünyada kültür, din, ahlak ve adalete dair her şey yerle bir olacak. Ahlaksızlık, onursuzluk, haysiyetsizlik, hırsızlık, dolandırıcılık, insan katli yeni dünyanın meşru değerleri olacak. Ne yazık ki bu kabullenmelerle yüzleşmenin zamanı çoktan geçti. Ruhları sökülmüş insanların gelecek günlerin onursuzluğunda yaşamaktan başka çaresi yok. Kurtuluşun tek yolu, ilahi bir müdahalenin gerekçesi olabilecek insanların varlığı sanırım. Zira her şeye rağmen süt emen bir bebek, iki büklüm olmuş mazlum bir nine, samimi bir duacı, her türlü riyakârlıktan uzak insan dışı canlılar her daim Yaradan’ına dua ediyor.
Yok olan bir insanın çaresizliğini seyrettim Mustafa’mda. Olmayan gözünden dökülen yaşlarda boğuldum. Dostumun acısını sinemde büyütmek zor olmasa gerek, peki ya diğeri?
—————————————————-
Kaynak:
https://fikircografyasi.com/makale/toplumsal-bagisikligin-iflasi-ve-milli-iradenin-cokusu