Yolumuz Gaziantep’e idi.
Yavuz Bülent Bakiler Ağabey diyordu ya;
“Ben Antepliyem, Şahin’em ağam,
Mavzer omuzuma yük.
Ben yumruklarımla döğüşeceğim,
Yumruklarım memleket kadar büyük.”
Hava kararmadan mezarlığa uğramalıydı.
Kırşehir’de bir gece vakti Neşet Ertaş’ın mezarını aramıştık üç kişi elimizdeki cep telefonlarının ışıklarıyla. Görenler ne düşünmüştü bilemem.
Osman Şahiner üniversiteden sınıf arkadaşımdı. İnşaat Mühendisi idi. Marangozlar Çarşısı, Nu: 1 de nalbur dükkanı vardı babasının. Osman da ömrünü orada geçirmişti.
Beş katlı bir bina yapmıştı “Türk- İslam Vakfı” demişti adına. Kendisine bina yapmak yerine bu binayı inşa etmişti. 1980 yılında mezun olduktan sonra belki iki defa yüz yüze görüşmüştük ama telefonla görüşürdük sıkça. Cep telefonu da yoktu “Uzaklarda dertleşen, gönülleri birleşen” bir can dosttu. Koronadan vefat etmişti.
Bir gün büroda gençlerle otururken konu Feymani Ağabey’den açılmıştı. Telefon ettik, bize şu şiirini okumuştu;
“
Bu dünyayı demi devran sanardım,
Her şey hayâl imiş, her şey düş imiş.
Bu yaşa gelince farkına vardım,
Her şey hayâl imiş, her şey düş imiş.
Nicesi şad olup zevk sefa sürdü,
Nicesi de mal mülk defterin dürdü,
Sabancı ne aldı, Koç ne götürdü,
Her şey hayâl imiş, her şey düş imiş.
Nice nice dert gizledim sinede,
Dosta bile sezdirmedim yine de,
İki şey öğrendim seksen senede,
Her şey hayâl imiş, her şey düş imiş.
Ey Feymani biter bir gün avazın,
En güzel sermaye nazın niyazın,
Şunu mezarımın taşına yazın,
“Her şey hayâl imiş, her şey düş imiş.”
Osman’ın vefatından sonra da iki dörtlük yazmış arkadaşı;
“Ömrü çileyle bilendi,
Pes etmedi hep direndi,
Garip dostu, dağ gönüllüm,
Hem yiğitti, hem erendi.
Sevda metin, yürek metin,
Yollar yokuş, yollar çetin,
Sen vuslata erdin amma,
Gönülleri sarar methin.”
Abdullah Ağabey yol boyunca mihmandarlık yaptı. “Şurası deprem evleri, şu köy falanca yazarın, şu köyde falanca siyasetçi doğdu. Şimdi tünelleri geçeceğiz, ilk üç tünel birbirine yakın, son tünel hem biraz uzak, hem daha uzun” diyerek.
Mahmut yol bulmada iyice uzmanlaştı.
Osman’ın birinci kapıdan girince 3.ncü cadde, 153. ncü sokaktaki kabrini bulduk.
Sonra o serhatta bizi bekleyen bir Serdar’ımız vardı. Onunla buluştuk. Yemeğimizi yedikten sonra 1935 yılında Mevlevi Tekkesi’ne gelir sağlamak amacıyla yapılan Tahmis Kahve’de bir müddet vakit geçirdikten sonra Adana’ya doğru yola çıktık.
Yavuz Bülent Bakiler Ağabey’den Antep’li Şahin’i okuyalım bugünde.
“
Ben Antepliyim, Şahin’im ağam.
Mavzer omzuma yük.
Ben yumruklarımla dövüşeceğim.
Yumruklarım memleket kadar büyük.
Hey, hey!
Yine de hey hey!
Kaytan bıyıklarım, delişmen çağım
Düşman kurşunlarına inat köprü başında
Memleket türküleri çağıracağım.
Bu dağlarda biz yaşarız, bu dağlar bizim dağımız.
Namusumuz temiz, bayrağımız hür
Analarımız, karımız, kızımız, kısrağımız
Burda erkekçe döğüşür
Bir bayrak dalgalanır Antep kalesi üstünde,
Alı kanımdaki al, akı alnımdaki ak.
Bayraklar içinde en güzel bayrak
Düşüncem senden yanadır…
Hep senden yanadır çektiğim kahır,
Bu senin ülkende, senin gölgende,
Düşmesin kara kalpaklar, kirlenmesin duvaklar,
Korkum yok ölümden kâfirden yana,
Alacaksa alsın beni şafaklar.
Hey, hey!
Yine de ey hey!
Al bayraklar altında kara bir kartal gibi
Yaşamak ne güzel şey.
Bir sır var bu mavzerde, attığım gitmez boşa
Çıkmış bir eski savaştan
Türk’ün bir karış toprak parçası için
Destanlar yazacağız yeni baştan.
Yıktım toprağın üstüne bir sarı kurşunla birini
Çıktı karşıma biri,
Çıktıkça çektim tetiği bismillâhlarla beraber
Vurdum alnından kâfiri.
Bu kaçıncı kurşundur, bu kaçıncı bismillâh
Bu kaçıncı ölüdür?
Bir türkü söylenir siperlerde her sabah
Vurun Antepliler namus günüdür!
Ben Antepliyim Şahin’im ağam,
Mavzer omzuma yük,
Ben yumruklarımla dövüşeceğim,
Yumruklarım memleket kadar büyük…
Şehitlerimize, bu toprakları vatan yapanlara, atalarımıza, bir elinin verdiğini kendi bile görmeyen Osman Şahiner’in, geçmişlerimizin mekânı cennet olsun.