Yeni bir Anayasa yapılması konusundaki çabalar ısrarlı bir şekilde sürdürülüyor.
Mevcut Anayasanın, birkaç maddesi hâriç, neredeyse değiştirilmeyen maddesi kalmadı, ama yine de “darbe anayasası” olarak nitelendiriliyor ve değiştirilmesi isteniyor.
İktidar partisinin “Sayın Cumhurbaşkanı’nın bir dönem daha aynı makama aday olabilmesine imkân sağlayacak” bir anayasa değişikliği istediği, herkesin mâlûmu.
Muhalefet ise, parlamenter sisteme dönülmesini, denge-denetim mekanizmalarının kurulmasını, “tek adam” yönetiminden vazgeçilmesini talep ediyor.
Gerçi, Millet İttifâkı dağılmış vaziyette. Burada, muhalefet derken, partileri değil, muhalif partilere oy veren seçmen çoğunluğunu kastettiğimizi belirtmekte fayda görüyoruz.
Peki, iktidar ve muhalefet arasında, Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın -anayasaya konulacak geçici bir hükûmle- bir dönem daha “tartışmasız” bir şekilde aday olabilmesine imkân sağlayan bir değişikliğe mukabil, muhalefetin taleplerinin de gerçekleşmesini sağlayacak kapsamlı bir anayasa değişikliği yapılması konusunda uzlaşma sağlanabilir mi?
Açık söyleyelim, özellikle muhalefetin bâzı kesimleri için kabûl edilemez görünse de, böyle bir değişikliğin -madde içerikleri elbette önemli olmakla birlikte- mevcut sistemin aksaklıklarından kaynaklanan sorunların azaltılması, hukuk devletinin ve liyakat sisteminin yeniden tesis edilmesi, ülkede gerilimin azaltılması, hukuk sistemine duyulan güvenin azalmasından kaynaklanan sorunların izâlesi, istikrarlı bir iktisâdî gelişmenin sağlanabilmesi, yabancı yatırımcıların ülkeye celbedilmesi vb. hususlar bakımından pekâlâ yararlı sonuçları olabilir.
Ancak, anayasa değişikliği konusundaki çabaların sonuca ulaşabilmesi pek çok etkene bağlı görünüyor.
Anayasa değişiklinin âcîlen yapılmasına gerçekten ihtiyaç var mı?
Bu soruya, özellikle muhalif kesimden pek çok kişinin olumsuz cevap vereceği muhakkaktır. “Ülkenin, -ekonomiden eğitime, ülkenin bütün kaynaklarını tüketen ve artık bir beka sorunu hâline gelen sığınmacılar konusundan dış politik gelişmelere kadar- âcîlen çözüm bekleyen onca sorunu varken, anayasa değişikliği konusuna odaklanılması, lüzumsuz bir çabadır. Ülke sorunlarının çözümünde yeterli başarıyı gösteremeyen ve toplumsal öfkenin yükselmesinden rahatsız olan iktidar, anayasa değişikliği vb. konuları gündeme getirmek sûretiyle, toplumun dikkatlerini ana sorunlardan başka yöne çekmeye çalışmaktadır. Muhalefet bu oyuna gelmemelidir.” diye düşünen insanların çoğunlukta olduğunun farkındayız.
Ancak, biz aynı kanaatte değiliz.
Ülkenin, gerçekten de âcîlen yapılması gereken bir anayasa değişikliğine ihtiyacı bulunmaktadır.
Sözüedilen sorunların varlığı bir hakikattir. Ancak, böyle düşünen insanların, en azından konuya pür ideolojik zâviyeden yaklaşanların gözden kaçırdıkları husus şudur; yaşanan sorunların önemli sebeplerinden birisi, 2017 referandumuyla ülkenin yönetim şeklinin değişmiş olmasıdır.
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi adı verilen bu yeni sistemle, ülkede fiîlen bir “tek adam” rejimi ihdas edilmiş, devletin binlerce yıla varan gelenekleriyle bağdaşmayan, önemli-önemsiz her konuda son karar merciinin Cumhurbaşkanı olduğu bir sistem tesis edilmiştir. Bu sistem, devlet aygıtının çalışamaz hâle gelmesine sebebiyet vermektedir. 6 Şubat depreminde, devlet kurumlarının müdahalede gecikmesinin ya da Yunan botlarının bâzı sâhil kasabalarımıza kadar yaklaşabilmesinin başta gelen sebeplerinden birisi, her kademede Cumhurbaşkanının karar ve emir vermesi beklentisinin olduğu, artık bilinmektedir.
Cumhurbaşkanlığı, bizim devlet geleneğimizde, daha çok “hakem” konumundadır. Devlet geleneğimiz gereğince, icrâcı makamlar/kurumlar, yürürlükteki kurallar, teâmüller ve işin gereği doğrultusunda görevlerini yaparlar, bu konuda ihmál gösteren ve/veyâ görevini suistimál eden olursa, onlardan da yine usûlü dâiresinde hesap vermeleri istenir. Bu sorumluluk, siyâsî ya da hukûkî olabilir. Siyâseten sorumluluğun karşılığı, halkın teveccühünün artması ya da azalmasıdır. Hukûkî sorumluluk ise, yargı ve/veyâ idârî soruşturmalar yoluyla tespit edilir.
Şüphesiz, yukarıda bahsedilen mekanizmanın her zaman ideal biçimde işlediği iddia olunamaz. Aslolan, aksaklıkların ana kaynağının tespit edilmesi ve çözümler üretilmesidir. Tanzimat sonrasında, Fransız ekolü örnek alınarak, Devlet cihazının merkezîleşmesi yoluna gidilmiştir. O günün şartlarında bunun gerekli olduğuna şüphe yoktur. Cumhûriyet rejimi de bu uygulamayı devâm ettirmiştir. Zaman içerisinde, ulus-devlet uygulamasının güçlenmesi ve yerleşmesi, ulaşım-iletişim imkânlarının gelişmesi, ülkenin eğitim-kültür seviyesinin ve vatandaşlık bağlarının/bilincinin güçlenmesi vb. sâiklerle ilintili olarak, merkez-taşra arasında görev-yetki dağılımının yeniden gözden geçirilmesi, uygulamadaki sonuçlara bağlı olarak, yapılan düzenlemelerin tekrar tekrar iyileştirilmesi, hayâtın olağan akışının bir gereğidir.
Ülkemizde, umûmiyetle yapılan hatâ şudur ki, olguyu anlamak, analiz etmek, çözümler geliştirmek, yapılanları mütemâdiyen tâkip etmek ve geliştirmeye çalışmak yerine, sürekli olarak eskinin toptan mahkûm edilmesi ve üzerinde yeterince araştırma/düşünme yapılmadan, tartışılmadan, çoğunlukla “dış kaynaklı” önerilerin sorgusuz-suálsiz kabûl edilmesi ve uygulanması, sorunlar başgösterince de, sil baştan mantığıyla, eskisiyle ilgisi olmayan, yaşanan tecrübelerden ders almadan kurgulanan yeni önerilerin uygulamaya konulmasıdır. Bu yap-boz mantığı, hemen hiçbir meseleye köklü çözümler üretilmesine, geleneklerin ve teâmûllerin oluşmasına imkân vermemektedir.
O hâlde, tekrar konuya dönecek olursak, aceleye getirmeden, yaşanan tecrübelerden de dersler çıkarmak sûretiyle, -bâzılarının ısrarla “başkanlık sistemi” adını verdiği- mevcut sistemin irdelenmesi ve anayasada -yaşanan sorunların izâlesini sağlayacak- değişikliklerin yapılması elzemdir.
Peki, bu yapılabilir mi?
Türkiye’nin, bu dönüşümü suhûletle yapabilecek olgunluğa ve birikime sâhip olduğu inancındayız.
Kezâ, yukarıda ana hatlarını verdiğimiz hususları içeren bir anayasa değişikliğinin yapılabilmesi için, TBMM’nde gerekli sayısal çoğunluğun bulunabileceğini, bunun için halk oylamasına dahi gerek kalmayacağını düşünüyoruz.
“Yeni Anayasa” söylemi, toplumun önemli bir kesiminde neden endişe uyandırıyor?
Parlamenter sisteme dönülmesi, denge-denetim mekanizmalarının güçlendirilmesi, liyakat sisteminin yeniden ve daha güçlü bir şekilde tesis edilmesi gibi konular, toplumun kahir ekseriyetinin beklentisi olduğuna göre, iktidar cephesinden gelen “yeni anayasa” söylemleri, toplumun özellikle muhalif kesiminde neden endişe uyandırıyor?
Burada, hem iktidar cenahının ve hem de muhalif partilerin bir yöntem ve strateji hatâsı yaptıkları inancındayız. Şöyle ki;
“İktidarın, anayasa değişikliğini neden istediği” konusu berrak değildir. İktidar sözcüleri, bu konuda müphem, endişeleri besleyen muğlak açıklamalar yapmaktadır. Ne istedikleri tam olarak bilinmemektedir. Mevcut anayasada bâzı maddelerin değiştirilmesi mi, yoksa yeni bir anayasa yapılması mı isteniyor? Mevcut anayasanın hangi hükûmleri rahatsızlık uyandırıyor? Bu tür hususların muğlaklığını koruması, iktidar cenahından gelen açıklamaların ihtiyatla karşılanmasına sebebiyet veriyor. “Darbe anayasasının kurtulmak, özgürlükçü bir anayasa yapmak” gibi söylemler, tatmin edici olmaktan uzaktır.
İktidar sözcülerinin, “Mevcut anayasadan kaynaklanan şöyle sorunlar sözkonusudur. Bugüne kadar yapılan yüzlerce değişikliğe rağmen, bu mahzurlar giderilememiştir. 2017 referandumuyla yapılan değişiklikler beklenen neticeleri vermemiş, hattâ pek çok konuda arzulananın aksine sonuçlar doğurmuştur. Türk Milletinin huzur ve refah içinde yaşayabileceği bir ortamın tesis edilebilmesi için, toplumun bütün kesimlerinin beklenti ve taleplerinin ortaya konacağı özgür bir tartışma ortamı tesis edilerek, yapılacak değişikliklerin toplumun kahir ekseriyetinin mutabakatını sağlayacak şekilde “öneri” hâline getirilmesi, elzemdir. Bunu hep birlikte yapalım. Bunun yapılabilmesi için, bizim iktidar olarak öncelikli talebimiz, liderlik yeteneklerinden yararlanmak için, Sayın Cumhurbaşkanının bir dönem daha tartışmasız biçimde Cumhurbaşkanlığına aday olabilmesine imkân verecek geçici bir maddenin değişiklik önerisinde bulunmasıdır.” meâlinde, açık ve samimi bir üslupla taleplerini kamuoyunun gündemine sunmaları, anayasa değişikliğinin asıl amacı konusundaki endişelerin ortadan kalkmasını sağlayacaktır. Belli ki, iktidar cenahı, bu tür bir öneri tarzını bir “zaafiyet” olarak değerlendiriyor ve asıl taleplerini, başka bâzı taleplerin/söylemlerin arkasına gizleyerek, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kabilinden, asıl istedikleri şeyin belki de karşı tarafça dile getirilmesini bekliyorlar. Bu durum, tartışmanın “içerikten” ziyâde, amaç/sonuç konusuna yönelmesine yol açıyor ki, bundan sağlıklı bir netice çıkmasını, maalesef kabil görmüyoruz. Maatteessüf ülkemizde, açıklık ve samimiyet, çoğunlukla zaafiyet ve saflık olarak değerlendirilmekte, bu yüzden de, hangi konuda olursa olsun, yapılan her teklifin “asıl amacının ne olduğu” hususu, sürekli tartışma konusu olmakta, asıl enerjimizin mühim bir kısmı, bu tür kısır tartışmalarla ziyan edilmektedir.
Aynı durumun muhalefet için de sözkonusu olduğu inancındayız.
Muhalefet, kendi tezleriyle tenâkuz içindedir.
Muhalefetin sözcüleri, bir yandan, sürekli olarak, “Sayın Cumhurbaşkanının 2023 seçimlerinde aday olmasının, Anayasanın ilgili hükûmlerine aykırılık teşkîl ettiğini, bundan sonra yapılacak seçimlerde de aday olamayacağını” ileri sürmelerine karşılık, bir yandan da “Sayın Cumhurbaşkanının adaylığına karşı çıkmanın, O’nu mağdur duruma düşüreceğini; Türk Milletinin, tabiatı gereğince, mağdurun yanında yer aldığını; Sayın Cumhurbaşkanını seçimlerde altetmek gerektiğini; Bu sebeple, aday olması Anayasaya aykırılık teşkîl etse de, adaylığına karşı çıkmanın siyâseten doğru olmadığını,” bâzen açık, bâzen de üstükapalı bir şekilde dile getiriyorlar. Bu düşünce biçimini onaylamak kabil değildir.
Oysa, muhalefetin şu öneride bulunması daha doğru olmaz mı; “Anayasanın ilgili hükûmleri gereğince, Sayın Cumhurbaşkanının yeniden aday olması kabil değildir. Milletin birliğini temsil eden Cumhurbaşkanlığı makamının bu tür tartışmalardan münezzeh kılınması gereklidir. Üstelik, ülkemizin sulh ve selâmeti bakımından, bâzı konulardaki düzenlemelerin bir an önce yapılması, daha elzemdir. Bu itibarlâ, toplumun kahir ekseriyetinin beklenti ve taleplerini karşılayacak; Parlamenter sisteme yeniden dönüş yapılmasını, hukuk devleti olmanın asgarî şartı olan denge-denetim mekanizmalarının yeniden ihdas edilmesini, liyakat sisteminin güçlü bir şekilde kurulmasını sağlayacak değişikliklerin yapılması durumunda, Anayasaya ‘Sayın Cumhurbaşkanının yeniden tartışmasız biçimde aday olabilmesine imkân veren bir geçici maddenin konulmasını’ kabûl edeceğiz. Biz, yapılacak seçimlerde, halkımızın en doğru kararı vereceğine inanıyoruz.”
Türkiye, muazzam bir potansiyele sâhiptir. Ülke olarak, enerjimizi yutan ve zamanı etkili kullanmamızın önüne geçen ehemmiyetsiz konulardaki süreğen tartışmalardan/çekişmelerden kurtulabilir, dikkatimizi ve gücümüzü asıl sorunlarımız üzerine teksif edebilirsek, çok değil, on yıl içinde, millî geliri ve iktisâdî büyüklüğü en büyük ilk on ülke arasına rahatlıkla girebileceğimize bütün samimiyetimizle inanıyoruz.
Türk Milletinin, onu bütün diğer milletlerden ayıran en önemli özelliği, iyi yönetildiği takdirde, diğer toplumların yüzlerce yılda yapabilecekleri atılımları, birkaç yıllık bir zaman diliminde gerçekleştirebilme kabiliyetine sâhip olmasıdır. Târihin yeni bir kırılma ânına şâhitlik etmekte olduğumuz şu günlerde, bu potansiyelin hebâ edilmemesi gerekir.
DEM ve HÜDAPAR faktörü
Toplumun geniş bir kesiminde, “anayasa değişikliği” taleplerine şüpheyle yaklaşılmasına neden olan bir diğer husus, iktidar cenâhının, bize göre sebepsiz yere, Cumhûriyetin kurucu değerleriyle sorunu olan DEM ve HÜDAPAR’ın desteğini alma çabasına girişmiş olmasıdır.
Bunlardan HÜDAPAR’ın, lâiklik ve ulus-devlet ilkeleriyle barışık olmadığı, DEM’in de etnik ayrışmayı sistemleştirecek bir anayasal düzen kurulması emelinde olduğu, bilinen bir husustur. Dolayısıyla, bu partilerin desteğinin alınmaya çalışılması, sözkonusu partilere bu hususlarda tâviz verileceği endişesini doğurmaktadır.
Sayın Bahçeli’nin, yakın zamâna kadar bu partilere en ağır eleştirileri yönelttiği hâlde, son günlerde bunların yöneticilerine karşı sevecen bir tutum takınmış olması, sözkonusu endişeleri izâle etmek şöyle dursun, daha da derinleşmesine yol açmaktadır. Sayın Bahçeli’nin, geçmişte Başkanlık sistemine şiddetle karşı olmasına mukabil, hiç kimsenin beklemediği bir anda mevcut sistemin kurulmasının önünü açan keskin bir tavır değişikliğinin içine girmesi, bu endişeleri artıran bir husustur. Benzer bir gelişmenin olabileceğini; Yeni anayasa sürecinde, Cumhûriyetin kurucu değerlerinden bâzılarının, özellikle de ulus-devlet ve lâiklik ilkelerinin işlevsiz kılınması sonucunu doğuracak değişikliklerin yapılmasının gündeme gelebileceğini; Sayın Bahçeli’nin, olağan şartlarda toplumun ezici çoğunluğunun onayını alamayacak olan böyle bir değişiklik talebinin gündeme getirilebilmesinin önünü açmak ve toplumun tepkisinin yumuşatılabilmesini sağlamak amacıyla bu tür bir tavır değişikliğine gittiğini düşünen insanların sayısı hayli fazladır.
Varlık sebebi Türk Milletinin/Devletinin güçlenmesi/yaşatılması olan bir partinin böyle bir sürecin payandası olması elbette beklenemez. Ancak, Sayın Bahçeli’nin 2016 yılı ortalarından itibâren tâkip etmeye başladığı politik tavır, o günden buyana tartışma konusudur. Bu değişikliğin gerekçesi, gerek parti tabanının büyük bir bölümü ve gerekse de -iktidar cenahı da dâhil olmak üzere- toplumun geniş bir kesimi tarafından hâlâ anlaşılabilmiş değildir. Sayın Bahçeli’nin bu politika değişikliğini hangi gerekçelerle yaptığı tarafımızdan da bilinmemektedir. Hâsılı, Sayın Bahçeli’nin 2016 sonrasındaki politik tavrı, toplumun ekseriyetinde kendine yer bulmuş olan “MHP, Cumhûriyet rejiminin altını oyamaya yönelik gelişmelere fırsat vermez” şeklindeki güven duygusunu zedelemiştir.
Son zamanlarda, Sinan ATEŞ dâvâsının, Sayın Bahçeli’yi ve MHP’ni belirli bir yönde davranmaya zorlamak için araç olarak kullanıldığı/kullanılabileceği yorumları da yapılmakla birlikte, biz -âdetimiz olmadığı veçhîle- ispatlanması kabil olmayan söylentilere binâén yorum yapmayı doğru bulmuyoruz.
Vurgulamak istediğimiz husus şudur; Cumhûriyetin kurucu değerleriyle açıkça sorunlu olan partilerin/çevrelerin dâhil edilmesi, anayasa değişikliği çalışmalarının baştan başarısızlığa mahkûm edilmesi sonucunu doğuracaktır. Anayasa değişikliği konusundaki çabaların başarıya ulaşabilmesi için, amacı ve kapsamı konusunda toplumda tereddütsüz bir güven tesis edilmesi gereklidir.
Ulus-devlet ve lâiklik ilkelerinin işlevsiz kılınma endişesi
Cumhûriyetimizin kurucusu, işgâl edilmiş olan Türk Vatanının kurtarıcısı Gâzi Mustafa Kemál Atatürk’e ve Cumhûriyetin kurucu değerlerine karşı saldırıların artması, tabiatıyla, toplumun mühim bir kısmında, yeni anayasa çalışmalarının amacı ve kapsamı konusundaki endişeleri artırmaktadır.
Türkiye Cumhûriyeti, kurucusu tarafından “ulus-devlet” niteliğini hâiz kılınmıştır ve en önemli ilkelerinden birisi “lâiklik” ilkesidir.
Dînin, siyâsetin aracı olduğunda, “birleştirici” değil, “ayrıştırıcı” bir işlev gördüğü, çatışmalara sebebiyet verdiği, târihî tecrübe ile sâbittir. Siyâsî bir mesele dînî bir veçhe kazandığında, tartışma ve uzlaşma zemini ortadan kalkmaktadır.
Lâiklik, din karşıtlığı değildir. Dînî inançlara -ayrım gözetilmeksizin- saygı gösterilmesini, vatandaşların inanç ve ibâdet hürriyetlerinin anayasal teminat altına alınmasını; kamusal hayâtı etkilemediği sürece, bireylerin inanç ve ibâdetlerine devletin müdahale etmemesini; kamusal hayâtın etkilenmesi sözkonusu olduğunda, toplumun ortak çıkarlarıyla hukuk ve ahlâk kâidelerinin de gözönünde bulundurulmasını esas alır. Devletin, üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanmış hukuk ve ahlâk kuraları yerine dînin belirli bir yorumunu benimsemesi durumunda, farklı yorumları ya da inançları benimseyen toplum kesimlerinin mağduriyetine sebebiyet verilebilecektir ki, bunun gerek toplum içinde ve gerekse toplumlar arasında târih boyunca kanlı çatışmalara sebebiyet verdiği, bilinmektedir.
Tanzimat sonrasında başlayan modernleşme dönemiyle birlikte, İmparatorlukta, İslâm’ın belirli bir yorumunu esas alan, aynı zamanda diğer yorum ve inançlara toplum yaşamında uygulanma imkânı veren melez (çok hukuklu) bir sistem denenmiş, ancak bunun mahzurları çokça görülmüştür. Meselâ, farklı inançlara mensup, dolayısıyla da farklı hukûkî düzenlemelere tâbi tâcirler arasındaki ilişkilerin ya da farklı inançlara mensup insanlar için aile-miras hukûkunun farklı biçimde uygulanmaya çalışılması gibi hususlar, işlerin içinden çıkılmaz bir hâl almasına sebebiyet vermiştir.
Cumhûriyetin kurucuları, isâbetli bir kararla, lâiklik ilkesini benimseyerek, bütün vatandaşların eşit hak ve yükûmlülüklere sâhip kılındığı, aynı zamanda bireylerin inanç ve ibâdet hürriyetlerinin teminat altına alındığı bir devlet/toplum nizâmı kurmaya çalışmışlardır. Bu sürecin sorunsuz olduğunu ileri sürmek kabil değildir. Sorunların muhtevası ve sebeplerini tartışmak bu yazının konusu değildir. Ancak, uygulamada, ilkenin ruhuyla bağdaşmayan devlet uygulamaları zaman zaman gerçekleşmiştir. Lâiklik ilkesini, karşıtları dinsizlik olarak nitelerken, aynı şekilde savunucuları arasında da bu yanlış telâkkiyle hareket eden ve inançlı insanlarımızı rencide eden uygulamalara başvuran elitler olmuştur. Bunları, lâiklik ilkesinin yeterince özümsenmemesinden kaynaklanan uygulama hatâları olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Bahusus, lâiklik, hukûkun üstünlüğüne dayalı demokratik nizâmının tesis edilebilmesinin asgarî şartlarından birisi olup, bu ilkeden vazgeçilebilmesi kabil değildir. Bu ilkeyi hayâta geçirmeyi başaramayan Müslüman toplumların yaşadığı din kaynaklı çatışmalar, bizim için uyarıcı olmalıdır. Türk Toplumu, bu açıdan zaman zaman sancılı geçen bir asırlık zaman diliminde, lâiklik ilkesinin önemini ve gerekliliğini kavramış olduğundan, toplumun ekseriyetinin, sözkonusu ilkeye yönelik saldırgan tutumlardan rahatsızlık ve endişe duymasını tabiî karşılamak gerekir.
***
Cumhûriyetin bir diğer önemli ilkesi, ulus-devlet niteliğidir.
Ulus-devlet, vatandaşların kamusal hak ve yükümlülüklerinin, vatandaşlık bağı ve liyâkat gibi objektif kıstaslara göre belirlenmesini, soy-köken, inanç, toplumsal statü gibi hususlara dayalı ayrımlar yapılmamasını esas alır. Ulus-devlet niteliğini hâiz bir devlet yönetiminde, devlet memuru olurken, işyeri açarken, eğitim/sağlık gibi kamusal hizmetleri talep ederken, seçme-seçilme haklarını kullanırken, mülkiyet edinirken, vatandaşlar soy-sop ve kökenlerine, inançlarına, toplumsal statülerine bakılmaksızın, eşit muameleye tâbi tutulur; Meselâ, askerlik çağına gelen, gerekli sağlık şartlarını taşıyan her erkek, askerlik yükûmlülüğünü yerine getirir. Ulus-devlette, kamusal hak ve yükûmlülüklerle ilintili olarak, hiçbir vatandaşa, meselâ memur olmak, işyeri açmak ya da seçme-seçilme hakkını kullanmak isteyen birisine “kökeni/inancı/toplumsal statüsü” sorulmaz, yalnızca aranan objektif şartları hâiz olup olmadığı araştırılır (Bir sınav yapılmış ise, yeterli puanı almış mı, yaş sınırı ve/veya eğitim durumu uygun mu vb.). Her hangi bir etnik ya da inanç gurubuna, olumlu ya da olumsuz anlamda ayrıcalık tanınmaz, kota uygulanmaz.
Vatandaşların, hak ve yükümlülükler bağlamında, köken/inanç/toplumsal statü gibi farklıklara bakılmaksızın eşit muameleye tâbi tutulması, aidiyet duygusunu güçlendirir; her işin ve kamu kaynaklarının en uygun olana verilmesini sağlar (liyakat/verimlilik).
Ulus-devlet niteliğini hâiz olmayan devlet-toplum düzeninin hâkîm kılındığı toplumlarda, millî birliğin tesis edilmesi, liyakate dayalı verimli ve istikrarlı bir kamu düzeninin ihdas edilebilmesi, kamu kaynaklarının en verimli alanlara tahsis edilebilmesi, ülkenin ihtiyaç duyduğu yatırımların öncelikle en uygun bölgelerde yapılması, kamusal görevlerde en yetkin kişilerin istihdam edilebilmesi kabil değildir. Bosna, Lübnan, Irak vb. ülkelerin yaşadığı sorunlar bunun en büyük kanıtıdır.
Fransa, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, kendi egemenlik alanında kalan Lübnan’da, etnik/inanç temelli ayrımı esas alan bir devlet/toplum düzeni tesis etmişti. İkinci Dünya Savaşından sonra anayasal bir nitelik alan bu düzene göre, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanı, Genel Kurmay Başkanı ve bunların yardımcıları gibi görevler, farklı inanç grupları arasında paylaştırılmıştı (Sünnî Müslüman, Şii Müslüman, Ortodoks ve Katolik Hristiyanlar, Maruniler, Dürzîler vs.). Bu ayrım, bütün devlet teşkilatında (bürokrasi, ordu, emniyet vb.) ve toplumun her kademesinde aynı şekilde tesis edilmişti; her grubun bir kotası vardı.
Bu uygulama, toplumun tamamı aynı ırka mensup olmasına (Sami) ve aynı dili konuşmasına (Arapça) rağmen, bir Lübnan milleti oluşmasını engelledi. Millî menfaatlerin yerini grup menfaatleri aldı. Gruplar arasındaki iktidar kavgaları/çekişmeler sonunda iç savaşa dönüştü. 1975-1990 yılları arasında devam eden savaşta, bir zamanlar Doğu’nun İsviçre’si olarak anılan ülke, tam bir harabeye döndü, yüzbinlerce insan hayatını kaybetti. 1990’lı yıllarda pamuk ipliğine bağlı bir barış sağlansa da, ülkede kalıcı bir barış ve huzur tesis edilemedi. Burada vurgulanması gereken husus, “toplumdaki her gruba devlet yönetiminde söz hakkı verme” iddiasıyla kurulan sistem, tam aksine toplumdaki ayrışmayı körüklemiş, derinleştirmiş, sonunda bu çekişmelerin çatışmaya dönüşmesine yol açmıştı.
İlginçtir, 2000’li yılların başında Irak’ı işgâl eden ABD de, Lübnan’da yaşanan sorunlar ortada iken, benzer bir devlet/toplum düzeni kurulmasını sağladı. Toplum Sünnî ve Şii Araplar ile Kürtler olarak bölündü. Kerkük ve Musul gibi petrol Bölgelerinde ahâlinin ekseriyetini oluşturan, İmparatorluk döneminde Irak’ın yönetici/elit kesimini teşkîl eden Türkler ise, göstermelik bâzı uygulamalar dışında, denklemin dışında tutuldular ve zaman zaman kanlı eylemlere de dönüşen karmaşık “etnik temizlik” yöntemleriyle, Türklerin mühim bir kısmının vatanlarından ayrılması sağlandı. Günümüzde, bin yıllık Türk Yurdu Kerkük’te bile, Türkler azınlığa düşürüldüğü gibi, vilâyet meclisine temsilci sokmakta bile zorlanmaktadırlar.
ABD, yaşanan korkunç savaşın ardından, 1995 yılında, Dayton Antlaşmasıyla, Bosna’da da benzer bir devlet/toplum düzeni kurulmasını sağladı. Bosnalı Müslümanlar, Ortodoks Hristiyan Sırplar ve Katolik Hristiyan Hırvatlar, Lübnan benzeri bir uygulama ile, Mecliste ve devlet teşkilâtında ayrı ayrı kotalara sâhip kılındılar. Kezâ, ülkenin içinde, Sırp ve Hırvatların çoğunlukta olduğu yerleşim birimlerine özerklik verildi, ayrı yerel meclisler kuruldu.
Yine dikkat çekmekte yarar var; Bosna’daki bu toplulukların hepsi de aynı dili konuşuyor, aynı ırka mensup, aralarında yalnızca din veyâ mezhep farklılığı var.
Yapılan bu düzenlemeler sonucunda, kurulduğundan beri, sözkonusu ülkelerde çatışmalar, istikrarsızlık süreğen hâle geldi. Lübnan, Irak, Bosna milletlerinin oluşturulabilmesi kabil olmadı. Her seçim sonrasında, hükûmet kurma çalışmaları, umûmiyetle bir sonraki seçime kadar devam etti ve bu süre zarfında bu ülkeler, mütemâdiyen geçici hükûmetler tarafından yönetildi.
Ulus-devlet şeklinde yapılanmayan ülkelerde, her gurubun kendisine dışarıdan bir hâmi bulduğu; Dış çevrelerin, kendileriyle ittifak kuran bu guruplar vasıtasıyla ülkenin iç işlerine rahatlıkla müdahale edebildikleri gözlemleniyor. Bu durum, tabiatıyla, sözkonusu ülkelerde, eğitimden sanayileşmeye, savunmadan tarıma kadar, hiçbir alanda, tamâmiyle ülke yararını ön plâna alan millî politikaların uygulanmasına meydan vermemektedir.
Bugüne kadar, İsrail ve Suriye tarafından defalarca işgâl edilen Lübnan, şu sıralar yeniden İsrail tarafından işgâl edilmekte. Ve, ne yazık ki, bu parçalı yapı, vatan ve millet şuuruna sâhip, vatanı korumak için her türlü tehlikeyi göze alan “yekvücut olmuş” bir ordu tesisine imkân vermediği için, kâğıt üzerinde mevcut olan göstermelik ordu, düşmanın işgâlini seyretmekten başka bir şey yapamamaktadır.
Benzer bir uygulamayı, Ruslar, Sovyetler Birliği zamânında, Türkistan’da tatbik etmişler, Türkleri kendi aralarında boy adlarına göre bölmek ve bunlara tahsis edilen topraklarda ayrı cumhuriyetler kurmak sûretiyle, Türklerin birlik olmasının önüne geçmişlerdir. Zamanla ayrı alfabeler ihdas edildi, şiveler/lehçeler ayrı diller hâline getirildi. Türk Kültürünün gücü ve Türklerin târihte millet vasfını ilk kazanan toplumlardan birisi olması sâyesinde, yapılan bütün bu ayrıştırma çabalarına rağmen, Ruslar, Türk kimliğinin unutulmasını temin edemedi.
Lübnan’da etnik temelli bir toplum-devlet düzeni tesis edilmesini sağlayan Fransa, aynı sistemi kendi ülkesinde ihdas etmeyi düşünmedi. Alman kökenli Franklar, İngilizlerin de ataları arasında yer alan Britonlar, Korsikalılar, Basklılar, Afrika kökenliler gibi onlarca farklı etnik grubun oluşturduğu Fransız toplumunda, ne mecliste ve ne de devlet teşkîlâtında, Lübnan’da uyguladıkları tarzda “köken/inanç” ayrımına dayanan, farklı köken ve inançlara mensup vatandaşlara ayrı kotalar tahsis edilmesi şeklinde bir uygulama sözkonusu değildir.
Bosna ve Irak’ta etnik farklılıkları müesses hâle getiren bir devlet-toplum nizâmı kurulmasını sağlayan ABD de, aynı düzeni kendi ülkesinde tesis etmeyi düşünmedi. Dünyâdaki hemen her milletten insanı bünyesinde barındıran ABD’nde, gerek meclislerinde (Temsilciler Meclisi ve Senato), gerekse bürokraside/orduda, kökeni ve inancı farklı toplum kesimlerine ayrı kotalar tahsis edilmesi şeklinde bir uygulama bulunmamaktadır. Böyle bir talebin hüsnü kabûl görmesi de kabil değildir.
Yalnız Fransa ve ABD değil, Batının bütün önde gelen ülkeleri, ulus-devlet niteliği ile bağdaşmayan girişimlere ülke sınırları içerisinde katiyetle izin vermezken, aynı ülkeler etki alanları içerisine almak istedikleri ülkelerde, ısrarla “etnik temelli, köken ve inanç farklılıklarını müesseseleştiren” bir devlet ve toplum düzeni kurulması konusunda özendirici olmakta ve hattâ, gerektiğinde bu konuda güç kullanmaktan çekinmemektedir.
Hep birlikte Türk Milletiyiz!
Cumhûriyetin kurucuları, büyük bir öngörüyle, İmparatorluğun son dönemlerinde yaşanan sorunlardan dersler çıkararak, Türkiye Cumhûriyetini ulus-devlet olarak yapılandırdılar.
Ulus-devlet, yapısı itibâriyle, devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi “aynı milletin ferdi” olarak kabûl eder. Bu nedenledir ki, sözkonusu ilke doğrultusunda, 1924 Anayasası’nın 88. Maddesinde şu hükme yer verilmiştir “Türkiye ahalisine, din ve ırk farkı olmaksızın, vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.”
Atatürk’ün şu tanımı, Anayasa’nın sözkonusu hükmüyle uyumludur; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”
Bu ilke, 1961 Anlayasının 54. ve 1982 Anayasasının 66. Maddesinde; “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” şeklinde yer almıştır.
Anayasa’nın 66. Maddesi, Devletimizin ulus-devlet niteliğinin teminâtı niteliğindedir. Bütün vatandaşların Türk addolunması, vatandaşların tamâmının, inanç ve köken ayrımı yapılmaksızın, devleti kuran Türk Milletinin aslî ve saygın birer üyesi oldukları, aynı hak ve yükûmlülüklere sâhip kılındığı, kendilerine kökenleri ya da inançları nedeniyle ayrımcılık yapılmayacağı konusunda vatandaşlara verilmiş bir teminat niteliğindedir. Böylesine kapsayıcı/kuşatıcı/kucaklayıcı bir millet tanımından kim/neden rahatsız olabilir ki?
Ancak, Türk Milletinin bütünlüğüne yönelik etnik fitne kazanı, her zamanki gibi fokurdamaya devâm ediyor. Yeni Anayasa söylemlerinin gündeme gelmesiyle birlikte, özellikle sosyal medya yoluyla, etnik kimliklerin öne çıkarılması yönünde olağanüstü bir faâliyet gözlemleniyor. AB tarafından desteklendiği ileri sürülen bâzı kanallarda, âdetâ etnik sayım yapılıyor; il, ilçe ve hattâ mahalle bâzında, vatandaşlarımız köken ve inançları itibâriyle tasnif edilmeye çalışılıyor. Türk Edebiyatı derslerinin isminin Türkçe Edebiyat olarak değiştirilmesi, Türk Müziği, Türk Tarihi gibi terimler yerine “müzik, tarih” gibi terimlerin kullanılması öneriliyor. Bilinçli bir şekilde Türk Ekonomisi, Türk Toplumu gibi terimlerin yerine Türkiye Ekonomisi/Toplumu gibi ifâdeler kullanılıyor. Etnikçi partinin yerel yönetimleri kazandığı yerlerde, Türkçe olan ve milletimizin tapu senedi mesâbesinde olan yerleşim yeri, cadde, sokak, mahálle-meydan, dere-tepe, ırmak-çay ilh… isimleri değiştiriliyor. Türkiye “Türklerin yurdu” demek. “Türk Milleti” mefhumu ifsâd edildikten sonra, sıranın Türkiye ismine geleceğini düşünebilmek için, vasat zekâlı olmak yeterlidir. Bu tür meşum faaliyetlerin, Yeni Anayasa söylemlerinin gündeme gelmesiyle birlikte hızlanmış olması ve ülkede etnik temelli bir yapılanma emelinde olan partilerle dirsek temasına girilmesi, haklı olarak toplumun sağduyulu kesiminde büyük endişe uyandırıyor.
Anayasa’dan 66. maddenin çıkarılması durumunda, tıpkı Lübnan, Bosna, Irak vb. ülkelerde olduğu gibi, vatandaşların kökenleri ve inançları itibariyle farklı kimliklere sâhip kılındığı “parçalı” bir devlet/toplum düzeninin temelleri atılmış olacaktır. Millî birliği parçalanan toplumların ne büyük acılar yaşadığını anlamak için, çevremize bakmamız yeterlidir.
İlk ve ortaöğretimde yerel dillerde eğitim uygulamasının önü mü açılacak?
Yeni Anayasa/Anayasa değişikliği tartışmaları sözkonusu olduğunda, umûmiyetle en büyük tartışmanın ilk dört madde konusunda olacağı düşünülüyor. Biz aynı düşüncede değiliz. Bu, bir yanılsamadır. Bâzı çevrelerce, toplumun dikkatini başka yöne çekmek ve sonra da “bak, Anayasanın değiştirilemez maddelerine dokunulmadı” diyerek toplumun rahatlamasını sağlamak için, bilinçli olarak yapılıyor olabilir. Düşüncemiz odur ki, eğer iktidar cenahı Anayasa çalışmaları konusunda DEM’in desteğini almaya çalışırsa, açık ya da örtülü bir şekilde, etnikçi cephe iki konuda ısrarcı olacaktır; ‘Anayasa’nın 66. Maddesinin değişmesi’ ve ‘ilk ve orta öğretimde yerel dillerle eğitime izin verilmesi’.
Muhtemelen, bir strateji olarak, bu isteklerini perdelemek için, kabûl edilmesi kabil olmayan başka pek çok istek de öne sürülecektir; Öcalan’ın serbest bırakılması ya da ev hapsine çıkarılması, genel af ilân edilmesi, silâhlı eyleme karışmamış olanların cezalarında indirim yapılması vs. Görüşmeler sırasında, muhtemelen bu konularda geri adım atılacak, tâviz verilmiş gibi görünecek; iktidar cenahı da, kamuoyuna, “DEM’in isteklerinin çoğunu kabûl etmedik” deme imkânına kavuşacaktır. Bu aşamada “Anayasa’nın 66. Maddenin kaldırılmasının sağlanması” ve “ilk ve orta öğretimde yerel dillerde eğitim yapılabilmesinin önünün açılması”, bölücü hareketin târihindeki en büyük kazanım olacaktır.
Ülkemizde, hâlén -uluslararası anlaşmalara dayalı olarak- İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca eğitim yapan ortaöğretim kurumları olmakla birlikte, bunların sayıları anlaşmalarla sınırlanmış olup, iki elin parmakları kadardır. Dolayısıyla, yukarıda bahsolunan girişime emsál gösterilemez.
Burada uzun teorik izahlar gereksiz olur; dil, millet olmanın asgarî şartıdır. Milletin dili tektir. Dil, yalnızca basit bir iletişim vâsıtası değildir, milletin rûhudur. “Vatan” denilince, Türk’ün yüreği titrer, tüyleri diken diken olur. Kelime Arapça kökenli olmasına rağmen, bir Arap’a “vatan” dediğinizde, bön bön bakar, Sizin neden heyecanlandığınızı anlayamaz.
Bölücü fitneyi destekleyen mihraklar, adına salam taktiği de denilen bir strateji uyguluyorlar. Buna göre, ayrılığa giden yolun kaldırımlarını döşemek amacıyla, bir adım atılıyor, bir takım taleplerde bulunuluyor, bekleniyor, Devletin/Milletin en zayıf ânı kollanıyor, yönetenlerin bilgi ve idrâk noksanlığından da yararlanarak, havuç-sopa siyasetiyle istenilen kazanım elde edildikten sonra, yeni bir safhaya geçiliyor ve süreç bu şekilde devâm ediyor. Gelinen safhada, grameri olmayan, her ilçe ve köyde “konuşma lisanı” olarak varlığını sürdüren yerel ağızların standart bir dil hâline getirilmesi, bir gramerinin/alfabesinin oluşturulması, kullanımının yaygınlaştırılması, yeni nesillere etnik şuur kazandırmak sûretiyle Türkçe konuşmanın bırak(tır)ılması, amaçlanıyor. Bu sürecin sonunda, zihniyle ve gönlüyle kendisini Türk Millî bütünlüğünün içinde gören pek çok insanımızın, devşirilmesi, Türklükten soğutulması; Üstelik, millî birliğimizin zayıflamasına sebebiyet verecek bütün bu faâliyetlerin Türk Devletinin imkânlarıyla gerçekleştirilmesi hedefleniyor.
Anayasamızın 42. Maddesinde; “… Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” denilmek sûretiyle, yukarıda bahsedilen türde girişimlerin önüne set çekilmiştir. Muhtemeldir ki, bâzı çevrelerce, yeni anayasada bu maddeye de yer verilmek istenmemektedir.
“Hep Birlikte Türk Milleti” olduğumuzun tescili olan ‘Anayasa’nın 66. Maddesinin kaldırılması’ ve ‘ilk/orta öğretim okullarında yerel dillerle eğitime izin verilmesi’, ulus-devletin tasfiyesi konusunda bugüne kadar atılmış en büyük adım olacaktır. Babil Kulesi gibi, üç-beş kişi bir araya geldiğinde, “benim ana dilim bu” diyerek Türkçe’den farklı bir dilde eğitim talebinde bulunabileceği bir sistem, Allah muhafaza, Devletimizin -kendi imkânlarıyla- tasfiyesi sonucunu doğuracaktır.
Türkiye, ırk bakımından Dünyânın en yeknesak/homojen toplumlarından birisi olmasına rağmen, özellikle İmparatorluğun son dönemlerinden itibâren, huzur ve güven içinde yaşayabileceği yegâne yer olarak gördüğü için, yâd eline düşen vatan topraklarından ve zulüm gördükleri ülkelerden Anadolu’ya akan çok sayıda kardeşimiz, Türk Milleti’nin engin hoşgörüsüyle kendi gelenek ve göreneklerini yaşatırken, aynı zamanda da Türk Birliğinin içinde yer almıştır. Üstelik, bu insanların mühim bir kısmı da, zâten, o toprakların fethini gerçekleştiren ‘Evlâd-ı Fâtihan’ın torunlarıdır. Kezâ, Kuzey Kafkasya’dan Rus zulmünden kaçarak Anadolu’ya sığınan kardeşlerimizin kahir ekseriyeti ırken de Türk olduğu gibi, geri kalanlar da birlerce yıldır Türk Milletiyle kader birliği yapmış, Türk kültür ve töresini benimsemiştir. Kafkasya, Metehan’dan buyana, Türkeli’nin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu topraklardaki Rus hâkimiyetinin geçmişi iki yüzyılı bile geçmez. Şimdi, bu insanlara, “ata-dede dilinle eğitim göreceksin” demek, “Sen bizden değilsin” mânâsına gelir, bu sonucu yaratır. Oysa, günümüz Türkiye’sinde, kendi kurdukları dernek/vakıf gibi kuruluşlar tarafından açılan kurslarda, isteyen herkes, dilediği dil ve kültür unsurunu öğrenme ve tatbik etme imkânına mâliktir. Ancak, okulda eğitim Türkçe olmak zorundadır.
Bahsedilen uygulamaları açık ya da örtülü bir şekilde bize tavsiye eden, imkân bulduğunda dayatan Batılı devletlerin, kendi ülkelerinde tam aksini yapmaları, meselâ Almanya’da, Türk öğrencilerin okul bahçesinde dahi Türkçe konuşmalarının yasaklanması, içimizdeki bâzı insanların gözünü açmıyor. İnsan buna şaşırıyor.
Târihten niçin ders almıyoruz?
Tanzimat ile birlikte, Devletimiz, Türklerin/Müslümanların ayrıcalıklı/idâreci olduğu yönetim sisteminden, -ırkı ve kökeni ne olursa olsun- bütün vatandaşların eşit hak ve yükûmlülüklere sâhip olduğu yeni ve modern bir yönetim sistemine geçmek istemişti. Batılı devletlerin tavsiye ve telkinleri de bu yönde idi. Bu telkinler bâzen zorlamaya da dönüşüyordu.
Tanzimat ricâli, bütün vatandaşlar “Osmanlı” olarak kabûl edildiğinde, ayrılıkçı hareketlerin sona ereceğine, böylelikle tek bayrak altında birleşen bütünleşik bir toplum/millet vücûda getirilebileceğine samimiyetle inanmışlardı. Ancak, gerçek hiç de böyle olmadı. Eşit haklara sâhip kılınan ekalliyet mensubu vatandaşların Osmanlılığı, Mebusan Meclisi üyesi Rum milletvekili Boşo’nun deyimiyle, “Osmanlı Bankası kadar” oldu. Askerlik ve vergi gibi konularda, vatanın bütün yükü, Türklerin üzerine kaldı. Önce, İmparatorluğun gayrimüslim ahâlisi, sonra da -Araplar ve Arnavutlar gibi- Müslüman ahâli, bağımsızlık mücâdelesine başladılar. 1. Dünyâ Savaşı gibi ölüm-kalım mücâdelesi verdiğimiz anlarda, Türk’ten gayrısı vatan savunmasına destek vermediği gibi, Ordumuza karşı düşman safında kurşun sıkmaktan da çekinmediler. Sonunda, yaklaşık yüzyıldan buyana rahat döşek yüzü görmemiş olan Türk Milletinin büyük fedâkárlıklarıyla, ancak Anadolu toprakları kurtarılabildi.
“Osmanlı” yapıldıkları takdirde “Devlete sâdık birer yurttaş hâline gelecekleri” düşünülen ekalliyet mensuplarının “milli kimlik” kazanmalarında ve ayrılıkçı düşüncelerle yetişmelerinde en önemli etken ise, misyonerlerin yoğun destek ve çabasıyla kurulan azınlık okullarıydı. Buralarda, azınlık yönetimince belirlenen farklı bir müfredatla ve azınlık dillerinde eğitim gören çocuklar, bilhassa târih ve edebiyat derslerinin millî kimlik inşâsına yönelik olmasının da etkisiyle, yaklaşık bir yüzyıllık zaman dilimi içerisinde “farklı millî kimliklere sâhip bireyler” olarak yetiştiler ve ayrılıkçı hareketlerin bayraktarlığını yaptılar. Bu okullarda, aynı zamanda azılı birer Türk düşmanı olarak yetiştirilen bu insanlar, fırsatını bulduklarında, mesela 1. Dünyâ Savaşı sırasında, cephe gerisindeki mâsum Türklere karşı insanın muhayyilesini zorlayan yöntemlerle acımasız katliamlara girişmekten de geri durmadılar.
Oysa, Batılı ülkeler, tıpkı günümüzde olduğu gibi, o zaman da, bize yaptıkları tavsiye ve telkinlerin tam aksini yapıyorlardı; sömürgelerinde yaşayan yerli halka hiçbir sosyal ve siyâsî hak tanımazken (Sosyal ve siyâsi hakların tanınması şöyle dursun, bâzı sömürgelerde yerli halkın ayakkabı giymesi bile yasaklanmıştı.), anavatanda, ulus-devletin gereği olarak, farklı kimlik inşâsına yol açacak hiçbir girişime izin verilmiyor, okullarda millî dil ile eğitim yapılıyor, millî kimlik inşâsında büyük önemi olan dil-târih-edebiyat derslerinin müfredâtı, güçlü aidiyet duygusuna sâhip vatandaşların yetişmesini sağlayacak şekilde belirleniyordu.
Cumhûriyetin kurucuları, son yüzyıllarda Türk ve Dünyâ târihinde yaşanan gelişmeleri de dikkate alarak, ulus-devletin önemini kavramışlar, devleti bu şekilde yapılandırırken, eğitim sistemini de “Türk Milletine aidiyet bilinci yüksek, donanımlı bireyler yetişmesini sağlayacak şekilde” yeniden tesis etme çabasına girişmişlerdi.
Cumhûriyet Türkiyesi, ulus-devletin tesisi, eğitimin yaygınlaştırılması, donanımlı ve Türklük bilinci yüksek bireyler yetiştirilmesi konusunda gösterilen gayretlerin karşılığını büyük ölçüde almıştır. Bir asrı geride bırakan Cumhûriyet Türkiyesi, bu zaman zarfında askerî, siyâsi, iktisâdî pek çok zorlukla karşılaşmış olmasına rağmen, millî birliğini korumayı başarmıştır. Ülkemiz/bölgemiz üzerine meşum emelleri olan ülkelerin açık-örtülü destek ve kışkırtmaları sonucunda yaklaşık 40 yıldır sürdürülen ayrılıkçı terör eylemleri, amacına ulaşamamış; Bölücü mihraklar, vatandaşlarımız arasında güçlü bir destek sağlayamamış; Terör eylemleri sonucunda yaşanan onca acıya rağmen, vatandaşlarımız arasında “etnik temelli” hiçbir olumsuz eylem vukû bulmamıştır. Aynı durum, sürekli kışkırtılan mezhep temelli kışkırtma eylemleri için de sözkonusudur. Madımak ve Başbağlar olayları gibi, maksatlı, örgütlü ve dış destekli olduğu açık olan eylemler dahi, vatandaşlarımızın sağduyusu sebebiyle, çatışma ortamının yaratılmasına zemin hazırlayamamıştır. Bütün bunlar, Cumhûriyetin, etnik/inanç temelli ayrımlara izin vermeyen, bütün vatandaşları Türk Devletinin/Milletinin eşit ve saygın bir üyesi olarak kabûl eden anlayışının ne kadar isâbetli olduğunu ve bu anlayışın güçlü bir şekilde yerleştiğini ortaya koymaktadır.
Hülâsa, hiç gereği yok iken, ülkenin âcîlen çözüm bekleyen pek çok sorunu mevcut iken, başarıya ulaştığı tereddüde mahál veremeyecek kadar açık olan ulus-devlet ve lâiklik ilkelerini zayıflatmaya ve belki de fırsat bulunursa ortadan kaldırmaya yönelik anayasa değişikliklerinin Türk Milletinden destek bulmayacağına kaniyiz.
Sonuç itibâriyle,
Ülkemizde, 2017 referandumuyla yapılan parlamenter sisteme son verilerek fiîlî başkanlık sistemine geçilmesi, ülkemiz için hayırlı neticeler vermemiştir. Bu itibarlâ, Anayasamızda, yeniden parlamenter sisteme dönülmesini, denge-denetim mekanizmalarının tesis edilmesini, devlet teşkilâtının yeniden liyakat-verimlilik esaslı bir yapıya kavuşturulmasını sağlayacak değişikliklerin yapılması elzemdir. Ancak, bu değişiklikler yapılırken, Cumhûriyetimizin kuruluş esasları arasında yer alan lâiklik, ulus-devlet gibi ilkelerin tartışma konusu yapılmayacağı; Anayasamızın ilk dört maddesi, 42. ve 66. Maddesi gibi “devletimizin ulus-devlet niteliğinin teninâtı olan hükûmlerinin” değişiklik kapsamında olmadığı; “yerel dillerde eğitim yapılması” gibi -millî birliğimizi zedeleyecek- girişimlerde bulunulmayacağı konularında topluma kesin, açık ve samimi beyanlarda bulunması gereklidir.
.