Resmin ve Şehrin Kristal Ruhu; Ahmet Yakupoğlu

Tam boy görmek için tıklayın.

Kütahya…

Geometriyi, âhengi ve ruhaniyeti derûnunda sırlayan bu şehrin kalbine yolculuk etmeden evvel onu içer(im)de bir yerde çınlayan bir ses olarak algılardım.

Erzurum’da doğmuştum. Baba dedelerim Kuzey Doğu Kafkasların doruklarından süzülüp gelse de ben doğduğum şehirde evvelâ hikmet sofralarında diz çöküp oturmayı öğrenmiştim anne dedemden.

Selçuklunun kristal aklıyla simlenip saçaklanmış çocuk ruhum Bursa’ya göçtüğünde ilk defa burma üsküflü sultanların yeşil sandukaları önünde önce toprağı sonra gökleri kurcalamıştı. O sandukaların altındakileri görmek için ne kadar yanmış, rüya kapılarının önünde âdeta istihare ağaçlarına dönmüştüm.

Şimdi dönüp geriye baktığımda beni ilk gençliğimden beri “Aynadaki Münzevî” olmaya iten içsel yürüyüşün bir çok insanın beni toplum dışı bir yaratık olarak görmesinden çok kendi ruhuma doğru duyduğum o iç sesin izine doğru hüzünlü bir yolculuk olduğunu görüyorum.

Bir ağacın kökleri gibi parmaklarını taşa geçirmiş mütemadiyen kelime toprağını kazıyan ve yazdıklarını toprak misali geriye fırlatmaktan başka bir iş yapmayan bu garip varlığı zorla ekranlara çıkardıkları gün içimdeki söz mahşerine rağmen benliğimin bir sükût heykeli kesilmesindeki ısrarını şimdi daha iyi anlayabiliyorum.

 Henüz kendini bulamamış ve yazdığı üç beş yazı ve şiirle derhal ekranlarda boy gösterip mütemadiyen kitap imal eden ve ardından sayfa sayfa mülâkatlar veren akranlarımı ve kendimden küçükleri gördükçe ruhum daha çok kaçmak istiyor ve gereksiz yere üstlendiğim bir kavgadan yorgun düşmüş gönlüm ise bütün bu yükleri atacak bir kuytu arıyordu.

Bu zamansızlığa ve ikinci hayata gözümü açtığımda ilk gördüğüm silüet Ken’an Rifâî Hazretleri idi. Sonra Samiha Anne.. Sonra Safiye Erol.. Şark’ın sevgili evlâdı Dr. Randel’in rahlesinde pişmiş ve Ken’an Rifâî’nin rahlesinde erimiş Sofi Huri ve elbette Medeniyyet şairi Yahya Kemâl.

Fakat bunlardan en ziyâde ruhumu gizli bir kuvvet gibi çeken ve önceleri bilinçsiz sonraları şuurlu bir şekilde önünde çoktan diz çökmüş olduğumu fark ettiğim Süheyl Ünver. O öyle bir mürşit ki tespit ettiği ruhu gövdesi olmadan da peşinden sürüklüyor, izleri sürdürüp eğitiyor. İşte o vakit insan bu gölgeler yurduna niçin geldiğini ve gayesini anlıyor. Ve anlıyorum benim de derdim kayıp hazinelerimizi ve medeniyetimizi bulmak ve onu yeniden anlamak.

Süheyl Hoca, Marmara’nın sularında sırlanmış Hüdâî Hazretleri’nin ruhu ile birlik olmuş simsiyah gecelerde çok uzaklara kayan yıldızların dağılan tozları gibi garip mesajlar gönderiyordu ruhuma. Sanırım Ahmet Yakupoğlu da duymuş belli belirsiz bu fısıltıyı.

1920 senesinde Kütahya’nın Saray Mahallesi’nde doğmuş. Babası Hacı Halil Ağa ve annesi Şefika Hanım hiç şüphe yok ki Germiyanoğlları’nın bütün ince hususiyetlerini moleküllerinde taşıyan nadide insanlarmış.

Yakupoğlu Hoca, benliğini oluşturan ilk iksirleri evlerinin kütüphanesindeki o taş baskı kitapların resimlerinden, şark hikâyelerinden ve kahramanlık destanlarından almış.

Ne garip değil mi kalemden evvel tuşlara bağlanan şimdiki çocukların parmaklarından artık bir sanat ve düşünce tezahürü görmek ve beklemek ne kadar beyhude!

Ahmet Yakupoğlu, varlığı, kültürü ve maziyi, şehri ve mekânı ve de insanı -evvelâ insanı- insan-ı kâmili kendi ruhunda eriterek ve o yolda eriyerek ermiş bu yola. Onun Süheyl Hoca ile ilk karşılaşması ve ilerlemesinin özünde bize şimdi acayip gelse de mürşit-talebe münasebeti var. Bu hâli anlamamız için bizim de onların ruhunda kendi özümüzü bir nebze eşelememiz gerekmektedir.

Derinde… En derinlerdeki köklerimize ulaşıncaya dek hem de…

 

Açılır Bahtımız Bir Gün Hemen Battıkça Batmaz Ya…

Ben zihnimde kazımaya başlamıştım bile şehri. Seramikleri Hatti ülkesinden beri sinesinde pişirmiş bu şehrin musiki nehri Frigler zamanından beri akmış damarlarından. Ancak onu aşkın ve mimarinin damarlarından süzen ne Roma’nın sükûttan fırlayarak edebini yitirmiş Grek ruhunda ne de putperstlikten bozma Bizans ruhunda aramak gerekir. Onu işte şurada, şehrin fokur fokur kaynayan yüreği Simav’ın, Tavşanlı’nın buhurdan gibi tüten mâzisindeki siluetlerde, Selçuklu ve Germiyanlı ruhunda, Osmanlı huzurunda aramakla umud edebiliriz.

İçinde ince ve zarif hiçbir unsur barındırmayan dünya hikâyelerine mukabil “evliyalığın” ve “çelebîliğin” mütemâdiyen seyr edildiği bir şehir Kütahya. Burada hiçbir şey yabancı gelmez size. Ne Ezop’un masalları ne de eski ahşap konaklar. Biraz Bursa, Biraz Üsküp, biraz Medîne hatta Şam kokar. Ama en çok da Bursa kokar, Bursa’ya kokar bu şehir.

Çelebî Mehmet Hân’ın annesi Devlet Hâtun çeyiziyle birlikte gelmiş Bursa’ya. Mevlâna soyundan gelen bu yüce ruh yüzyıllarca Atabek’lik yapmış Osmanlı’ya. Ne ki son Atabek’i Ahmet  Yakupoğlu’nu da böylece taşımış genetik hâfızasıyla yarına.

Yola çıkarken kıpkızıl bir fecir aydınlığı vardı Bursa’da. Şimdi Hisar’dan şehre baktığımda gümüş haleler içinde tüten Ulucami, tufandan önceki zamanlara mahsus bir gemi gibi etrafında yok olmaya yüz tutmuş ne varsa varlığında toplamış zaman okyanusunda yüzüyor gibi.

Bugün hava sonsuz iyiliklerle dolu bir sıcaklık ve berraklık bahşediyor şehre. Bir an önce bu iyilik dolu gökkubbeye açılan şehrin kubbelerini görmek için sabırsızlanıyorum. Bana öyle geliyor ki kubbeler insanlarında sinesinde biriktirdiği çileleri avutmak için sığındığı gök hunileri gibiler. Salikin çilesi kadar büyüyen ve genişleyen ilâhi nefhanın sezildiği, Cebrâil’in kanat hışırtılarının duyulduğu gök hunileri.

Ahmet Yakupoğlu da dağlardan şehre bakmaya başlamadan evvel, şehirden dağlara ve ufuklara, uzaklara bakmış olmalı. Tâ ilk mektep yıllarından başlayarak resimleri iftihar tablolarını süsleyen bu çocuk büyüdükçe içindeki deha da doğduğu şehrin derûnundaki volkanlar gibi kaynamış ve taşıp vadiler aşacak bir nokta aramış. Lise hocaları resim yapması konusunda mütemadiyen yönlendirmiş hatta liseden sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmesi için teşvik etmişler.

Memleketin o yıllardaki yoksulluk manzaralarını ifade etmeye ne hâcet. Gel gör ki gönül ferman dinlemiyor. Genç Ahmet bulup buluşturduğu imkânlarla soluğu İstanbul’da ve akademi kapısında buluyor. Fakat ne yazık ki buna muvaffak olamıyor. İstanbul bütün kapılarını yüzüne kapatsa da o göğe çeviriyor bakışlarını.

Öyle ya…

 Göklerin kapısı da kapanmaz ya…

“Açılır bahtımız bir gün hemen battıkça batmaz ya

Sebepler halk eder Hâlık, kerem bâbın kapatmaz ya.”

***

Yolcuya gereken…

Târih kitapları şehirlerin geçmişinden bahsederken onları Genç Miyosen, Neolitik, Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit, Frig, Hellenistik, Roma, Bizans gibi dönemlere ayırarak bir takım kronolojik bilgiler sıralarlar. Kendi yaşadığı şehre ait bunca bilgi bulamacını hazmedemeyen şehirli hafızası ise ne yazık ki yazılıp silinmekten yıpranmış eski bir kâğıt parçası gibi olmuş kafasıyla her gün önünden geçip gittiği eski mabetlerin, kubbelerin, hazirelerin, mezar taşlarının ona neler söylediğini anlayamıyor.

Oysa bir şehri anlamak ve çözmek için ne kaleye, ne burca ne de çanak çömleğine bakınız. Onları gören kendi gözlerinize bakınız. Çünkü eşyanın ardındaki o sır sizin kendi içinizde, eşyaya bakışınızda gizli. Bu sebeple siz bir abide, bir kitabe yahut minareye ne kadar bakarsanız bakın o size kendisini anlayacak ve anlamlandıracak en ufak bir gayret göstermez.

İşte mutabık kalmamız gereken nokta burasıdır. Çünkü tarih öncesinden beri insanlar hep bu nokta-i nazardan bakmışlar yahut bakamamışlar evrene. Antik Yunan’ın “sophos” dediği, bizim geleneğimizde adı “hikmet” olan bir nevi edep gözlüğü. Hikmet bilgisi eşyayı ve hadiseleri kendi hakîkatiyle olduğu gibi “edeple” kavramanın bilgisi.

Bu anlamda eşyâyı anlamak için sadece malûmat sahibi olmamız yetmiyor. Aklımızı yükseltip gözümüzü de derinleştirmemiz gerekiyor.

Ahmet Yakupoğlu çaresiz memleketine döner ama ümidini kaybetmez. Resim yapmaya, çizgilerle ve boyalarla eşyânın ardındaki sırrı kurcalamaya devam eder.

Gerçek sanatçılar gariptir… Kendileri bir sırrın peşinden koşarken gerçekte kendilerinin bir sır taşıdığını bilemezler.

Onları keşfetmek yâni kendilerine ve âleme parlamadan evvel gizlendikleri o peçeyi kaldırmak ancak ârif ve kâmil kişilerin keşfi sayesinde olabilir. İşte bu kâşif ve kâmil-i mükemmil Süheyl Ünver Hoca’dan başkası değildir…

Saliha MALHUN

Yazar
Saliha MALHUN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen