Zafer ÖZER
Hayatımızda hiç olmayan ya da eksik olan şeylerin çok sözünü ederiz. Belki olmayana karşı bir özlemdir bizimkisi. Sahip olunan şeylerin pek fazla sözü edilmez. Kişi kendinde bulunan meziyetlerin lafazanlığını pek yapmaz. Örneğin kendinden emin olan erdemli kişiler, -ben çok iyiyim, mükemmelim, ben haksızlık yapmam, çok yardım severim, ben dindarım, kul/yetim hakkım yemem, kamuda adaletli davranırım gibi laflar etmez. O, söz ve eylemlerinde tutarlıdır, değerleri bizzat yaşayan olduğu için değerlerin edebiyatını yapma gereği duymaz. Ve yapıp edilenleri değerler üzerinden yargılar ve günlük/kamusal yaşam içerisinde yapılan haksızlıklara her hangi bir beklenti ve tepki kaygısı taşımadan müdahil olma; en azından yanlışa yanlış deme erdemini gösterir. Bunlar bireysel/özel dünyamızla ilgili tavırlardır.
Eğer kamusal yaşam içerisinde insanlar arasında erdem/ahlak ve değerlere dair çokça laf edilmesine, özellikle kamusal alan içerisinde hak/hukuk/adalet/ahlak kavramları üzerinde serzenişler çoğalmasına rağmen insanlarda bir çaresizlik görülüyorsa orada durup derin derin düşünmek gerekir. Çünkü insana dair arızaların temelini iki kavram belirler; adalet ve zulüm. Bir yerde adalet ile ilgili sıkıntılar artıyorsa, orada ortalama yaşam standartları düşüyor ve insan türü olarak kendi varlığı(öz benliği/onuru) ayaklar altına alınıyordur. İnsana yönelik her haksız eylem, kendi türüne yapılan zulümdür. Bundan dolayı kutsal metinlerin insana/hayatın içine dair öğretileri adalet/zulüm kavramları üzerinden inşa edilir. Adalet kavramının ne olduğu üzerinde kısaca durmak gerekirse adalet: hak sahibine hakkını verme, hak ve hukuka uygun davranma ve onları gözetme, doğru olma, bir şeyi yerli yerine koyma, itidali tercih etme, dengeli ve ölçülü davranmak, kendi mülkünde tasarrufta bulunma, başkasının hakkına tecavüz etmeme; devletin, kişilerin çatışan çıkarları arasında hakka uygun denge sağlaması olarak tanımlanmıştır. Kutsal metinlerde ise ferdi ve içtimai hayattaki düzen ve nizamın yegâne sağlayıcısı olarak görülen ve sürekli vurgulanan adalet; doğruluk, dürüstlük, takvalı olma, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine göre davranma, tarafsız olma şeklinde ifade edilmiştir.
Adalet demişken adalet üzerine oluşturulmuş bir teoriyi gündeme getirmek istedim. Bu daha çok “Adalet Dairesi” şeklinde formüle edilip yüz yıllardır söylenegelmiştir. Adalet dairesinin temeli kadim Mezopotamya toprakları içerisinde atılmış; Sümer, İran, Hint gibi medeniyetlerin birikimiyle şekillenerek Selçuklu/Osmanlı’ ya kadar uzanan din/devlet/toplum ilişkilerini düzenleyen siyaset felsefesinin özet (söz dizimi) halidir. Bir başka ifade ile sekiz halkalı adalet dairesi.
Kınalızâde Ali Efendi’ nin, ahlak felsefesi üzerine yazdığı, Türkçe yazılmış ilk ahlak kitabı olan Ahlâk-ı Alâi isimli eserinde devlet yönetimi ve siyasî ahlaka dair açıklamalarda/önerilerde bulunmuştur. Kitapta mülkün korunması, adaletin tesis edilmesi, devlet başkanının ve diğer yöneticilerin özellikleri, devlet-toplum ilişkisi, ordunun durumu gibi bazı önemli konuları ele almıştır. Kınalızâde’nin, özellikle de adalet üzerinde ısrarla durduğu görülür. Kınalızâde Ahlâk-ı Alâi’ de Aristo’ya nispet edilen, İbn Haldun’un da Mukaddime’sinde mevzu ettiği adalet dairesini ele alır. Devlet-toplum-ordu ilişkisine işaret eden ve nizam-ı âlemin ancak adalet ile sağlanabileceğini gösteren adalet dairesi Kınalızâde’de şu şekilde ifade edilmiştir:
Adalet dairesi:
“Adldir mûcib-i salâh-ı cihan
Cihan bir bağdır dîvarı devlet
Devletin nâzımı şeriattır
Şeriata olamaz hiç hâris illâ mülk
Mülk zapt eyleyemez illâ leşker
Leşkeri cem edemez illâ mal
Malı cem eyleyen râiyettir
Râiyeti kul eder pâdişah-ı âleme adl.”
Kelimeleri günümüz Türkçesine çevirirsek:
-Dünyanın düzenini, kurtuluşunu ve saadetini sağlayan adâlettir.
-Dünya bir bahçedir, duvarı ise devlet
-Devletin nizamı kanunlardır… yani hukuk.
-Kanun ancak siyasal kurum ile korunur.
-Otorite, kudret, ancak ordu ile zaptedilir.
-Ordu, ancak mal ile ayakta kalır yani iktisat/para ile…
-Malı toplayan halktır.
-Halkı idare altına almak ancak ülkeyi yöneten iradenin adâletiyle mümkündür.
Daireyi günümüz düşüncesi/anlayışı üzerinden şerh edersek:
-İnsan toplu halde yaşama zorunluluğuna bağlı olarak inşa ettiği birbirleri arasındaki ilişkilerin belli normlara oturtulmasını yani hukuk ve devleti gündeme getirmiştir. Bu düzen içerisinde insan ancak adaletle barışı ve mutluluğu yakalayabilir.
-Toplu halde yaşayan insanların birlikte uymaları gereken ve kendi aralarında uzlaşı sağladıkları bir toplumsal sözleşme (yasa) gerekir.
-Yasaların uygulanabilmesi, hayat bulabilmesini sağlayacak bir organizasyona ihtiyaç vardır. Bu da yönetim erkidir. Devlet/hükümet
-Yurttaşlar, huzur ve barış içinde yaşayabilmek için devletin kurallarına/kanunlara uymak zorundadırlar.
-Devlete-hükümete yani yaslara bağlı olmayı sağlayan şey, devleti yönetenlerin kendilerinin yaslara uymaları ve adil olmalarındandır.
-Çünkü adalet mülk ve devletin güvenliği ve gelişmesinin teminatıdır (Adalet mülkün temelidir).
-Mülkü korumak için askere ihtiyaç vardır.(Ordu)
-Askerin varlığı için mal (toprak-mahsul-üretim) ve para lazımdır.
-Üretimi yapan, toprağı ihya eden ve parayı sağlayan (vergi veren) râiyettir (yani halktır).
-Vergiyi adaletle toplamak ve adaletle harcamak devletin/hükümetin görevidir.
-Devletin ayakta durmasının(barış/sulh/huzur/emin olma) (yani nizâm-ı âlemin) asıl sebebi adalettir.
Öylesine hassas bir daire ki, halkaların herhangi birinde kopma ya da tahribat olması durumunda dairenin varoluş hükmü kaybolacaktır. İnsan için erdemli/onurlu yani anlamlı bir hayat sürme adına belki de en kritik varoluş ölçütü bu daireye gösterebileceği özendir. Bu özeni sağlayabilmenin en temel koşulu, (insan olma dışında) öznel kabulleri paranteze alabilmektir. Esen kalınız…
————————————
Kaynak: