Büyük şehirlerde yaşamak istatistiğin, sayıların bir parçası anlamına geliyor günümüzde. Giderek sevgiden, merhametten uzaklaşan; bilgiye sahip olduğu vehmini taşıdığı hâlde insanın iç dünyası hakkında pek bir şey bilmeyen, çoğu zaman bir tüketim çarkına hizmet etmek üzere yaşayan insanlardan birisi olmak kalabalıklarda doğal karşılanıyor. Böyle yerlerde insanın ilk hissettiği şey bir arayış duygusudur. “Ben burada neyim, ne arıyorum, ne olacağım?” soruları insanı çok derinden kavrar. Bunlara bir karşılık bulamayınca da insan sarsılır. Dolayısıyla insanın kendini bulduğu, kendini anladığı yerler kalabalık şehirler değil sakin bir tabiat köşesidir.
İnsan, günümüzde en derin yalnızlığı kalabalık şehirlerde yaşar. Esasında özümüzde var olan bu his, bu yerlerde keskin bir şekilde kendini belli eder.
Bir insanın içindeki derin yalnızlığı ve insanın bu konudaki hâlini anlayabilmesi için şehirlerde bir müddet yaşaması yeterlidir. Bu, başlangıçta insana acı verse bile varoluşun derinliklerine gizlenen duyguların açığa çıkabilmesi için çok gerekli ve insan için de çok öğreticidir.
İnsan kendisini hayatın dur durak bilmeden aktığı şehirlerde daha iyi tanımlar. Etrafında olup bitenler ona durmaksızın hayatın aslında ezici yönlerini belli ederler. Bu insan dışa doğru keyif ve mutluluk duygusunu yaşayarak açılamaz. İçine kapanır. Çünkü zaten reklamların, şirketlerin, ekonominin, paranın, kapital bir işleyişin konusu olan bu insanın kalabalık yerlerde iç dünyasının neredeyse hiçbir önemi yoktur. Böyle bir durumda dış dünyada bir önemi kalmayan iç âlemimiz hüzün ve yalnızlık duygularıyla dolar. Bu nereye gidersek gidelim, aynen böyle yaşanır. Dolayısıyla bir şehirde mutlu yaşayabilmek için insanın kendi iç dünyasında var olan meseleleri aşıp o derin yalnızlığını gidermesi gerekir.
Ankara’da yaşadığım yıllarda hissettiğim duyguların özeti aşağı yukarı böyledir. Bazen “Ne yazabilirim?” desem de yukarıdaki hisleri duyduğum ilk zamanlardan başlayıp kendimde bu yoğun duygulara karşılık verebilecek bir hâle gelene kadar insan birçok merhalelerden geçiyor. Dışarıdan belli olmasa bile kalabalık ve büyük şehirlerde iç âlemimizde çok çalkantılı bir hayat yaşamamızın sebebi bundandır.
Ankara’da altı yıl yaşadım. Üniversiteyi burada tahsil ettim. Bununla beraber Ankara’da yaşarken şehrin keşmekeşini yaşamaktan onu anlamaya sıra gelmedi, diyebilirim. Halbuki Ankara, tarihi çok eskilere dayanan bir şehirdi. Burası Millî Mücadele’nin de merkeziydi. Ankara’nın şimdilerde pek ortalarda görülmese bile önemli bir kültürü vardı. Bunlara yeteri kadar odaklanamadığımı esefle belirtmek isterim.
Bununla beraber Ankara’nın bana sunduğu birçok imkândan faydalandım. Kütüphaneler, sahaflar, tiyatrolar, hocalarım ve arkadaşlarım bu şehrin bana sunduğu büyük birer imkândı. Bunların üzerinde zaman zaman düşünüp elimden geldiği kadar yazılar yazdım.
Şunu ifade etmeliyim ki, Ankara’da yaşarken şehrin kendisinden yani kültüründen daha çok, modern bir hayatla karşılaşmıştık bizler. Bu hayatın türlü meşgaleleri, zorlukları ve nimetleri bizi çepeçevre kuşatmış bulunuyordu. Bununla beraber Ankara’nın kültürünü ve tarihini ifade edecek ortada çok az şey vardı. Özellikle bu tarihin ve kültürün hissedildiği yerlere gidip bunları aramak ve bulmak gerekiyordu. Benim bunu yaptığım pek söylenemez. Fakat Ankara’dan ayrılıp aradan yıllar geçtikten sonra şehrin kültürüyle ilgili tespitlerimi ve burada hissettiğim duyguları zaman zaman kaleme almaya başladım.
Ankara, yoğun meşguliyetlerin arasında kültürünün ve insanlar arasındaki ilişkilerin ezildiği bir şehirdir. Bununla birlikte Ankara her dâim doğal ve tarihî alanların öne çıkarılmasıyla mevcut yoğunluğun içinde dinlenebileceği bir yer de olabilir insanın. Acizane bunun üzerinde çalışılması gerektiği düşüncesindeyim.
Ankara’yı kendi içimde çok derinden yaşadım. Herkesin kendi gönlünde ve zihninde bir Ankara algısı bulunur. Bu, benim için de böyledir. Bir insanın bir şehirde yaşarken neler hissettiği bence çok önemli bir meseledir. Şehrin daha yaşanabilir kılınabilmesi için samimi insanların duygularına ve düşüncelerine ihtiyaç vardır. Yoksa tepeden inme teklif ve işlerle, plan ve programsız yapılan şeylerle, insanların mânevî ihtiyaçlarını görmezden gelen, bunlara değer bile vermeyen yaklaşımlarla inşa edilen şehirlerden kültür, dolayısıyla insanlık tecrübesi elini eteğini çekmiş olmaktadır. Sırf bu yüzden şehirler keyif, mutluluk ve bilgiyle yaşayacağımız yerler olmaktan çıkmış ve insanlığın mânevî olarak çok fazla yorulduğu ekonomik merkezler hâline dönüşmüştür. Ankara’da şehri ve insanı yoran hususlara biraz da siyaseti dâhil edebiliriz.
Ankara’nın bana yaşattığı hisler oldukça derindir. Bu şehirde her ne kadar oldukça hüzünlü vakitler yaşamış olsam da bunlar sonraki zamanlarda hayatı anlamak ve yaşadıklarımı derinden kavramak, yorumlamak üzere bana hep yol gösterici oldular. Bu müşkül hayatta yaşamak, daha sonraki zamanlarda gurbette olduğum vakitler derin tefekküre ve bununla beraber tabiattan olabildiği kadar istifade etmeme yardımcı oldu. Çünkü Ankara’da şehir merkezinin olduğu yerde doğal mekân diyebileceğimiz yerler çok azdır. Şehir burada adeta binalarla işgal edilmiştir. Şehri zorlayan bu durum karşısında insan sığınabileceği bir yer, zihnini ve gönlünü dinleyebileceği bir mekân arar. Parklar kısmen bu ihtiyacı görse bile yine de doğal ortamların azlığı ve parkların da mahdut oluşu insanı özde bir yalnızlığa sevk eder. Tabiatın böylesine geri çekildiği yerlerde insan yalnızdır. Bu açıdan Ankara’da yaşayan bir insanın duyacağı en temel hissin yalnızlık olduğunu söyleyebilirim.