Prof.Dr. Altan ÇETİN[i]
Türklerin kadim zamanlardan güne ulaşan bir tarih içinde görülmelerinin ilk bilgileri mitolojik çağdan başlayan ve destanlar ile kendini gösteren hayatlarına dair olan malumattır. Buna tarih makulesinden bakarak Türklerin destan çağı tarihi denilebilir. Burada Türk adı ve devletine dair ilk izler görülmeye, kökenlere dair birtakım meseleler öğrenilmeye başlar. Bu destanlar bir bütün olarak okunduğundan Türk kavramına dair umumi bir bakış kazanmak da mümkündür.
Alper Tonga Destanı teması itibariyle İran-Turan savaşları içerisinde gelişen olaylar bağlamında İskit-Saka döneminin büyük hükümdarı Alp Er Tonga’yı ve zaferlerini anlatır. Firdevsî Şehnâmesinde “Senin bana sorduğun Türk, erkek bir ejderha gibi savaşır, nefes verirken ateşler saçar; intikam almak için savaşa başladı mıydı bir belâ bulutu kesilir. Onun bayrağı da elbisesi de karadır, kolları demir kaplıdır, külâhı da demirdendir. Üzerindeki demir zırh altın işlemelidir, tulgasının üzerinde de kara bir bayrak vardır. Ondan kendini iyi koru; çünkü çok uyanık ve cesur bir pehlivandır.”, sözleri ile bu büyük kahramanı anlatır ki biz bu şahsa dair malumatı tarihi kaynaklarımızın klasiklerinden Kutadgu Bilig ve Kaşgarlı Mahmud’da öğrenirken Türklerin dip ataları ve hanedan çıkaran aileye dair bilgiyi de ediniriz. İran kaynaklarının Afrasiyab olarak tanıttıkları bu kişi kaynaklarımıza göre Türk han ailesinin çıktığı soyu temsil eder. Dolayısıyla Türk kavramının destanlar çağından sonraki dönemde pek çok Türk devletinin dip atası olarak göreceğimiz Afrasiyab yani Alp Er Tonga ortaya çıkar. Mesudî ve Cüveynî gibi kaynaklar da bu ismi Türklerle bağlantılı olarak zikrederler. Hülasa bir Türk çocuğu köken bilincini oluşturmaya başladığı süreçte bu destan üzerinden kimlik sorusuna cevap üretmeye başlayabilir. Hülasa Türk adı Firdevsî’nin işaret ettiği ve Kutadgu Bilig ve Divan-ı Lügati’t-Türk’ün işaret ettiği üzere bu şahıs ve destan üzerinden okunmaya başlar. Bu manada Yaratılış Destanı sonrası peki ben ve milletim nerede sorusunun cevabı buradan itibaren okunmaya başlanabilir.
Türk adının manasının bize ulaştığı destanlardan birisi Şu Destanı’dır. Saka-İskit dönemine ait olduğu düşünülen destanımız hakkında yine Kaşgarlı Mahmud, Türkmen maddesi vesilesi aktardığı bir parça ile malumat verir. Bu destanda Zülkarneyn ile Şu isimli bir Türk hükümdarı arasındaki olaylar anlatılır. Burada Türk Hakanlığının da başkenti olacak olan Balasagun yakınlarında aynı adlı kalesi olan bu hükümdarı yanındakilerin terk etmesiyle Zülkarneyn bölgeye vardığında Şu ve çevresinde kalan 24 kişiyi görünce Türklere benzediklerinden yola çıkarak destana göre bunlara Türkmanend adını verir. Nihayetinde Şu ve adamları Zülkarneyn’i yenip Balasagun civarında kendi adıyla bir şehir kurduruyor. Görüleceği üzere Türk destan çağında Türklerin yolu Zülkarneyn ile de böyle kesişirken Türk adının Türk’e benzeyen manasında Türkmen kelimesinin de bundan türediği ile alakalı bilginin kaynağı bu şekilde teşekkül etmiş oluyor. Kendi köklerimize ve destan çağımıza bakarken aslında adımız ve sanımız ne imiş onu okumaya devam ediyoruz. Tarihi süreç içerisinde devam edecek olursak destanî çağdan tarihî çağa geçişimizin somut devri olan Hunlar çağına dair olarak değerlendirilen Bozkurt (Kök Börü) Destanı Türkler ve Türk adına dair bilgilerimizin oluştuğu diğer bir kaynak durumundadır. Hun Devleti sonrası ve Gök Türk Devleti kuruluşu öncesi arada yaşananları anlattığı düşünülen bu destanda Türklerin Hunların neslinden bir kol olduğu ifade edilerek tarihi süreklilik sağlanması yanında onların Aşina soyundan oldukları söylenir. Böylece bu destan ile tarihimiz içerisinde bütünlüklü bir kavrayış ile kendimizi yerleştirmemiz mümkün olabilir. Bu destanın sağladığı ikinci bilgi ise Türk adının manasına dairdir. Kurt ile onun baktığı hayatta kalan çocuktan türeyen Türkler kurdun daha sonra gittiği ve 10 çocuk doğurduğu yerden çoğalmışlardı. Daha sonra mağaralarından çıkıp demircilikle uğraşan Türkler Altay eteklerine yerleşirler ki Altan-Sayan-Ötüken hattı Türklerin kadim yurdu sayılır. Altay’ın zirvelerinden biri miğfere benzediği için onlara buraya nispeten de T’uchüeh/Türk denilmişti. “Türk” adının miğfer anlamına geldiğine dair tanım da bu kökten gelmektedir. Uygur dönemine ait olan Türeyiş Destanında da yine Bozkurt motifini görüyoruz. Bu destanın mahiyeti Bozkurt Destanı ile benzerlikler göstermektedir. Kağan’ın iki güzel kızını insanoğlu ile evlendirmeme isteği ile Tanrının kurt donunda gelip onlarla evlenmesi ve nihayetinde bunlardan doğanlara ise dokuz Oğuz-on Uygur denilmeye başlanması ile Türklerin önemli boylarına dair isimlerin verilişini de bu destanımızdan öğreniyoruz. Ergenekon ve Göç Destanlarında da benzer şekilde milletimizin Türkistan’daki dönemlerine ait olayların destanî mahiyette anlatılması da Türk adı ve milletinin tarihteki zuhuru Yaradılış Destanı ile ilk köklerle izah edildikten sonra ortaya konulmaktadır. Kutsal taşı düşmana verince göçün kaçınılmaz olduğunu anlatan Göç Destanı hem bir uyarı hem de Türklerin yeniden kendilerine bir hayat kurma becerisini göstermesi bakımından önemli olduğu gibi kuraklık olgusunun göçlerdeki yerini anlatması bakımından da dikkat çekicidir. Türeyiş Destanı ile birleşen bu destan Türklerin destanî çağlarını bütün olarak görmek bakımından önemlidir. İşte Türk kavramının Yaratılış Destanıyla başlayan mitolojik çağlardan tarihe geçen hikâyesinde ortaya çıkan bu unsur ve motifler kimlik köklerimize ve bugün sanki politik bir dayatma gibi gösterilmeye çalışılan millet adımıza dair önemli ve bilinmesi gereken meselelerdir.
Vefatının 100. Yılında rahmetle andığımız Ziya Gökalp merhum milleti tanımlarken “Irkî, kavmî, coğrafî, siyasî, iradî (iradeye bağlı) kuvvetlere tefevvuk (üstün gelebilecek) ve tahakküm edebilecek (hükmedebilecek) başka ne gibi bir râbıtamız (bağımız) var? İçtimâîyât ilmi (sosyoloji bilimi) ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta yâni duygularda iştiraktir (ortaklıktır).(…) Millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça (güzel sanatlarca) müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan (oluşan) bir zümredir. Türk köylüsü onu ‘dili dilime uyan, dini dinime uyan’ diyerek tarif eder. Filhakika (gerçekten), bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır.”, der. Bu bakımdan Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkına Türk milleti denir, vizyonunu Gökalp’in bu fikirleri ile birleştirdiğimizde ülkemizde tarih, dil ve din birliği ettiğimiz tüm etnik unsurlar milletimizin parçasıdır. Kimseye bir ad dayatması ya da olmadığı biri olduğu zannı zorla verilemez. Lakin Türklerin kurucu ve esas zemin olduğu Türkiye’de kimseyi dışlamadan ve Gökalp’in “Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk’tan, yahut Arabistan’dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş (alışkanlık hâline getirmiş) görürsek, sâir milletdaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz (ayırmamalıyız). Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizden hariç telâkki edebiliriz (sayabiliriz). (…)Filhakika (gerçekten), atlarda şecere aramak lâzımdır, çünkü bütün meziyetleri (üstünlükleri) sevk-i tabiîye (içgüdüye) müstenit (dayanan) ve irsî (kalıtsal) olan hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti (önemi) vardır. İnsanlarda ise ırkın içtimâî hasletlere (sosyal niteliklere) hiçbir tesiri olmadığı için şecere aramak doğru değildir. (…) Türküm diyen her ferdi Türk tanımaktan; yalnız Türklüğe hıyaneti (ihaneti) görülenler varsa, cezalandırmaktan başka çare yoktur.”, anlayışı ile meseleye bakılmalıdır. Suç ve suçlu muhtelif bahanelerle hoş görülmeye başlanırsa başka suç meraklıları eninde sonunda işin nihayetinde biz bu işten yıldırır ve sıyrılırız anlayışının oluşması ihtimali söz konusu olmaz mı? Akıbet hayrolsun.
Vesselam…
———————————————–
Kaynak:
[i] Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi