Yakın bir dostumun 12 yaşında yedinci sınıf öğrencisi bir kız torunu var; boyu uzun ve güçlü olduğundan basketbol oynuyor ve başarılı olduğundan kulübünden burs da alıyor. Derslerinde de sınıf birincisi olacak kadar başarılı. Geçenlerde annesine aynen şöyle diyor: “Yurt dışında burs bulabilirsem hemen gitmek istiyorum. Bu ülkede kesinlikle kalmayacağım, her gün duyduğum haberlerden moralim bozuluyor.” Bu sözlerin anlamını iyi düşünmek ve 12 yaşındaki bu yavrumuzun ruh halini anlamak zorundayız. Üniversite öğrencileri arasında yapılan araştırmalarda gençlerin yüzde 73’ünün yurt dışına gitmek istediğini, binlerce uzman doktor ve hastane çalışanının Almanya’da olduğunu, Türkiye’den Batı ülkelerine beyin göçünün hız kesmeden sürdüğünü biliyoruz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen haftaki grup toplantısında Türkiye yüzyılı idealinin gerçekleştirileceğini anlattı. Söyledikleri millet bilincine sahip herkesi heyecanlandıracak, umutlandıracak kadar güzel bir hedef. Fakat söylemekle olmuyor. 2011 yılında Başbakan sıfatıyla Sayın Erdoğan cumhuriyetin yüzüncü yılında fert başına millî gelirin 25 bin, ihracatımızın 500 milyon dolar olacağını belirtmişti, ama fert başına millî gelir halen 2012 rakamlarında; diğer kalemlerde de belirtilen hedeflerin epeyce gerisinde kaldık. Mesela ihracatta getirisi yüksek teknolojik ürünlerin oranı 2002 yılında yüzde üç civarındaydı, 23 yıl sonra bu oran aynı seviyede duruyor. Savunma sanayii dışındaki sektörlerde üretim maalesef yerinde sayıyor.
Yirmibirinci asrı Türkiye yüzyılı yapalım da böylesine tarihin seyrini değiştirecek kadar evrensel bir anlam taşıyan kapsamlı ve nitelikli projeyi, nasıl ve hangi kadrolarla gerçekleştireceksiniz? Eğitim kurumlarının ilkokuldan üniversiteye hali ortada. Gençlerimize kişisel hedeflerinin üzerinde millî ülküler, hedefler, coşku ve heyecanlar verilmiyor. Andımızın okunması bile sakıncalı sayıldı ve kaldırıldı.
Rakamlar yalan söylemez, on beş yıl önce bilimsel alanlarda İran’ın önünde olan Türkiye, tıp dışında onların gerisinde kaldı. Liyakatin kenara atılarak sadakatin, biatın temel kriter haline geldiği, adalete aykırı mülakat sistemiyle tercihlerin yapıldığı, vasatlığın yaygınlaştığı bir ortamda kurumlar doğal olarak verimli çalışamaz; denetim yetersiz kalınca yolsuzluk, usulsüzlük, kamu kaynaklarının talan edildiği ihaleler, yargının bağımsızlığını kaybetmesi kuralsızlığa, toplumsal anomiye yol açar.
Türkiye çok büyük küresel bir sorun olan uyuşturucu ticaretinin güzergâhı olarak gösteriliyor. PKK/YPG terör örgütleri bu pazarın baş organizatörü. Ülkemizi sadece geçiş olarak değil, kullanımını yurt sathında okul önlerine kadar yaygınlaştırıyorlar, çocuklarımızı vicdansızca zehirliyorlar.
Bu gibi temel sorunlarımız ülke gündeminde nedense nadiren yer buluyor. Cumhur ittifakı ile muhalefet partisi liderleri haftalardır özenle hazırlanmış metinlerle retorik yarışı yaparcasına sık sık konuşuyorlar. Ancak söylediklerinin esas düşündüklerini anlatacak açıklıkta olduğu söylenemez. Terörist başının devreye sokulup sokulmayacağı hâlâ anlaşılmış değil. 2008 Oslo’dan 2015’te Öcalan’ın mektubunun iktidar heyetine tebligat gibi okunduğu Dolmabahçe’deki görüşmeye kadar neler yaşandığı unutulacak mı? PKK’nın ideolojisini, örgüt yapısını, amacını Washington ile bağlantılarını, DEM’in misyonunu kırk yıldır anlayamadık mı? Esas niyetin Meclis’teki oy dengesini değiştirmeye yönelik olduğunu söyleyenler de var. Örgüt ve uzantılarıyla temaslar “örtülü diplomasi” yöntemiyle yürütüldüğünden kesin konuşmak mümkün değil. Bakalım bu belirsizliklerle oyalanmak yerine Meclis’te ülkenin esas meselelerini gündeme getiren güçlü bir ses duyacak mıyız?