Osmanlı Edebiyatında bir anlama meselesi ortaya çıkaran tavırlar genelde bu edebiyata yönelik yorumlar sebebiyledir. Osmanlı şiiri üzerinde duranların, bu sahada akademik olarak çalışanların yorumlarını “mutlak gerçekler”miş gibi takdim eden bir durum, edebî ürünlerin anlaşılmasını, bunların içinde derinleşmeyi güçleştirmektedir. Üstelik bu edebiyatın mensuplarınca bir yaşam tarzı olarak görülen tasavvuf, edebî ürünlere böylesine sinmişken, bugünün edebiyat tarihi araştırmacısı tarafından bu yaşam tarzı ve irfanî düşünce büyük ölçüde ihmal edilmiştir.
Tasavvuf, o dönem Osmanlı toplumu düşünüldüğünde iğreti bir dünya görüşü değil; insanın hayatını, düşüncesini, duygularını tümden değiştirebilecek kudrette bir yaşama ve hayatı anlama şeklidir. Eğer sanatkârın böyle bir yaşama tarzı varsa bizce sanat değerlendirmelerinde bunun görmezden gelinmemesi gerekir. Aksi hâlde Nâ’ilî’nin aşağıdaki beytini ve ona benzeyen yüzlercesini anlamak güçleşecektir:
Hakkâ ki aceb bukalemun büt-gededür dil
Geh rûy-ı safâ geh görünen suret-i gamdur
Osmanlı şiiri üzerine yapılan çalışmalara rağmen bu şiir geleneğinin ana damarını teşkil eden Osmanlı düşüncesine ve tasavvuf öğretisine bugün büyük ölçüde yabancıyız. Halbuki Jan Rypka’nın da dediği gibi, “Şu tartışılmaz bir gerçektir ki eski şâirlerin hemen hepsi tabir caizse tasavvuf’tan emdikleri sütle büyümüşlerdir. Onların bütün şiirleri bu sütten tesirlenmiştir, binaenaleyh tasavvufu bilmeden onların şiirlerinden pek bir şey anlamanın hiç mümkünâtı yoktur.”[1]Dolayısyla bu şiir geleneğini anlamak, biraz da Osmanlı düşünce dünyasının özü demek olan tasavvuf düşüncesini bilmeye ve anlamaya bağlıdır.
Bu anlamda Osmanlı Edebiyatı anlaşılmış bir edebiyat değildir. Bunun da en büyük sebebi, bu edebiyat üzerine mesai harcayanların tasavvuf düşüncesine karşı veya uzak duruşlarıdır.
Bunda elbette Osmanlı Edebiyatına yönelik geçmişteki acımasız eleştirilerin de bariz etkileri vardır. Bu çalışmanın ilgili yerlerinde işaret emekle beraber şunu burada söylemenin gerektiğini düşünüyoruz: Osmanlı Edebiyatına yönelik eleştirilerin, yanlış hüküm ve yorumların karşılığı henüz tam anlamıyla verilmemiştir.[2] Bu konuda toplu olarak ilmi ve felsefî düzeyde bir araştırmaya kuvvetle ihtiyaç vardır. Osmanlı toplumunun ihtiyaçlarını, dönemin arayışlarını, insanın mânevî dünyasını bilmeden yapılan her türden eleştirinin yanlıştan da öte tehlikeli olduğu yakın dönemlerde Osmanlı Edebiyatına yönelik eleştiriler üzerinden rahatlıkla söyleyebiliriz.
Osmanlı şiiri, içinden çıktığı toplumun en güzel ifadelerinden birisidir. Bunu, diğer bütün sanat dalları için de söyleyebiliriz. Bu şiir geleneği, toplumla ve insanla çok yakından ilgiliydi. Fakat beş duyu organının algılamasına hapsedilmiş bir gerçekliğin ve eşyanın, hikmeti dolayısıyla kendini arayan insan modelinin hareket noktası olduğu gerçeğini, günümüz edebiyat tarihi araştırmacısı henüz tespit edemedi. Sembollerin ve alegorik metinlerin yorumlanmasında karşılaşılan hataların temelinde yatan durum budur. Osmanlı şiirinin sosyal hayatla ve insanla olan derin münasebeti konusunda Walter G. Andrews’in yorumları önemlidir:
“Osmanlı divan şiirinin, yaklaşık beş yüzyıl boyunca serpilip gelişmesine kaynaklık eden başlıca şey, bu şiirin geniş bir kitlenin ilgilendiği önemli konuları akıcı, anlamlı ve dolaysız bir biçimde dile getirmiş olmasıdır. ‘Gerçek’ hayatla hiçbir ilgisi olmamak şöyle dursun, çok büyük bir ihtimalle, kendisini üreten kültürün ve toplumun hayatıyla her türlü alışverişi vardır.”[3]
Buraya kadar Osmanlı Edebiyatının tasavvuf geleneğiyle kurduğu derin bağı ifade sadedinde bazı yorumlara yer verildi. Bundan sonra hem örnekler hem de başka yorumlar üzerinden konuyu biraz daha derinleştirmek istiyoruz.
Osmanlı Edebiyatının tasavvufla kurduğu derin bağ ne yazık ki, akademik çalışmalarda görmezden gelindi. Tasavvuf geleneği bilinmeden Osmanlı Edebiyatını anlamaya çalışmak kısır yorumlarla bu edebiyatı izaha çalışmak demektir. Bu anlamda tasavvuf geleneğine sırt çeviren akademik camia, metin neşirlerinde kat ettikleri mesafeye rağmen bu edebî geleneğin yorumlanmasında kayda değer bir ilerleme gösteremediler ve genelde de kalıp yargılar üzerinden metinlere çeşitli yorumlara gittiler. Aslında akademik bakış açısı Osmanlı Edebiyatını daha da anlaşılmaz bir hâle getirmiştir, denebilir. Bunda da bu zihniyetin edebî geleneği tanımak istemeyişinin ve öezellikle de tasavuf düşüncesine karşı tutumun etkili olduğu bir gerçektir.
Osmanlı şiirinin en dikkat çeken özelliklerinden biri, bu edebiyatın verimlerinin irfan sahibi kişiler tarafından kaleme alınmış olmalarıdır. Bunlar âşıklar ve âriflerdir. Bunun estetik ve sembolik bir şekilde ifade edilmesi şiirde klasik zevki doğurmuştur. Bu durum bütün bir şiir estetiğinin sadece irfanî endişelerle ortaya konduğunu ifade etmez. Anlatmak istediğimiz husus, bu durumun Osmanlı şiirinin karakteristiğini ve kaynağını oluşturmasıdır. Buna göre şiir bir hâlin ortaya çıkmasıdır. Osmanlı şiiri bu hâlin, hiç değilse bir hikmetin ve tefekkürün bu yolla ortaya konmasını ifade eder. Dolayısıyla şair, ilahî hikmetlerden bahsetmektedir. Nitekim Nâ’ilî-i Kadim şöyle der:
Nücûm ashabı nâr u bâd ü hâk ü âbdan söyler
Hakîmân-ı İlahî hikmet ü âdâbdan söyler
Suhen ilhâm-ı Hakdır nutk-ı arif lubb-ı’hikmetdir
Ne zîc-i İlhânîden ne usturlâbdan söyler
Etmiş hızâne hâne-i sun’ında Zü’l-celâl
Sandûka-i cevâhir-i hikmet-tabi’atin
Serâser olsa sözün lubb-ı lâyihât-ı hikem
Sakın müşâbiz-i nîreng-i kîl u kâl olma
Nükte-perdâz-ı dehânındır zebân-ı kâlimiz
Tercemân-ı sırr-ı gaybîdür lisân-ı hâlimiz
Tasavvuf Osmanlı şiirinde iki şekilde öne çıkar. İlki Osmanlı şairlerininin önemli bir kısmının mutasavvıf olması yani seyr ü sülûk çıkarması. İkincisi ise bu edebiyatın kavramlarının dinî-tasavvufî eksende oluşmuş olması. Bu ikinci durum da bizce birinci durumun sonucu olarak şekillenmiştir. Bu anlamda Osmanlı şiirinin daima tasavvufî yorumlara açık olması bir yerde anlaşılabilir olmaktadır. Bu durumu W. Andrews de şöyle ifade eder:
“… tasavvufî-dinî örüntü, insan deneyimine ve evrene tutarlı, geniş yığınlarca anlaşılmış ve iyi işlenmiş bir bakış biçimini temsil eder, ayrıca hayatın tüm yönlerine uygulanabilir bir bakıştır bu. Dolayısıyla, gazeller, genel olarak, sosyal hayat, aile hayatı veya çalışma hayatından daha fazla (ve daha az) dinî veya “din üzerine” değildir, bunların hepsi tasavvufî-dinî örüntüye göre yorumlanabilir ve yorumlanmıştır.”[4]
Araştırmacıları böyle yorumlarda bulunmaya sevk eden çok haklı sebepler ve Osmanlı şiirinin temel bir motivasyonu vardır. Buna burada sadece “tasavvuf” deyip de geçmenin yetmeyeceğinin farkındayım. Daha bu edebiyatın ilk mensuplarından başlayarak tasavvufun ne denli önemli bir yere sahip olduğuna dâir burada birkaç örnek verip konuyu biraz daha işlemek niyetindeyiz. Şu beyit, bu geleneğin ilk şairlerinden olan Hoca Dehhânî’ye ait:
Nicesi tevbe kıla gül çaġında Dehhânî
Egerçi şeyh elini hezâr bâr dutar[5]
Hoca Dehhânî esasında bu beytinde tasavvufla olan bağını dile getirmektedir. Bu durumun başka Osmanlı şairlerinde de olduğu ve bunların hatırı sayılır bir kısmının tasavvufta bir mürşid-i kâmile bağlı bulunduğu bazı şiirlerden anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu şairlerin şiirlerinde tasavvuf düşüncesi, şairin yaşadığı manevi sancılar göz önünde bulundurulmak zorundadır. Aksi hâlde yorumlarını metne dayatan yakın dönem araştırmacılarının içine düştüğü hatalar kaçınılmaz olmaktadır.
Şiirinde tasavvuf düşüncesinin öne çıktığını gördüğümüz şairlerin başında -burada zaman zaman beyitlerine örnek olarak yer verdiğimiz- Nâil-i Kadim gelmektedir. Biz şairin aynı zamanda bir Halvetî dervişi olduğunu bir gazelinden öğrenmekteyiz:
Sûretde pay der-gil olan Halvetîleriz
Ma’nîde arş-menzil olan Halvetlîleriz
Zâhirde ba’d-ı menzilimiz görmeniz ba’îd
Biz kurb-ı hakka vâsıl olan Halvetîleriz
Rencûr-ı illet-i keder-i mâsivâya biz
Mahz-i şifâ-yı âcil olan Halvetîleriz
Olduk verâ-yı bârgeh-i kurbdan habîr
Halvet-serâya dâhil olan Halvetîleriz
Aldık sebak edîb-i debistân-ı aşkdan
Ders-i fenâda kâmil olan Halvetîleriz
Biz zerreyiz velîk sipihr-i hakikatin
Hûrşîdine mukabil olan Halvetîleriz
Âzâde-i telâtum-ı emvâc-ı kesretiz
Tenhâ-nişîn-i sâhil olan Halvetîleriz
Az görme Nâ’ilî ne kadar bî-vücûd isek
Can gibi feyze kabil olan Halvetîleriz[6]
Tasavvuf söz konusu olduğunda Osmanlı şiir geleneğinde “melâmetî tavrın” hâkim olduğunu ve yer yer bu gelenek içinde kuvvetli tesirler meydana getirdiğini görmekteyiz. İster mutasavvıf olsun ister olmasın hemen her şâirde melâmet, en azından bir temâyül olarak vardır. Bu anlamda Bâkî’nin,
Gelme bî-nâm u nişân ehl-i harâbât içre
Yüri var şehr-i melâmetde biraz şöhret bul[7]
mısraları esasen melametin tesir olarak bu edebiyat geleneğindeki gücünü ifade eder. Osmanlı şiirinin en baştan itibaren tasavvufu ve melâmetî tavrı bir hareket noktası olarak benimsediği söylenebilir. Bu durum Hoca Dehhânî’nin şu manzumesinden bariz bir şekilde görülebilmektedir:
Dünyâ makâmı-ı ʿişret ü dâr-ı bekâ degül
Cüzvî-durur ana nazarum mutlakâ degül
Kim geldi bu makâma ki bin dürlü derd-ile
Gitdükde işi nâle vü vâ hasretâ degül
Nergis gibi göz aç bu gülistân içinde bul
Bir tâze gül ki hemdem-i hâr-ı cefâ degül
Yüzün suyını oda döküben bu hâk içün
ʿÖmrüni virme yile ki bâd-ı hevâ degül
Ger dilesen ki hâcetüni Hak revâ kıla
Bu dirlik-ile ölmegil âhir revâ degül
Yek-reng ol ki kimse sana harf dutmaya
Kim hîç elîfün arkası yükden dü-tâ degül
Bu düzme sûret-ile nicesi er olasın
Kim er şiʿârı sıdk u safâdur kabâ degül
Bû-cehl Ahmed-ile egerçi beşer-durur
Sûretde ille ma‘nîde çün Mustafâ degül
Niteki ney şeker-ile bir rengedür müdâm
İllâ şeker mahalli ney-i bûriyâ degül
Koma sevâb yolını kılma hatâ dahı
Ehl-i sevâb bile ki bu söz hatâ degül
İy yâr sen elüni özünden tamâm yu
Kim kendözinden el yumayan pârsâ degül
Nefs-i merîd-i mürtedi öldürmeyen becid
Tîg-i cihâd-ı cehd-ile ehl-i gazâ degül
Şol kim günâh-ıla kara kılmadı nâmesin
Ag eyledi yüzini ki gözi kara degül
Ol genc üstine oturanun çü ejdehâ
Şimdi lahidde mûnisi cüz ejdehâ degül
Kâlü belâ elest güninde diyenlere
Renc ü belâ vefâ vü keremdür belâ degül
ʿIşḳ bâbını okumayan illâ rumûzını
Ne bâ[b-ile] bile ki ol ehl-i velâ degül
Ol kim belâ vü miḥnete sabr eyleyümedi
Kâlü belâ[dan] ana söz açmak revâ degül
Bundan kıyâs eyle ki Mecnûna Leylînün
Cevr ü cefâsı mihr ü vefâdur cefâ degül
ʿIşkun yolında subh bigi sâdık olmayan
Bilün ki gönli toptolu sıdk u safâ degül
Görsün bu mis vücûdumuzı nice kıldı zer
Ol kûr kim dir er nazarı kîmyâ degül
Ol sûreti gedâ ki mülûke baş egmedi
Sultân-ı ma‘nî diniz ana kim gedâ degül
Ol pâdişeh kim ancılayın bir gedâydan
Himmet dilemedi iline pâdşâ degül[8]
Sonuç olarak Osmanlı şiiri yüksek bir tefekkürün, yaşanmış bir irfanın ürünüdür. Bu tefekkür maneviyata dayanır. Osmanlı şairinin yaslandığı manevî dinamikleri anlamadan bu edebiyatın anlaşılması mümkün görünmemektedir. Bu husus, yukarıda Hoca Dehhânî’ye ait kasidede de açık bir şekilde görülebilmektedir.
Son dönem araştırmacılar içerisinde Osmanlı şiir geleneğinin tasavvufî yönüne dikkat çeken araştırmacılar olmuştur. Mesela Ali Nihat Tarlan’ın çalışmalarına baktığımız zaman onun bu şiiri yorumlayışında tasavvufun çok önemli bir referans olduğu görülür. Bu yaklaşım Tarlan’ın bazı öğrencileri tarafından da devam ettirilmiştir. Ne yazık ki, bu husus son dönem araştırmacıları tarafından görmezden gelinmektedir.[9]
Şiirin metafizik yapısını ve iç âlemini görmezden gelen “modern” anlayış yüzünden Osmanlı şiiri çok dünyevî, hatta materyalist bir bakış açısına maruz bırakılmıştır. Bu da netice olarak bu şiirin anlaşılmaması ve ait olduğu kültür değerlerinin çok sathi ifadelerle geçiştirilmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden mistik tarafı bizce ağır basan Osmanlı şiiri ilk tenkitçilerden başlayarak materyalist veya pozitivist bir anlayışla yorumlanmıştır. Hâliyle bu da tenkitlerin çok sığ kalmasının ve yanıltıcı olmasının ana sebebini teşkil etmektedir. Hatta günümüz “gerçeklik” anlayışından hareket eden araştırmacıların ulaştığı gayr-i ciddi sonuçlar modern edebiyat tarihi araştırmalarının hangi meseleler etrafında yoğunlaştığını da bir açıdan izah etmektedir. Konu üzerinde V. Holbrook’un şu sözleri bu konuya işaret etmektedir: “Fars edebiyatının Oryantalistlerce onaylanmış tinselliği, İran için bir ulusal gurur kaynağı olmuşken, müthiş gerçekçi bir soruşturmayla didik didik edilen Osmanlı tinselliği modernist bir utanç hâline gelmiştir.”[10]
Kanaatimizce de Osmanlı Edebiyatı araştırmacılığının en büyük problemi “müthiş gerçekçi bir soruşturmayla didik didik” edilmesidir. Öyle ki bu durum, Türk Edebiyatı içerisinde mistik tarafı çok ağır basan devriye, şathiye, ilahi gibi nazım türlerinin yanında bazı fiktif metinlerin muhtevasını tespite engel teşkil etmektedir.
Yasin Şen
[1] Jean Rypka, Bagi, s. 92’den nakleden: Mahmud Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İnsan Yay., 10. Baskı, İstanbul 2012, s. 34. Bu hususta yapılmış bir doktora tezi için bkz.: Kaplan Üstüner, Tasavvuf ve Klasik Şiirimiz (14. Ve 15. Yüzyıl Divanlarına Göre), Akçağ Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2014.
[2] Bu konuda Walter G. Andrews’in ve Metin Kayahan Özgül’ün çalışmaları yer yer bu şiir geleneğine yönelik eleştirilere karşı yorumlar getirmektedir. Bkz.: Walter G. Andrews, Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı, İletişim Yayınları, Çeviren: Tansel Güney, İstanbul 2014; M. Kayahan Özgül, Kemâl’le İhtimâl Nâmık Kemâl’in Şiirine Tersten Bakmak, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014.
[3] Walter G. Andrews, Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı, İletişim Yayınları, Çeviren: Tansel Güney, İstanbul 2014, s. 32.
[4] Walter G. Andrews, Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı, İletişim Yayınları, Çeviren: Tansel Güney, İstanbul 2014, s. 142.
[5] Ersen Ersoy-Ümran Ay (Hazırlayanlar), Hoca Dehhânî Dîvânı, Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları, Ankara 2017, s. 116.
[6] Haluk İpekten, Nâ’ilî-i Kadîm Divanı, s. 320.
[7] Sabahattin Küçük, Bâkî Dîvânı Tenkitli Basım, TDK Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2011, s. 289.
[8] Ersen Ersoy-Ümran Ay (Hazırlayanlar), Hoca Dehhânî Dîvânı, Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları, Ankara 2017, s. 69-71.
[9] Mahmud Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir, Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İnsan Yay., 10. Baskı, İstanbul 2012, s. 40-41.
[10] Victoria Holbrook, Aşkın Okunmaz Kıyıları –Türk Modernitesi ve Mistik Romans, Çev.: Erol Köroğlu-Engin Kılıç, İletişim Yay., İstanbul 1998, s. 141.