Yoksullaşma ve yönetimde otoriterleşme

Tam boy görmek için tıklayın.

Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU

Yoksul ülke rejimlerinde, hakkaniyet ve ahlaki ölçüler çerçevesinde bir gelir dağılım adaleti bulunmuyor. Yaygın yolsuzluk ve yoksulluktan doğan sömürü düzenini sürdürmek maksadıyla yönetimde otoriterleşme yoluna sapılıyor.

Yönetici sınıf, kendine yakın sermaye sahipleri ile çekirdek seçmen topluluğunu ‘koruma ve kollama’ yönüne gidiyor. Zengin yandaşlardan pek vergi almayıp, vergi yükünü çoğunlukla muhalif halk kesimine yıkıyor. Mevcut gelir dağılımından huzursuz olan muhalif kesimin eleştiri ve itirazını baskılamak maksadıyla otoriter bir tutum sergiliyor.

Yolsuzluk ekonomisi ve yönetimde yozlaşma

Ekonomik büyüme ile kültürel gelişmeyi birbiriyle at başı götüremeyen toplumlarda, eskilere göre çok daha kapsamlı ve örtülü bir sömürü düzeni ortaya çıkıyor. Kitle iletişim teknolojileri, yönetim sistemlerine ülkenin en ücra köşelerine kadar kitlesel propaganda yapma imkânı veriyor. Bu durum, günümüzün yoksul ülkelerdeki yönetici sınıfın elini daha fazla güçlendiriyor.

Eğitim yoluyla akılcı düşünce ve sorgulama bilinci yeterince gelişmemiş toplumlarda, yönetici sınıfın en başarılı etkinliği, ülkenin bütün davranış düzlemlerinde – başta mabetler olmak üzere- ‘şiddetli’ bir propaganda yürütmesidir. Yoğun ve kapsamlı bir propaganda sayesinde yoksulların önemli bir kısmının, vurguncu düzene alışması ve kayıtsız kalması sağlanıyor. Yolsuzluk ve kasıtlı kaynak aktarmalarına karşı duyarsızlık ise vurguncu düzenin hız kesmeden sürmesine ortam hazırlıyor. Bu yüzden, sorgulanmayan yönetici sınıfın aldırmazlığı artarken, yolsuzluk cirosu yükseliyor ve halkın yoksulluğu giderek derinleşiyor.

Yolsuzluğun küresel yolculuğu

Küreselleşme kapsamında dolaşımda bulunan sermaye, yalnızca meşru yollardan kazanılmış gelirlerden meydana gelmiyor. Bunların bir kısmı yolsuzluk ve kayıt dışı ekonomi yoluyla elde edilmiş paralardır. Zengin ülkelerin banka ve finans merkezlerinde, yoksul ülkelerin otoriter yönetim ve vurguncu iş çevrelerinin yasa dışı yollarla aktardıkları servetler de olmalıdır. Belki de yoksul ülkelerin, dışarıdan yüksek faizlerle aldıkları borçların bir kısmı, kendi ekonomilerinden çalınmış ve alınmayan vergilerden meydana geliyordur.

Eskiden, despotik ve otoriter yönetimlerin yönetici eliti, kendi halkından çaldıkları serveti yine ülke içinde tutardı. Toplumsal gelir dağılımı bozulmakla birlikte ülke içinde dolaşımda bulanan servetin, ekonomik anlamda yatırımından ‘çarpan’, tüketimden dolayı ‘hızlandıran’ etkisi olurdu. Bu anlamda, çalınan servetin içeride kalması bile ülke ekonomisi genelinde fazla bir kayıp sayılmazdı. Günümüzde, otoriter yönetici ve vurguncu zenginler, ülke ekonomisinden elde ettikleri haksız gelir ve servetleri, çoğunlukla yurt dışına aktarmayı tercih ediyorlar. Bu yüzden, ülke imkânlarından elde edilen ya da çalınan servetin dışarıya aktarılması, ekonomideki işsizliğin, üretim ve ihracat yetersizliğinin temel nedenleri arasında sayılır.

Yoksulluk insanı biyolojik bir varlığa indirger

Demokratik yönetim sisteminin temel işlevlerinden birisi de -Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi kuramı çerçevesinde- insanların bedensel ve güvenlik ihtiyaçlarının yeterince sağlanmasından sonra zihinsel ve duygusal gelişmelerine ortam hazırlamaktır. Onurlu insan olmayı, sıradan bir canlı olmaktan ayıran en belirgin nitelik, akılcı düşünceye dayalı üretken ve dayanışan bir varlık olmasıdır. Yoksul insanlar, yalnızca hayata tutunmaya odaklanırken, nasıl yönetildiklerini sorgulamayı ve haksızlık karşısında direnmeyi düşünemezler.  Kendi sıkıntılarının şiddetinden dolayı başkalarının acısını anlayamazlar. Bu anlamda, otoriter yönetim sistemleri için en müsait kişiler, düşünmeyen, sorgulamayan ve başka insan ve canlılara karşı kayıtsız kalan kitle insanlarıdır.

Yoksulluk olgusu, geçmişte çoğunlukla kaynak yetersizliğinden ya da kaynakların kötü yönetilmesinden kaynaklanırdı. Günümüzde, yaygın yoksullaşmanın, propaganda gücü yüksek yöneticilerin, halkı kasten yoksullaştırma politikası izliyor olmasından ileri gelebileceği akla geliyor. Her daim, ‘karnı tok ve sırtı pek’ olan insanları yönetmek zor; yoksul kitleyi özellikle dinsel ve ideolojik temalı propaganda yoluyla ikna etmek ve yönetmek daha kolay oluyor. Söz gelimi, ekonomi yönetimi, zenginlerden vergi almayıp ısrarla düşük gelir gruplarından haksız vergi topluyorsa, ‘ekonomi’ biliminin tam tersini uygulayarak enflasyonu patlatıyorsa, kendi insanları aç ve yoksulken yabancılara millet sırtından ve bol keseden para aktarıyorsa; bu etkenler yalnızca yanlış kararlar olmanın ötesinde aynı zamanda halkın kasıtlı olarak yoksullaştırılması eylemidir.

Yaygın yoksullaşma ve siyasallaşan zenginlik

Yoksul ve otoriter ülke yöneticileri, halkın önemli bir kısmının yoksullaştırılma yaklaşımlarına karşı, öz güveni yüksek ve sorgulayan vatandaşlar istemiyor. Siyaset yoluyla zenginleşenler ile nispeten geçimini hükümetin bağımlılık yaratan sosyal yardım ve transfer harcamalarıyla sağlayanlar daha itaatkâr oluyor. Ayrıca, vergisini vermek yerine vergi kaçıran iş insanları, toplumsal sorunlar ve siyasal haksızlıklar karşısında sessiz kalıyor. Kayıt dışı ekonominin yaygınlığına karşın, ciddi vergi denetimlerine yanaşılmaması, siyasetin finansmanında kayıt dışı ilişkilerin kullanılıyor olduğu kuşkusunu doğuruyor. Bu anlamda, vergi vermeyen zenginlerin muhalif hareketlere destek olmalarını önlemek amacıyla vergi denetimlerinde oldukça seçici davranıldığı izlenimi doğuyor.

Yönetimde hamaset ve otoriterlik tuzağı

Yaygın yoksulluğun, ülkede izlenen ekonomik ve siyasal düzenin bir sonucu olduğu gerçeği saklanıyor. Yaşanılan yoksulluk olgusu, sanki son derece normalmiş gibi algılatılarak kanıksatılmak isteniyor. Sömürü düzeninin sürdürülmesi bakımından yoksulluk, dinî duyarlılığı olan insanlara yanlış kader inancı üzerinden kanıksatılıyor. Toplumsal algılara göre halkın önemli bir kesimi de içi boş ve eylemsiz bir hamaset ile etki altına alınmaya çalışılıyor.  Yoksul vatansever insanlar, kök değerlerinden ve tezlerinden koparılmış yapay bir milliyetçilikle oyalanıyor.

Yaygın yoksullaşmanın ve gelir dağılımındaki çarpıklığın, siyasal yönetimin izlediği ekonomi politiğin bir tercihi olduğu bilincinde olanlar ise otoriter yönetim tarzıyla baskılanıyor. Otoriterleşen yönetici, bulunduğu konumun gerektirdiği akılcı düşünceden, liyakat ve hukuki formasyondan yoksun olduğu ölçüde, uygulamalara ilişkin eleştiri ve itirazlara tahammül göstermiyor. Uygulanan politika ve eylemlere yönelik eleştirileri, çoğunlukla kendi kişisel varlığına ve koltuğuna yönelmiş bir tehdit gibi algılıyor. Eleştiriler karşısında, iktidar olmanın dayanılmaz ayartıcılığına kapılarak ‘çok sevdiği oyuncağı elinden alınacak bir çocuk gibi’ aşırı bir alınganlık ve öfke gösteriyor.

Otoriterleşen liderlik, yönetim karar ve uygulamalarının tartışılması karşısında, bu tür eleştirileri anlamaya çalışmak yerine, şiddetle bastırma yönüne gidiyor. Bir defa otoriterlik tuzağına düşüldükten sonra, ortaya çıkacak tepkileri önlemek adına otoriterliğin ‘şiddetini’ giderek artırıyor. Gösterilen hukuk ve ahlak dışı kamusal şiddeti haklılaştırma amacıyla siyasal destekçiler kışkırtılarak, yaratılan şiddet ortamına meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyor. Kendi siyasal egemenliğini sürdürme uğruna, toplumsal varlık büyük bir kargaşanın içine sokuluyor.

Yoksulluk ve otoriterlik sarmalı

Yolsuzluklar nedeniyle yoksullaşma ve otoriterleşme sarmalına düşmüş ülke yönetimleri, yalnızca çıkar sağlama ve servet edinme amacıyla siyasal bağlılık kurmuş olan küçük bir grubun dışında toplumsal desteğini kaybediyor. Toplumsal güvenini ve desteğini büyük ölçüde kaybeden yönetimler, bir tür ‘cenaze levazımatçısı’ gibi çalışan küresel güçlerin müdahalelerine açık bir hâle geliyor. Küresel güçler, özellikle ülkesindeki dengesizlikleri otoriterleşerek bastırmaya çalışan yöneticilerin hukuk dışı uygulamaları üzerinden, onlara şantaj yaparak kendi çıkarlarına uygun davranmaya zorluyor.

Siyasal meşruiyetini kaybeden ve toplumla bağı kopmuş olan otoriter yöneticiler, normal şartlarda kabul edilmesi mümkün olmayan küresel dayatmalara maruz kalıyor. Söz gelimi, Orta Doğu’daki otoriter ‘tek adam’ veya oligarşik düzenlerin yoksullaştırdığı ülke yönetimleri, sömürgeci küresel güçler tarafından birer ‘manivela’ gibi kullanılıyor. Kendi halkının önemli bir kesimine karşı ‘şahin’ gibi davranan otoriter yönetimler, küresel güçler karşısında ‘mum gibi eriyor’.

Sonuç olarak, toplumsal kaynakların ve gönencin, yaratılan katma değer ve üretkenlik ölçüsünde adaletle dağıtımı gerekir. Haksız zenginleşme ve hak edilmeyen yoksullaşma, sürdürülebilir bir yönetim tercihi olamaz. Toplumsal muhalefet ve demokratik süreç, sömürücü yönetim sistemini hukuk ve ahlak çizgisine getirmeyi başarmalıdır.

Yazar
Feyzullah EROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen