Sait EBİNÇ
Şehir biraz da sokaktır. Sokak olmadan şehirlerin ruhu nasıl anlaşılır? Otuz yıl öncesinin müşterek yaşam kültürünün en yoğun hissedildiği yer kesinlikle sokaktı. Sokaklar adeta evlerin bahçelerinin uzantısı olarak taş çatlasa on beş yirmi evi geçmezdi. Sabah saat sekizden sonra yaşlılar dışında hiçbir erkek evde kalmaz, ve sokaklar çocukların ve kadınların faaliyet sahası olarak kalırdı.
Erkeklerini camiiye, işe çocuklarını okula yolcu eden kadınlar mutlaka evlerinin önünü sulayıp süpürürlerdi. Bağlı bahçeli sokaklar modernizmin ve lüküs hayatın brutal azman apartmanlarına kurban edileli beri sokak artık yokluğuna alışmamız gereken buruk bir hatıradır.
Geleneksel şehir dokusunun bütün gün güneşi gören ferâh fâhur aydınlık evleri bağlar ve bahçeler içinde yan yana inşa edilmişti. Biz onları üst üste koyarak o ölçülü beraberliği ve tevâzu ruhunu yitirdik. Sadece sokağın ruhunu değil aydınlık evlerin ferâh güzelliklerini de yitirdik. Şimdi insanlar apartmanlarda günün sadece belli saatlerinde evin belli penceresine güneş uğrayan sığınaklarda yaşar oldular. Şimdi artık o güzelim bahçeli evler yerine koca şehirdeki binlerce evden ve sokakta bir numaradan başka bir şey olmayan bir sığınak haline geldi o evler. Şimdiki nesil cadde ve bulvarlarda büyüdüğünden Ahmet Rasim’in İstanbul sokaklarında bir ecnebi için ifade ettiği hakikat şimdiki yeni nesil için de geçerli hale geldi. Yeni nesil cadde ve bulvarlarda büyüdüğü için bizim gibi “sokak” ile o sokakta mukim olan sâkinlerin komşuluklarını o sokaktaki samimiyeti o paylaşmayı sağlayan ruhi bağları tam anlayamazlar.
Şimdilerde beton ve asfalt cinnetine teslim olmuş modern kentler artık birbirlerinden ayırt edilmeyen gazoz şişelerinin kümelerine benziyor. Cadde, sokaklar, binalar, vitrinler direkler, dükkânlar, meydanlar, abideler, parklar hatta insan ilişkileri; heyacan vermekten uzak, sıkıcı ve sıradan bir zevkin bayağılaştırdığı irili ufaklı metropollere dönüştü. Şehirler ve sokaklar ruhunu kaybetti. Eskiden evler sosyal ekonomik sınıf ve mevki açısından üst üste sınıflanmış istiflenmiş statü oligarşileri değil samimiyet içinde yan yana sıralanmıştı. Hiç şüphesiz biz istediğimiz kadar çevremizi, hayat tarzımızı değiştirelim, hafızamız birbirini izleyen çeşitli dönemlerde, sabit kişiliğimizin izini sürerek, içinde yaşadığımız o sokakların hatırasını otuz yıl öncesine de ait olsa korur.
Otuz yıl öncesine kadar şehrin her sokağının ayrı bir ehemmiyeti tarihi geçmişi, ünlüleri, güzel kızları, delileri sarhoşları vardı. Aslında şehirdeki her sokağın tarihi ayrı ayrı yazılsa yeridir. Van’ın eski zamanlarında sokağın yaşlı kadınları kapı önlerinde özellikle akşamüstlerinde taş şipananın etrafında kümelenip daldıkları muhâbbet, artık tarih olmuş bir alışkanlığın silik izdüşümleri olarak zihnimizin bir köşesinde kaldı. Sokakta kadınların başörtülerini ani bir refleksle yüzlerine indirmeleri önlerinden geçen erkeklere saygının doğal bir tezahürü müydü, yoksa geleneksel bir davranış ritüelinin vaz geçilmez gereği miydi bilinmez? Benim için bu kapı ve sokak söyleşilerinin bence en dikkat çekici yanı, mevzulardan ziyade Möhbet Eze’nin Şöhret Eze’nin sohbetlerindeki mahalli şivenin en sâf en samimi ve de en “yerli” şekildeki tarafı idi.
Bu şehrin sokaklarında yaz sabahları da bir başkaydı. Çocukluğumuzun sokakları suların uğultuları arasında bağlık bahçelik bir yeşillik tufanı içindeydi. O Van’ki henüz sokakları tabiattan ve yeşillik tufanından koparılmadığı devirlerde; kanatlı sokak kapılarının üzerinden sokağa doğru iğde dalları selvi hışırtıları ve akasya serinliği sarkıtan yeşillik tufanı içinde bir şehirdi. Bahçeler içinde gömülmüş sakız gibi beyaz badanalı evlerinin etrafı belgonlarla möhrelerle(kerpiç duvar) ihata edilmiş bir cennet bucağıydı. Akşam üzerleri evlerin bahçelerinde buram buram yemek kokuları, semaver fokurtuları sâkinlerin yüzünü güldürüp herkesi mesut ve memnun ederdi.
O Van ki; yaz akşamlarının serinliğinde bahçe muhabbetleri yapılırdı. Sonbaharın hüzünlü akşamlarında soğuk yağmurların hırpaladığı vakitlerde perdeler kapanıp lambalar yanarken küçük kerpiç evlerin penceresinden sokağa sızan ışık bana ne kadar melâl verirdi anlatamam.
Van’ın sokakları yeşilliğe gömülü ve hepsi kehrizlerden gelen su uğultusunu duyardı. Evlerin ufku bütün gün güneşe açıktı. Sokaklarda sabahın seherinde bol su ile süpürülüp yıkanmış, nemi henüz üstünde parıltılı bir temizlik sezilirdi.
Şehrin sakız gibi beyaz badanalı mütevazı evleri, şipanalarında küçük asma salkımları, güneşe serilmiş çamaşırları, çocukluğumuzda âşina olduğumuz güzelliklerdi. İkindi vakitlerinde sokağın sağını solunu dolduran satıcı sesleriyle dolardı.
Bu şehrin asas peyzajını kuran dedelerimiz sade ruhlu insanlardı. Onlar daima ağırbaşlı esâslı ve özlü olan bir iklimin insanıydılar. Zamanenin töremeleri gibi ödünç kişilikli insanlar değildi. Hasbî ve hakîki insanlardı. O Van ki şahsiyeti olan bir şehirdi. Bu şehirde şimdiki gibi şahsiyet dediğimiz hafızanın ambarındaki maskeliler gibi erdemin düşmanı olan haydutlar henüz bu kadar türememişti.
Şimdilerde talancı ve hoyrat imar anlayışının “Kılıçlı Baba”nın kabrine revâ gördüğü hürmet apartmanlar arasında sıkışmış bir çöp konteynırına gösterilen hürmet derecesinde ise o şehir ruhunu kaybetmiş demektir.
On beşinci asırdan itibaren Van’da varlığını bildiğimiz Müslüman Mahalleleri: Acem Haço, Hüsreviye Abbas Ağa, Halilağa, Akköprü, Mercimek Topçuoğlu Cami-i Kebir, Sinaniye Tebriz Kapı, Hafıziye, Akköprü, Kılıçlı Baba Kılıçlı Baba ki adını verdiği sokakta şehit olmuş kahraman bir cihangirdir. Kılıçlı baba şehit olduğu fetih gününden beri bir nigâhban(nöbetçi) sadıklığı ile sokağın başında asırlık uykusuna dalmış. Beride Şahbenderzadelerden Nanyemez babanın göğe kıyam etmiş kavakların serin ve sessiz gölgesindeki türbesi. Bir zamanlar şehrin en eski sakinlerinin kâim olduğu Sıhke Sokağı’nda; yarı beline kadar kaldırıma gömülmüş evlerden sokağa sızan gaz lambasının dermansız ışığı. Akşamları Kanlı Meşe’nin o korku ve ürpertili tenhâ sakinliğinde hızlı adımlarla bir an önce eve vasıl olmanın vermiş olduğu ferâhlık hissi.
Şimdi Van’ın eski zamanlarında bir çocuk olaydım. Gönlüm huzurla dolaydı. Şamranın pırıl pırıl aktığı vakitlerde yıkandığımız günlerin çocuk kahkahalarına kulak vereydim. Kış günlerinde çamur deryasına dönen sokaklarda tepemize kadar sıçrayan çamurun esas suçlusunun babamın bana aldığı Sümerbank ayakkabısına bağlayaydım. Sokağın ismiyle müsemma güngörmüş Kamile Abla’sının sütünları tahta ile kaplı geniş balkonunda medeniyetin bütün zarafetini hayatına sindirmiş o ince ruhlu Alihan abinin o mütebessim simasını göreydim. Rabia ablanın bahçe duvarından sokağa boynunu uzatmış eriklerinden koparaydım. Nadide ablanın evinin arka cihetinde esrarlı ürpertiler içinde korktuğumuz ziyaret ağacı olduğuna inanılan yaşlı dışbudak ağacı, Arabaların nadirattan olduğu senelerde tozlu topraklı kaldırımsız sokakların kenarlarında çağıla çağıla akan kehriz sularının getirdiği serinlik. Şimdiki şehir bütün bu güzelliklerden sadece zaman ve mesafe itibariyle değil asıl ruh huy ve duygu cihetinden de yoksun kaldı…