Bembeyaz, ufacık taşların arasından derin, masmavi göğe gülümseyerek bakar gibiydi küçük minik yeşil yapraklarıyla akyumaklar, yüksük otları ve küçücük, renk renk, çiçekler.
Pembeli mavi kantaronlar, papatyalar, kıpkırmızı gelincikler, ılık esintiyle zarif başlarını kara toprağa doğru eğen ıtırlar sihirli kokularını ovaya yayarken koca bir taşın üstüne oturmuş şaşkınlıkla etrafı seyrediyordu.
Ne güzeldi renkler ne güzeldi çiçekler ve gökyüzü, her şey ama her şey.
Hayretle düşündü, nasıl da fark etmemişti bu ovayı. Cennetten bir köşeydi adeta. İş dönüşü kaçıp gelse buraya, hatta bir de havuzlu yazlık yaptırsa, çoluk çocuk doluşsalar ne iyi olurdu. Büyük şehrin gürültüsünden, kalabalığından, ağır iş temposundan kurtulur, üç beş gün kafa dinlerdi.
Acaba satılık bir yer bulur muydu burada. Hemen araştırmalı, kimse fark etmeden bu cennet bahçesinden bir köşeye sahip olmalıydı.
Heyecanla neler yapabileceğini düşünürken uzaktan uzağa bir ses duyar gibi oldu. Sanki birinin dolu tenekeye vurdu ve kalın, tok tını ovaya birden yayıldı, hemen de durdu.
Yavaşça oturduğu yerden kalktı, dört bir yana bakındı. Hiçbir şey görmedi. Ama ileride bir alıç ağacının yavaşça sallandığını fark etti.
Merakla o tarafa doğru yürümeye başladı. Birkaç adım atmıştı ki ayaklarının titrediğini hissetti. Şaşkınlıkla yere bakınca o güzelim çiçeklerin de sağa sola savrulduğunu gördü. Sonra o tok, mekanik teneke sesini yine duydu. Giderek hızlanıyor ve yakınlaşıyordu.
Yer sarsıntısı da şiddetlendi. Birkaç saniye içinde adım atmayı imkânsız hale getirdi. Ardından hiç beklemediği çok sert bir rüzgâr esmeye başladı.
Hızla, adeta düşercesine oturdu, korumak için ellerini yüzüne örttü, gözlerini sımsıkı kapattı. Ama bir çocuk çığlığı onu yerinden fırlattı:
“-Baba! Kalk! Haydi, kalksana!”
Dehşet içinde gözlerini açınca şaşkınlıktan neredeyse küçük dilini yutacaktı: Ne o güzel çiçekler ne o cennet gibi ova ne de derin mavi rengiyle esrarlı gökyüzü vardı. Eski bir tahta yatakta yatıyordu.
Etine iğne batırılmış gibi yerinden fırladı. Eski karyola sallandı. Hayretle etrafına baktı. Küçük yatak odasının bir duvarını eski bir elbise dolabı kaplamıştı. Diğer duvarda modası geçmiş aynalı şifonyer, karyola başlarında boyaları dökülmüş iki komidin, yerde tüyleri yer yer gitmiş el halısı, pencerelerde çok eski ama temiz perdeler vardı.
Neredeydi? Bu fakir odada, bu eski karyolada neden yatıyordu? Buraya nasıl gelmişti?
Tam o sırada açık kapıda beliren küçük bir kız gözlerini ona dikip konuştu:
“-Baba! Haydi! Ninem kahvaltıyı hazırlamaya başladı.”
“Bu bir kâbus,” diye dehşetle düşündü kendi kendine. “Evet, evet! Bu çok kötü bir karabasan! Uyanmalıyım hemen!”
Yüzüne okkalı bir şamar attı. Canı yandı. Ama kız hâlâ karşısında duruyor, söyleniyordu:
“-Baba, karnım çok acıktı. Kalksana!”
Şaşkınlıkla ona bakan küçük kız bağırarak gözden kayboldu:
“-Nine! Babam kendine vuruyor! Babama bir şey oldu!”
Ayağa fırladı hemen. Ama son şaşkınlığı ötekilerin üstüne tüy dikti. Eski bir pamuklu pijama takımını giyinmişti! Deli gibi yokladı kendini. Ardından kocaman gözlerle ortası çökmüş yatağa, rengi kaçmış çiçekli çarşafa, eski pamuk yorgana, pörsümüş yastıklara baktı.
Dehşet içinde hiç böyle bir yatakta yatmadığını düşündü ve farkında olmadan bağırdı:
“-Aman Allah’ım! Ne oldu bana? Neredeyim ben?”
Ama bir kadın sesi ile deli gibi yerinden fırlayıp kapıya döndü:
“- Haydi! Yüzyılda bir yumurtalı ekmek kızarttım, soğuyacak. Git, elini, yüzünü yıka da mutfağa gel.”
Ağzı bir karış açık öylece kadına baktı. Yaşlı, yorgun görünen, boylu poslu, sarışın, güzel bir kadın vardı. Oyalı yemeniyi ensesinde düğümlemişti. İyice solmuş çiçekli şalvarı, örgü yeleği Nuh Nebiden kalmıştı sanki.
Kendisine hırsla bakan kadına kekeleyerek sordu:
“-Burası da neresi? Sen de kimsin be kadın?”
Elini hırsla beline koyup parmağını salladı sarışın yaşlı kadın:
“-Bana bak! Deli etme insanı. Üçtür bu aptal şakayı yapıyorsun. Seni doğuran kadını tanımadın mı? Yeter artık! Tembelleşmeye başladın. Kalk! Tarayıp durduğun o üç tel saçı yoldurtma bana!”
“Bu kadarı da fazla” diye düşündü, “bu kadarı çok fazla. Gece kendi yatağımda yatıyorum, kendi dünyamdayım. Sabah uyanıyorum, bu döküntüdeyim. Neler oluyor?”
Avaz avaz bağırmaya başladı:
“-Kimsin dedim, kimsin? Ben nasıl buraya geldim. Hangi oyunun içindeyim? Nasıl bir tuzak bu? Fidye mi istiyorsunuz? Nedir derdiniz?”
Kadın hemen fırladı, eski kapının ardında duran temizlik fırçasının uzun sapını kaptı, hiç beklemeden onun sırtına hızla vurdu, yatağa serdi, hiddetle cevap verdi:
“-Kim miyim? Ömrünü sana feda eden talihsiz anan! Kendine gel!”
Bu kâbus odasında, bu deli kadınla bir saniye bile duramazdı. Kendini kurtarmanın bir yolunu bulmalıydı. Yerinden hemen kalktı. Hızla koşup kendini dışarı attı.
Gördükleri karşısında büyük bir sevinç yaşadı. Adeta cennetten bir köşe olan, bin bir çiçeğin, dünyanın dört köşesinden getirdiği ağaçlarının bulunduğu bahçesindeydi ve karşısında üç katlı konağı vardı. İleride güneşin ışınlarının raks ettiği, pırıl pırıl parlayan, tertemiz suyla dolu havuzu duruyordu.
Ellerini havalara kaldırıp çığlıklar attı:
“- Allah’ım sana çok şükür! Sana şükür…”
Ama birden omuzunu bir el tutup onu salladı, hırçın sesi de susturdu:
“-Ne bağırıyorsun be bahçıvan eskisi. Sus! İyi ki Beyin hanımı duymuyor seni. Yoksa görürdün bağırmayı.”
Şaşkınlıkla geri döndü. Karşısında konağının on senelik kapı bekçisi duruyordu.
Büyük bir kızgınlık dalgası bütün vücudunu yaktı geçti, kıpkırmızı kesildi. Artık olanları kaldıracak sabrı çoktan aşmış, öfkeden deliye dönmüş bir hâlde hızlı hızlı konuştu:
“-Kendine gel bekçi efendi! Bu ne hadsizlik! İşsiz mi kalmak istiyorsun?”
Dev gibi bekçi yüzünü yüzüne yanaştırdı, kelimelerini tane tane saydı:
“-Eeee ! Sonra bahçıvan eskisi? Patronum içeriden çıkmak üzere. Ona bir soralım bakalım, nasıl yapacaksın bu işi?”
Hiddetinden birkaç saniye nefes alamadı. Tam ağzını açıp deliler gibi bağıracaktı ki bekçi ona söz bırakmadı:
“-Bak, araba kapıya yanaştı. Patron Arap sultanları gibi. Yürümeyi hiç sevmez. İki adım atar, son model koca araba önünde. Bak bak, gördün mü?”
Arkasını dönüp kapıya bakınca şaşkınlıktan yerlere serilecekti neredeyse. Son aldığı pahalı takım elbisesini giyen bahçıvanı kibirle arabasına biniyordu. Ağzı bir karış açık şekilde, neredeyse nefes almadan, sürücüsünün hemen arka kapıyı kapatıp direksiyona geçtiğini gördü.
Dev bekçi hızla koştu. Çift kanatlı otomatik kapıyı açıp hemen hazır ola geçti.
Araba ilerledi. Ama tam onun önünde durdu. Arka cam açıldı ve bahçıvanı içeriden seslendi:
“-Bahçıvan Efendi! Bu ne hal? Bir daha görmeyeyim pijamalarla seni! Bu ne laubalilik? Arka bahçede birkaç ağaç budanacak hale gelmiş. Yurt dışından getirttiğim çiçekler kasalarda dikilmeyi bekliyor. Ama sen ortalıkta boş boş geziyorsun!”
Ağzını hiddetle açıp tam avazı çıktığı kadar bağıracaktı ki biri kolundan şiddetle geriye doğru çekti, kulağına fısıldadı:
“-Yürü eve!”
Hızla döndü. Karşısında yine o yaşlı kadın vardı. Kolunu çekip kadından kurtardı. Hırsla bağırdı:
“-Yeter artık! Biri bana oyun oynuyor! Biri aklımla oynuyor!”
Ama sarışın yaşlı kadın onu yine kolundan öyle bir çekti ki az daha sırt üstü yere düşecekti. Kendini zor toparladı.
Araba kapıdan yavaş yavaş geçerken dev bekçi asker selamı verdi. İçerideki adam yavaşça elini kaldırdı, elini kibirle sağa sola salladı. Göz ucuyla onlara şöyle bir baktı.
Süslü demir kapıdan geçen kocaman aracından arkasından bakarken kendi kendine “bu tuhaf hâli mutlaka çözmeliyim,” diye mırıldandı. “Sakin olmalı, kendimi toparlamalıyım. Deli olmadığıma göre bu çılgın durumun bir sebebi olmalı. Onu hemen bulmalıyım.”
Yaşlı sarışın kadın onu evine doğru sürüklerken Beyninden binbir türlü düşünce geçmeye çalışıyor, hepsi adeta birbirinin üstüne yığılıp dökülüyordu. Sonunda telefonunu bulup tanıdıklarını aramaya karar verdi. Ama önce sakin olmalı, bu oyunu kabul etmiş görünmeliydi.
Tek katlı, mütevazı eve girerken sordu:
“-Telefonumu nereye koydum acaba. Biliyor musun?”
Hırsla söylendi kadın:
“-Dün kaybettin ya. Onu da mı unuttun?”
Sakin olmaya çalıştı:
“-Seninkini ver o zaman.”
Daha fazla konuşmadan içeri girip mutfağa geçtiler.
“-Önce kahvaltı edelim. Yavrum seni bekledi, diye söylendi kadın. Sen gelmeden yemez biliyorsun. Otur şu sandalyeye.”
Ardından içeriye seslendi. O kara gözlü küçük kız geldi. Cılız kollarını onun boynuna doladı ve ince çocuk sesiyle konuştu:
“-Ne oldu baba sana? Hasta mısın?”
“-Bırak şimdi babanı. Git, çekmeceden telefonumu bul, getir buraya, dedi kadın, acele et. Bugün çok işimiz var. Haydi.”
Kızın getirdiği telefonu görünce şaşkınlıkla konuştu:
“-Bu ne? Dedenden mi kaldı telefon?”
Sinirle güldü Sarışın kadın:
“-He ya, ben de yüz yaşındayım. Ne diyorsun sen! Çok param vardı da öyle akıllı mı deli ne, o telefonlardan alacaktım, öyle mi? İşine yararsa kullanırsın. Benden bu kadar.”
Hemen sarıldı telefona ve en yakın arkadaşını aradı. Ama telefon meşguldü. Sonra iş yerindeki yardımcısını, ardından şoförünü. Hiçbiri cevap vermedi. Hırsla söylendi:
“- Herkes mi konuşur bu kadar? Ben bilirim ne yapacağımı onlara!”
“Sessizce kapalı garaja gitsem, diğer arabamı alıp işyerine ulaşsam, yerime geçen o ursuzu rezil edip polise teslim etsem. Ah ne iyi olur. Ama önce şu kahvaltı faslını bir halledeyim.”
Küçük kızın ona gözlerini dikip şaşkın şaşkın bakmasına, ara ara uzanıp ellerine dokunmasına aldırmadan ve hiç konuşmadan, hızla kahvaltısını yaptı.
Tam yerinden kalkacaktı ki hızla masayı toplamaya başlayan sarışın nine mahzun mavi gözlerini ona dikti. Başını bir o tarafa bir bu tarafa salladı:
“-Ben söylemeden bir iş yapamayacak mısın oğlum? Haydi kalk, çok işimiz var. Git şu pijamaları çıkart. Kapının arkasına astım. Tulumunu giy. Arka bahçedeki çiçek fidelerini dikeceğiz. Bilmem hangi Uzak Doğu ülkesinden getirmiş o boyu devrilesice. Köle gibi çalıştırıyor bizi. İnşAllah en kısa zamanda elinden kurtuluruz.”
Sonra ona dik dik bakıp söylenmeye devam etti:
“-Ah, ah! Keşke baştan itiraz etseydim de bu zalim adamların işini kabul etmene engel olaydım. Ömrümüzü bu merhametsiz adamın yoluna serdik. Serdik de ne oldu? Kıymetimizi bildi mi? Yok! Neyse… O zavallı gelin de senin için köye gitti. Yıllardır gitmediğimiz yıkıntıyı temizlemeye. Allah hepimize akıl fikir versin.”
Bu sözler şaşkına çevirdi onu, sonra da büyük bir sevince. “Bu kadın doğru söylüyor,” dedi kendi kendine. “Evet, yüz fide getirtmiştim, değişik çiçeklerle küçük balık havuzlarının kenarlarını renklendirmek için. Evet, bir tuzağın içindeyim. Artık hiçbir şüphem yok.”
Hiç sesini çıkarmadan yatak odasına gitti. Derli toplu odaya, eski ama temiz eşyalara baktı. Garip, sakin, hüzünlü bir hava vardı sanki bu odada. Bir pişmanlık sanki, sanki derin bir özlem hissi…
Duvarda asılı kenarlarında sırları dökülmüş ayna dikkatini çekti. Yanaşıp kendine bakınca şaşırdı. Renkleri solmuş pijamanın içindeki kendisi miydi? Tepesindeki saçları azalmış, sakalları uzamış, avurtları çökmüş bu adam kimdi?
Birden hıçkırıklarla ağlamak istedi, duvarları yumruklamak. Sonra da kendi evine gitmek. Ama şimdi gidemezdi. On sene maaşını verip yedirip içirdiği dev gibi bekçi dikilirdi önüne önce.
Yatağa oturup başını ellerinin arasına aldı, üç beş dakika düşündü. Sakin olmayı şimdilik başarabilmişti. Ama daha ne kadar dayanabilirdi?
“Bilmiyorum” diye mırıldandı. “Gerçeği söylesem, iddialaşsam sonumun akıl hastanesi olmayacağını kim garanti edebilir? Bekleyeyim, önünde sonunda bir ip ucu daha verecek elime.”
Ayağa kalkıp kapının arkasındaki tulumu aldı. Hemen giyindi. Hızla pencerenin yanına gitti, dışarı baktı. Gördüğü onu çok şaşırttı ve sevindirdi. Tam karşıda duran kapalı otoparkın arka kapısıydı.
“Pencereden dışarı çıksam kapıya ulaşmam bir dakika sürmez,” diye mırıldandı.
Tulumu giymesiyle pencereden bahçeye atlaması bir oldu. Koşar adımlarla kapalı parkın kapısına ulaştı. Ama o sesle dondu kaldı:
“-Hayrola bahçıvan müsveddesi? Ne geziyorsun burada? Yoksa patronun arabalarına mı göz diktin çulsuzun teki?”
Hızla geri döndü. Dev bekçi bir adım ötede duruyor, korkunç bakışlarla onu süzüyordu.
“-Ne gezeceğim be adam, diye şaşkınlıkla söylendi. Çiçekler için…”
“- Heeeyt! Kimi kandırıyorsun? Karşında aptal mı var? Deli etme beni,” diye söylendi adam. “Yürü ninenin yanına.”
Çaresizce geri döndü. Evin kapısında sarışın nine üzgün yüz ifadesiyle ona bakıyordu.
Küçük kızı da yanlarına aldılar. Arka bahçeye geçtiler. Çiçek dolu kasalar duvarın kenarına dizilmiş onları bekliyor, tek tek dikilmek için hemen işe başlamak gerekiyordu.
İnleyerek koca bir çiçek kasasını yüklendi Nine, ilk çiçek arkının başına götürdü.
“-Haydi, yuvaları açmaya başla. Bende fideleri yerleştireyim. Haydi, dikilip durma,” dedi ona bakmadan.
Şaşırdı kaldı. Hayatında hiç toprakla uğraşmamış, çiçek dikmemişti. Çiçeği saksıda ve bahçede görmüştü. Ne yapacaktı şimdi?
Beş on saniye düşündü, ardından gülümsedi aklına gelen düşünce ile:
“-Bak, dedi. Senin ellerin uğurlu, biliyorum. İlk yuvayı sen aç. Gerisini ben yaparım.”
Kadının yüzünden gizlemeye çalıştığı bir gülümseme geçiverdi. Küçük çapayı alıp hışımla toprağı belledi, burguyla küçük bir çukur açtı, çiçek fidesini içine yerleştirdi, kökünü toprakla örttü, üstünü bastırdı.
Kız da hemen ibrikle can suyunu döküverdi, çocuk neşesiyle küçük kahkahalar attı.
Güneş kavuşana kadar hem sarışın yaşlı kadınla çalıştı hem de bu garip oyundan, bu anlayamadığı tuzaktan nasıl kurtulacağını düşünüp durdu.
“-İyice beceriksizsin bugün. Aklın nerede,” diye söylenip durdu kadın. “Sanki bu işleri hiç yapmadın. Ellerin Beyzadenin elleri gibi, toprağa hiç değmemiş, çapa tutmamış gibi. Konaklarda mı yetiştin be mübarek?”
Son ağacın budaması bitince yorgunluktan adım atacak hali kalmadı. Çimlerin üstüne çöküverdi. Avuçlarının arasına aldı başını. Sıkıntıdan ve giderek artan ümitsizlikten yüreği sıkışmaya, başı ağrımaya başlamıştı.
“Dün,” diye mırıldandı kendi kendine. “Atadan, babadan zengin, itina ile büyütülüp çok iyi eğitimle yetiştirilen, herkesin hürmetle konuştuğu bir iş adamıydım. Uyandım, annesinin durmadan azarladığı, zavallı bir yorgun bahçıvan olarak buldum kendimi. Dün bu bahçıvan benim bahçemde çalışıyor, müştemilatımda kalıyordu. Şimdi ise benim yerime geçmiş… İşin en tuhaf tarafı ben bu adam ve aile hakkında doğru dürüst bir bilgiye sahip değilim. Utangaç, yerden başını kaldırmayan bir genç olarak geldi. Yanında gencecik, cahil bir kız vardı. İlk yıllarda iki çocuğu mu ne olduydu. Hanımım ilgilendi. Sonra o cahil kızın güzel yaptığını fark edince mutfakta işe başlattı. Bu küçük kızı hiç bilmem. Demek ki üç çocukları var.”
Nine yine dikildi tepesine.
“-Haydi kalk, kalk, diye söylendi. Şu patron dediğin nemrut adam gelmeden gidelim eve. Karşılaşmayalım. O kibirli bakışlarını, Allah’ın bir tek selamını bile esirgemesini görmeyi hiç istemiyorum. İnşallah ona da bize baktığı gibi tepeden bakanlar olur. Hoyrat, sevimsiz adam. “
İnleyerek kalktı yerinden. Müştemilata doğru giderken şaşkınlıkla düşündü. Yirmi yılı aşkındır bahçıvan, hanımı, annesi ve çocukları bu müştemilatta yaşıyorlardı. İşlerini yapıyor, maaşlarını alıyorlardı. Selam vermek ve konuşmak için herhangi bir sebep görmemişti. Demek ki bu yetmemişti.
“Her çalıştırdığımla konuşmak zorunda mıyım” diye düşündü. “Hepsiyle konuşmaya, hâl hatır sormaya kalksam işim var. Beklentinin böylesini ilk defa fark ediyorum. Eh, hadsizlik de böyle oluyor işte.”
Birden aklına gelen düşünce onu heyecanlandırdı. Haklarında hiçbir şey bilmediği bu ailenin en bilgilisi olan bu nine ile konuşmalı idi, ama nasıl? Doğrudan soru sorsa yine delirdiğine hükmederdi. Daha farklı bir yol bulmalıydı.
Ama sarışın nine hiç bilemeden imdadına yetişti:
“-Haydi yürü! Verandada yemek yiyelim. Sonra da bir yorgunluk çayı içersin gayri bu gariban ananla.”
Sevinçten havalara fırlayacaktı neredeyse. Hatıralarını sorar, onu konuşturur, hayatını öğrenirdi. Böylece bu tuhaf hikâyenin sebeplerinden küçük bir iz yakalama imkânı bulmuş olurdu.
Yaşlı kadın güzel bir kekikli, karabiberli bulgur pilavı, kıymalı nohut pişirmişti. Yanına kulağa tatlı bir müzik gibi gelen tıkırtılı bıçak sesleriyle ve çabucak yaptığı çoban salatasını, ayranı, kırmızı pancar turşusunu da ilave etti.
Sonra Isıtılan yemeklerle harika baharat kokusu mutfağa yayıldı.
Ve… Küçücük mutfak çok farklı bir havaya büründü, kanıksanmış, hattâ unutulan sevgilere selam gönderen. Küçük kızın sevimli yüzü de onlara eşlik edince saf, tertemiz dünya oluşuverdi de onu çoktandır yaşamadığı, kaç zamandır aklına gelmeyen sevginin açığa çıktığı, billurlaşmış, ışıltılı, tuhaf bir evrenin içine attı sanki.
Hayretle seyretmeye başladığı sarışın nine tabağı bulgur pilavı ile tepeleme doldurdu, üzerine kaşık kaşık nohut da ekledi. Bardaklara ayran döküp önüne sürdü:
“-Haydi, çal kaşığı. Soğutma. Şu çanağa da salatanı koydum. Haydi, afiyet olsun kuzum.”
Küçük kız önüne konan dolu tabağa bakıp merakla sordu:
“-Nine, tatlı var mı?”
Küçük bir kahkaha atıp torununun başını okşadı yaşlı kadın:
“-Olmaz olur mu? Senin için pekmezli un helvası yapıverdim.”
Kaç yıldır eski zamanlardan saydığı böyle yemekleri yememişti. Yavaşça uzandı tabağa, bir kaşık aldı, ağzına götürdü. Bulgurun baharatlı enfes kokusu burnuna, oradan nefes borusuna yayıldı. Bu kokuyu da tadını da pek beğendi, harika bir haz duygusu bütün beynini kapladı.
Bu hâline çok ama çok şaşırdı. Gözlerini yumup ikinci, üçüncü kaşığı büyük keyifle ağzına doldurdu. Ardından neredeyse nefessiz bir şekilde, çalakaşık, turşuyu, ayranı, önüne ne konmuşsa, hepsini sildi süpürdü, ikinci tabağı da.
İlk defa Ninenin yüzünden küçük bir gülümseme rüzgârı hızla gelip geçti:
“-Haydi bakalım, çayı verandada içelim. Dağ kekikli çay yorgunluğa iyi gelir. Ocaklı ninem öğretmişti, bilirsin işte. İçimden geldi, bu akşam misafir bardaklarıyla çay içelim. Eskiden kalma iki güzel tabakla da birkaç şey atıştıralım.”
Az sonra nine müştemilatın verandasında çok eski, küçük, dört ayaklı, örtüsünün kenarları dantelalı masaya yazın kuruttuğu meyve dolu iki güzel tabağı koyuyordu.
Tabaklara bakınca ne kadar tanıdık geldiğini hayretle fark etti.
Birden…
Birden gözünün önünde bir sahne canlandı: Orta yaşlı bir kadın kenarları altın yaldızlı, zarif gül demetleriyle süslenmiş porselen tabakları dantelalı, pembe ipek örtülü masaya diziyordu. Çok güzeldi kadın, zarifti, sarışındı. Işıl ışıl parlayan kristal şamdanların ışığında cennetten inen melekler gibiydi. Arkada hayal meyal seçebildiği küçük, esmer bir kız vardı.
Bir yerlerden tanıyordu bu kadını ama nereden? Farkında olmadan başını kaldırıp sarışın nineye baktı. Şaşkınlıkla düşündü: “Bu nine o kadına nasıl da benziyor. Sanki onun yaşlanmış hali. Nereden hatırladım ben bu kadını?”
Nine yavaş belini tutup yavaş adımlarla mutfağa giderken arkasından bakıp ürküntüyle mırıldandı kendi kendine:
“-Bana oynanan bu oyunu çözmeye çalışırken her şey birbirine karışacak korkarım ki. Bir an evvel şu yaşlı kadını konuşturmalıyım.”
Çok uzaklarda, ufuktaki bulutlar ölgün mavilere, pembelere, turunculara bürünmüş, sonsuz deviminin birini daha bitiren güneş son ışıklarını da sinesine çekerek yerini alacakaranlığa bırakmaya başlamıştı.
Hava serinlemiş, hafif bir yel yağ tenekelerine ekili kırmızı çiçekli sardunyaları, karanfilleri, akşam sefalarını, bahçedeki bütün yeşillikleri selamlamaya başlamıştı ya da ona öyle geliyordu.
Yine hayretle düşündü: “Ne diyorum ben? Rüzgârın yeşilliklere, çiçeklere selam vermesi… Ben… Ben çiçekleri sadece süs olarak görürdüm. Şimdi onları insanmış gibi, duyguları varmış gibi düşünüyorum. Ne zaman bu hale geldim ben? Bana neler oluyor?”
Nine bakır tepsiyle çayları getirince havaya yayılan kekik ve çay kokusu kalbinin en gizli köşesinde bilmediği bir kapıyı huzurla açtı sanki. Derin bir rahatlama ile havayı içine çekti. Sandalyesini masaya yaklaştırıp elma kurusundan ağzına atıp çiğneyince elinde olmadan gülümsedi:
“-Nefis! Ellerine sağlık. Yemek de çok lezzetliydi, bunlar da. İlk defa bu kadar güzel yiyecekler…”
“-Her zaman yediğin şeyler be oğlum,“ diye sözünü kesti Nine. “İlk defa bu kadar beğendiğini söylüyorsun. Sağ olasın, ömrün hep uzun, bahtiyar olsun evladım.”
“Tam sırası, diye düşündü. Beklemeden sorusunu sordu:
“- Bu güzel yemekleri kaç yaşında yapmaya başladın. Okulda mı öğrendin?”
Nine ona şaşkın şaşkın baktı önce. Sonra uzanıp sevgiyle omuzuna hafifçe vurdu:
“-Hay benim akılsız oğlum! Bugün sende bir tuhaflık var. Ne okulu? Bizim zamanımızda köyde kızlarının daha küçükken her bir işi yaptıklarını bilmez gibi konuşursun. Anamdan, ninemden, komşu teyzeden, kadın kişiden öğrendik işte. Aklımızın yettiğince, fikrimizin erdiğince ne iş varsa usta olmaya gayret ettik.”
Yaşlı kadın uzaklara baktı bir an. Yüzünde öyle sevimli, öyle hüzün dolu bir ifade vardı ki, öylesine hasretlerle, adanmışlıklarla bütünleşmişti ki ona hayranlıkla bakakaldı.
İşte o an yine yüreğinde adeta sırlarla dolu ummanlara doğru giden bir kapı açıldı da o kapının dışında, sahillerde buldu kendini. İçten içe bir ses kendisiyle konuşmaya başladı:
“-Ey garip insanoğlu! Bugüne kadar ne yaşadın sen? Avuçlarında ne var seni erdemli kılan? Hiç! Kayıp zamanların dışında hiç! Söyle bana, zamanı kaybetmenin dışında bu hiçlikte yaşadığını mı sandın sen? İyi de, senin hiçliğin ne ki? Sen bana hiçliğini tarif edebilir misin?”
“- Ama… Ama ben pek çok şey yaşadım ve kendimi var ettim,” diye itiraz etti benliği. “Ben iş sahibi oldum, ben evlendim, ben eş, çocuk sahibi oldum. Babadan kalma mülke mülk ekledim de mülkler sahibi, mal sahibi oldum. Daha ne olsun ki?”
“- Öyle mi dersin,” dedi gizemli ses. “Öyle mi sanırsın? Şu geçen sonsuz zaman diliminde senin şu kara arzda, şu evrende, malının, mülkünün ve bedeninin esamisi ne ki? Söyle bana senden geriye kalan nedir? Senin geriye kalan bir sır bahçen var mı ki evrende saklayabileceğin? Haydi, korkma, itiraf et, sen daha yanındakilerini bile tanımazken, kendini bile bilmezken, ey zavallı, hangi mülkten bahsediyorsun ki?”
Şaşırdı, içine bir ateş düştü, ellerinin arasına aldı başını, kendine gelmeye çalıştı.
Sarışın nine onun halini görünce telaşlandı:
“-Ne oldu hay oğul,” diye sordu telaşla. Hiçlikte gemilerin mi battı da mülksüz mü kaldın? Bu ne hâl?”
Duyduklarına inanamadı, bir an dondu kaldı. Nine saf saf konuşmasına devam etti:
“-Sen hiçliği bilir misin a oğul? Bilmezsin tabii! Senin o kul köle olduğun patronunu dünyaya hâkim sanırsın değil mi? Yirmi yılı aşkındır seni de gelini de beni de kendine köle ettiğini sanan o patronunu varlık sahibi sanırsın değil mi? Hiç bile değil o! Hatta yok bile değil! Kötünün kötüsü o. İblisin kölesi o!”
Garip bir sıkıntı ve saklamaya çalıştığı kızgınlık ile istemeden düşündü: Bu Nine aslında kendinden bahsediyor, oğlu sandığına aslında onu anlatıyordu.
“- Ama,” diye itiraz etti. “Üniversitelerde okumuş, memleketin dışına çıkıp dünyayı gezmiş patron dediğin o adam. Atadan, dededen varlıklı. Senin ekmeğini, aşını da o veriyor. Çok da bilgili bir adam. Daha olsun ki.”
“-He ya,” diye hırsla cevap verdi yaşlı kadın. He, he! Hoş, İblis de âlimdi. Âlimdi de derin bilgisi onu şımartıp nefsinin kabarttığı kibir kuyusunun içine düştü. Yaratanın kudretinin yüceliği önünde diz çökeceği yerde ona isyan etti. Kendisine verilen sınırlı bilgiye güvendi, kibirlendi. Gururlandı, haddini nasıl da aştı. Kendi hiçliğini varlık zannedip ezeli mahkumiyeti tercih etti o iki kuruşluk iradesiyle. Böylece yokluğun Gayya Deresine düşüverdi. İnsan oğlu da şu yalancı dünyada yok olacak her gördüğü hayali var zannedip onun peşine koşmada. Söyle bana hay oğul, şu gördüğün konak ebediyen duracak mı? Esen yelle yavaş yavaş toza, toprağa dönmekte olan o binanın sahibi zannedilen patronunun bedeni kara toprağın koynuna girmeyecek mi? Girecek! Ya o kara toprak? Şu koca kâinatın bir parçası olan arz bir zaman sonra renkli pamuklar gibi atılmayacak mı? O zaman elde kalan ney? Hangi şey seninle olacak? Hangi şey senin zenginliğin, hem de varlığın sayılacak bu yokluk dünyasında?”
Sırtı ürperdi, içi titredi. Son bir gayretle konuşmak istedi:
“- Yani…Yani bu yokluk dünyasında mal sahibi olmayalım mı? Para, iş sahibi olmayalım mı? Olur mu öyle şey? “
İç çekti Nine. Ona üzgün üzgün baktı:
“-Ah be oğul,” diye cevap verdi. Bir şeyin ayırdına varmak bu kadar mı zor? İblis gibi hırsla, gururla, kibirle mala mülke, şana, şöhrete sarılmak, hepsini kendinin zannetmek ayrı, bu dünyanın geçiciliğini bilip yokluğun da varlığın da sahibinin Yaratıcısını kabul edip eline, önüne gelen şeylerin O’nun lütfu, hediyesi olduğunu anlamak, hissetmek, inanmak ayrı…İşte o zaman bölüşmedeki iyiliği, güzelliği keşfeder, kalp kırmaz, gönlü incitmez, yüreği de yakmazsın. Benim fikrimce zenginlik ile varlık budur evlat. Bir zaman sonra toz toprak olacak şeyler için gönül kırmak insan olanın yapacağı şey midir a kuzum? Hiçliğin ortasında kalıp varlık sandığının alacasına, bulacasına gitmek de nedir? De bana balam?”
Her kelimesi yıldırımdan tokatlar gibiydi ninenin. Ona onu anlatan cümleleri aklını başından alıp her şeyi unutturdu, beynine çarpıp onu serseme çevirdi. Elini kaldırıp mırıldandı:
“-Dur anacığım, dur bir saniye. Hiçlik dediğin ne ki, varlık dediğin ne? Hepsini birbirine karıştırıp önüme koydun. Anlat şunları da ne demek istediğini bir anlayayım.”
“-Ya! Öyle mi? Hazıra konmak istersin, anlaşıldı,” dedi yaşlı kadın. “Ama görürüm ki hazırdakini de anlayacak vaziyette değilsin. Vah bana! Seni nasıl yetiştirmişim ben. Hay topraklar başıma! Sen boşuna yaşamışsın! Vay bana, vaylar bana ki ben seni doğurmuşum da insan edememişim!”
“-Etme anacığım, diye inledi. Şu çayı dök bardağa, bir yudum içeyim de kendime geleyim. Öyle sözler söyledin ki feleğim şaştı. Haydi canım anam, bayılacağım şimdi.”
Nine yavaşça gelip ona sarıldı. Başından öpüp göz yaşları içinde konuştu:
“-De Bana oğul, can parem, canımdan can verdiğim can kuzum. Ne oldu bugün sana? Çok garip görünürsün. Benim gariban, boynu bükük, yüreğine kâinat sığacak kadar engin, ömrünü hep iyililer yaparak geçiren zenginin en zengini, sözleriyle kimseleri incitmeyen varlıklı oğlum, derdin nedir? De bu garip anana.”
Sanki ruhunun hiç bilmediği bir yerinde sızlayan, yepyeni, derin yara vardı da ihtiyarın şefkat deryası kolları oraya ilaç olup akıyordu. Garip, çaresiz bir rahatlama duygusuyla onun omuzuna başını dayadı.
Ulu dağlar gibi güçlü bir güven duygusu bütün benliğini sarıp geldi, kalbinin baş köşesine oturdu. Ama hemen İçini bir hüzün kapladı. Çocukluğu, babaannesinin omuzları geldi aklına. Hasretle yüreği yandı, gözleri doldu.
Ardından tekrar şaşkınlıkla düşündü. Bu bahçıvanının annesi olan sarışın nine kendi malikanesinin müştemilatında uzun yıllar yaşadığı halde hiç dikkatini çekmemişti. Hattâ değil bir gün gidip çaylarını, kahvelerini içmeyi aklının ucundan geçirmek, küçümseyip insan yerine koymamış, hâl hatır sormayı zül addetmişti.
Büyük bir pişmanlık sert deniz dalgaları gibi vurdu gönlüne. Ne yapacağını bilmez bir şekilde kalakaldı öylece ve hayatında ilk defa hissettiği bu duygulara şaşırdı.
Bu ana kadar değer verdiği her şeyin ağır zelzelede şiddetle sallanıp yerle yeksan olarak toprağa karıştığını acıyla hissetti.
İlk defa yaşadığı bu şiddetli acıyı ve arkasından da kendini keşfetmeye gayret etti. Göz yaşlarını tutamadı. Nineye sımsıkı sarılıp gözlerini yumdu, fısıldadı:
“-Ah anam, kaç zamandır nerelerdeydin ah anam. Bırak da omuzunda az dinleneyim, yoruldum, çok yoruldum.”
Ne kadar zaman o omuzlarda kaldığını hiç bilemedi…
Ama şen şakrak bir ses duydu sonra:
“-Aşkım! Ağlıyorsun, hem de hıçkırarak. Ne oldu sana canım benim?”
“Bu ses… Bu ses ninenin sesine benzemiyor,“ diye düşündü şaşkınlıkla. “Bu da kim?”
Ses endişeli bir şekilde devam etti:
“- Aşkım! Uyansana! Haydi ama! Geç kalacaksın. Haydi.”
Gözlerini hemen açınca şaşkınlıktan neredeyse aklı gidecekti. Son derece bakımlı, güzel döşenmiş bir yataktaydı. Karşısında ipek sabahlık içinde, alımlı, bakımlı, güzeller güzeli bir kadın duruyordu. Deli gibi yerinden fırlayıp yatağın başlığına dayandı. Elinde olmadan çığlık attı:
“-Aman Allah! Neredeyim ben? Sen de kimsin?”
Ona bir an hayretle bakan kadın kahkahalarla cevap verdi:
“- Yatağındasın aşkım. Sayıklayıp ağlıyordun anam, anam diye. Galiba hâlâ düşlerde geziyorsun. Haydi kalk uykucu.”
Başını ellerinin arasına alıp durdu bir müddet. Sonra yüzünü sıvazladı. Derin bir nefes alıp mırıldandı:
“-Çok şükür… Bu nasıl bir rüyaydı Allah’ım.”
Ama birden sarışın ninenin mahzun yüzü geldi gözlerinin önüne ve kulağında sözleri çınladı:
“-Hiçliğin ortasında kalıp varlık sandığının alacasına, bulacasına gitmek de nedir? De bana balam?”
Düşündü, mahzun mahzun düşündü hem de: “Şükür mü? Elbette şükür. Hasretle şükür. Bu bahçıvanın annesini bilemeden, bulamadan kaybetmenin verdiği hüzünle şükür.”
Sonra aklına gelen düşünceyle ümitlendi. Hemen gidip bahçıvanı bulmalı ve annesini sormalıydı.
Eşinin şaşkın bakışları altında üstüne ne bulduysa giyip müştemilata koştu. Kapıya bir kamyonet dayanmıştı. Uzun yıllar bahçıvanlığını yapan boynu bükük adam içeriden eşya taşıyordu.
Yanına gitti. Selam verdi:
“-Kolay gelsin. Hayrola? Nereye böyle?”
Mahzun bahçıvan çok şaşırdı. “Yine bir terslik yapacak, haydi hayırlısı,“ diye düşündü. Üzüntüyle konuştu:
“-Beyim, iki hafta evvel beni kovmuştun ya, işimi iyi yapamadığımı, bir şirketle anlaştığını söylemiştin.”
Adamcağız haklıydı. “Rüyanın tesiri ile unutmuşum,” dedi kendi kendine. “Çok da kötü davranmıştım. İşe geri almalı, kendimi affettirmeliyim. Canı cehenneme şirketin.”
Bahçıvanın yanına gitti. Büyük bir pişmanlıkla yüzüne bakmaya çalıştı. Omuzuna elini koydu, onu salladı. Üzüntüyle konuştu:
“- Boş ver şimdi şirketi. Eşyalarını içeri taşı. İşine devam et. Kalbini kırdıysam özür dilerim. Bir daha olmayacak.”
Önce çok şaşırdı bahçıvan. Sonra gözleri doldu. Yılların işçisiydi. Patronu olan bu adam bir gün doğru dürüst konuşmamış, hâl hatır sormamıştı. Şimdi ne olmuştu da bu yakınlığı gösteriyordu? Beş on saniye yere, sonra da şüpheyle baktı onun yüzüne. Neredeyse fısıltıyla konuştu:
“-Affet Beyim. Ama olmaz. Hanım da çocuklar da kabul etmez. Onları dün köye gönderdim. Babadan kalma evi toparlayacaklar. Bundan sonra kendi toprağımızda çalışacağız.”
“-Maaşını iki katına çıkarayım,” diye ısrar etti. “Gel, vaz geç. Sana alıştık ailece.”
“- Yok Beyim, hiç olmaz, dedi bahçıvan. Ben etsem bile hanım asla kabul etmez. Yemek pişirmek için anlaşmıştı sizin hanımla. Ama temizlik işini de yapmak zorunda bıraktınız. Son zamanlarda perişan oluyordu. Koca konak. Tek başına. Olmaz Beyim, hiç olmaz. Bundan sonra dünyaları verseniz kabul etmem. Hem dünya ne ki gönül sarayı yıkıldıktan geri.””
İçi sızlayarak baktı onca yıllık emektarına. Görüntüde bunca varlığın sahibiydi ama karşısındaki gariban adam ona gönül sarayını yıktığını söylüyordu.
Utandı, çok utandı, büyük bir kederle sustu bir müddet. Sonra zorla konuştu:
“-Senden helallik isteyemem. Ama yapacağım bir şey varsa, ne olursa, söyle yapayım.”
Bahçıvan büyük bir kararlılıkla baktı ona:
“-Beyim,” dedi. “Yirmi yılı aşkın çalıştım. Ne dedinse yaptım. Ama sen beni sebepsiz kovdun. İki aylık maaşımı da tazminatımı da inkâr ettin. Ben sana artık ne diyeyim ki?”
Şelaleler ateş oldu da başından aşağıya döküldü sanki. Son bir çırpınışla yalvardı:
“-Tamam. Tazminatını da hemen öderim, iki maaşını da dört yaparım. Bırak şu inadı.”
“-Sütüne kalmış. Verirsen hakkımı almış olurum. Dördü de istemem, iki katını da. Hakkım neyse o Beyim,” diye cevap verdi bahçıvan. “Ama artık senin emrinde çalışamam. Kusura bakma.”
Adam “artık konuşmamız bitti” dercesine susup kamyonete yöneldi. Ama durdurdu onu:
“-Madem bu kadar kararlısın, bana senin borcunu ödemek düşer, dedi hüzünle. Eşyalarını yükledikten sonra eve gel. Paranın tamamını nakit olarak vereyim. Ama annenle konuşmak isterim. İçeride mi?”
Bu sözler bahçıvanda sevinç yerine büyük bir şaşkınlık ve üzüntü yarattı. Yutkundu, derin bir iç çekti. Sonra üç beş saniye düşündü. Ardından dedi ki:
“-Beyim, anacığım geçen sene öldü. İşten, güçten unuttun galiba.”
Duydukları onu yerin dibine soktu. Söyleyecek söz bulamadı. Başını önüne eğdi. Huzurun ve gerçeğin anlatıldığı ve yolunun esrar renkleriyle döşendiği o sohbetleri kaçırdığına eseflenerek konuştu:
“- Allah rahmet eylesin. Mavi gözlerini, hüzünlü bakışlarını hiç unutmayacağım. Küçük, kara gözlü kızın da hep yanındaydı.”
Büyük bir hayretle baktı bahçıvan onun yüzüne:
“-Beyim, sen anamı birileriyle karıştırdın herhalde. Rahmetlinin gözleri kahverengiydi. Hüzünlü de değildi. Neşeli, ufak tefek, az da akıldan eksik bir kadındı. Kızım falan da yok. Delikanlılık çağında iki oğlum var.”
Şaşkınlığı neredeyse dehşete dönüştü. Rüyasındaki sarışın yaşlı kadını gerçek sanması bir tarafa, onun hakikat olmasını bütün kalbiyle istediğini anlaması, rüyasındaki sohbete anlaşılmaz ve coşkulu bir hasret duyduğunu derinden derine hissetmesi gönlünde tuhaf bir duygu seli yarattı.
Kendini toparlamaya çalışıp konuşmakta zorlandı. Neredeyse mırıldandı:
“- Affedersin. Bu günlerde çok yoruldum. Haklısın. İş güç derken, her şey birbirine karışır oldu. İşin bittikten sonra yanıma gel. Hakkını almadan gitme.”
Döndü, başı önünde, yüreğinde duyduğu ummanlar kadar büyük pişmanlık ve sıkıntı ile konağa gitti. Kendine kendine söylenip durdu yol boyunca. Neden bu insanları tanıma zahmetinde bulunmamış, sadece kendi dünyasını gerçek bilip başka başka dünyaların varlığını inkâr etmişti? Niye şimdi yalın hakikate karşı çok sisli bir kalın perde olduğunu fark ettiği dünyasından çıkıp iki adım ötede hayatlar süren bu insanların evrenine bakmak diye bir çabası olmamıştı.
“Niye mi,” dedi kendi kendine. “Niye olacak! O insanlar bana göre kayda değer değildi konuşmak için. Bu insanlar bana göre fakirdi, çulsuzdu, has şehirli değildi, görgüsüzdü. Yemek, içmek bilmez, çatal bıçak bile kullanmazlardı.”
Derin bir iç çekip mırıldandı:
“-Oysa rüyamda yediğim o bulgur pilavının tadı hala damağımda. Nasıl da lezzetliydi. Kim bilir daha neler vardı! Demek ki pek çok güzelliğin, saf iyiliğin dolu olduğu dünyaları keşfedememiş, hatta inkâr etmişim.”
Yavaşça çok süslü kapıyı açtı, içeri girdi. Zarif gül desenleriyle süslenmiş ipek sabahlıklı güzeller güzeli hanımı karşıladı onu.
Birlikte yürüyüp, çok gösterişli, oymalı, kakmalı lake koltuk takımının, yemek masası ve sandalyelerinin beyaz ışıltısı, sütlü kahve rengi ipek tüllerin, kafide perdelerin ve yerdeki el dokuması hayat ağacı desenli güzel halıların gösterişli havası, masaların üstünde duran gümüş ve altın süs eşyalarının pırıltısı ile saraya dönen salona geçtiler.
Büyük bir gönül yorgunluğu ile öylesine bitkinleşmişti ki hemen ilk koltuğa çökercesine oturdu. Sıkıntıyla alnını sıvazladı. Hiçbir şey söylemeden derin bir iç çekti.
Hanımı hemen yanına, halının üzerine diz çöktü. Meraklı gözlerle ona baktı. Uzanıp ellerini tuttu:
“-Neyin var canım, dedi üzüntüyle. Bu sabah iyi kalkmadın. Uykunda da “anacığım,” diye ağlıyordun. Haydi anlat bana ne gördün?”
Hanımının güzel gözlerine baktı. Hüzünle düşündü. “Nasıl anlatabilirim ki? Benim bile zor anladığım o rüyada… Ah o rüyada neler neler yaşadığımı, ömrüm boyunca ilgilenmediğim, belki de istemediğim ne dersleri kim bilir ne kadar kısa süren o hüzünlü rüyada aldığımı hayatını billur kafeslerde geçirmiş dünya güzeli eşime nasıl anlatabilirim ki. Oysa o dersleri kendimiz hazmederek yavaş yavaş öğrenmeliydik.”
“-Boş ver,” dedi neredeyse mırıltıyla. “İşte çok yorulmuş olmalıyım. Neyse. Toparlanırım bugün.”
Konuyu değiştirmek istedi:
“-Yarın bahçe için şirketten birilerini gönderecekler. Bakalım işe yarayacak mı?”
Gülümsedi sevecenlikle güzel kadın:
“-Ben de temizlik şirketiyle konuştum. Birkaç gün sonraya anlaştık. Onlar gelmeden evi bir elden geçireyim dedim. Atacaklar varsa atayım diye. “
“Eskiler, atılacaklar,” diye düşündü elinde olmadan. “Zaman bizi kara toprağa toprak etmek için atmadan… Ah, ne güzellikler yaşanmazdı ki. Biz insanoğlu, hırsla, kinle, kindarlıkla yarışıp, iyiliği kötülükle karıştırıp, iyilik yaptığımızı zannedip, kendimizi bilemeden, kendimizi bulamadan, kendimizle asla hesaplaşamadan yaşayıp gidiyoruz işte.”
Ardından sıkıntıyla sordu:
“- Buldun mu bari bir şeyler?”
“- Tavan arasında dededen kalma bir resim albüm buldum,” dedi evdeşi. Öyle eski ki resimler kaybolmaya başlamış. Silmeye korktum. Ama bir resim dikkatimi çekti. Sarışın genç bir kadın masaya tabak diziyordu. Çok güzelmiş belli ki.”
Birden…
Birden gözünün önünde yine o sahne canlandı: Bir kadın kenarları altın yaldızlı, zarif gül demetleriyle süslenmiş o porselen tabakları dantelalı, pembe ipek örtülü masaya diziyordu. Çok güzeldi kadın zarifti, sarışındı. Işıl ışıl parlayan kristal şamdanların ışığında cennetten inen melekler gibiydi. Masanın arka tarafına saklanan hayal meyal bir küçük kız vardı, galiba saçları da koyu idi.
Ve… Sarışın ninenin o sözleri kulaklarında çınladı sanki:
“-Ey garip insanoğlu! Bugüne kadar ne yaşadın sen? Avuçlarında ne var seni erdemli kılan? Hiç! Kayıp zamanların dışında hiç! Söyle bana, zamanı kaybetmenin dışında bu hiçlikte yaşadığını mı sandın sen? İyi de, senin hiçliğin ne ki? Sen bana hiçliğini tarif edebilir misin?”
Başını ellerinin arasına alıp derin bir “of” çekti.
“-Şu albüm nerede,” dedi. Merak ettim, görmek isterim.”
Az sonra resmi görünce şaşkınlıkla kalakaldı bir müddet. Rüyada gördüğü bu kadın sarışın ninenin genç hali idi.
Bir an düşündü. Daha evvel bu resmi görmüş müydü?
Sonra birden ilk çocukluk hatıraları canlandı. “Evet,” diye düşündü. “Evet,” dedemin kucağında albümlere bakardık. Bu resmi o zaman görmüştüm. Demek ki aklımın bir ucuna yazmışım.”
Yavaşça çevirdi arkasını fotoğrafın. Üç satırlık bir yazı vardı. Okudukları onu büyük hüzne boğdu. Gözleri doldu, kendini suçladı. “Neler neler yaşanmış! Ne büyük acılar ne çileler ve ne sevdalar. Şimdi kim bilebilir ki gönüllerde gömülü bu içli hazineleri. Zamanında fark etmek gerekirdi. Ah, ah…”
Tekrar okudu yazıyı. Üç satırlık ya o yazı nerdeyse silinmek üzere idi ve şöyle yazıyordu:
“Muhterem Refikam,
İnce hastalıktan bir sene sonra ahirete intikal edip yüreğimi derin ıstıraba duçar eyledi. Ahirinde kara gözlü küçük kızımı da aldı o menfur hastalık. Yüce Rabbim bizi cennetinde buluştursun. Amin.”
Satırın altında dedesinin baba adı yazılıydı.
Sarı saçlı güzel zarif evdeşi hikâyeyi dinleyince gözyaşlarını tutamadı:
“-Bir resmin böylesine içli bir hayatın hülasası olacağına ihtimal vermezdim,” dedi. “Oysa hayat buymuş işte. Bir varmış, bir yokmuş!”
Tam o sırada süslü kapının Nihavent makamlı zili çaldı. Açınca karşısında mahzun bakışlı bahçıvanı gördü. Elinde çiçekli tülbentten yapılmış bir torba vardı.
Yine yüreğini büyük bir pişmanlık kapladı. İçeri aldı, bir şeyler ikram etmek istedi. Ama bahçıvan kırgındı:
“-Yok Beyim, hiçbir şey içmeyeyim. Hava kararmadan gideyim izninle. Bizimkiler merak ederler.”
Ardından torbayı uzattı:
“- Hanım bunu hanımınıza bırakmış. Ne olduğunu bilmiyorum. Ama mutlaka ver, unutma dedi.”
Az sonra içine tazminatının iki katını, dört maaşını nakit olarak koyduğu küçük torbayı verip bahçıvanı boynunu büküp özürler dileyerek yolcu ettikten sonra süslü salona gitti. Bez torbayı hanımına uzatıp hüzünlü gözlerle güzel yüzüne baktı .
“-Bu torba sana hediye,” dedi. Bahçıvanın eşinden.”
Güzeller güzeli sarışın kadın önce şaşırdı. Sonra dudak büküp küçümseyerek konuştu:
“-Allah Allah! O pısırık bana hediye mi bırakmış. Merak ettim doğrusu.”
Evdeşi çiçekli torbayı açınca ikisi de hayretle bakakaldı birkaç saniye. Ama en çok şaşıran kendisiydi. Torbadan iri taneli bulgurun o tabii kokusu havaya yayılırken içine tuhaf, yalnız bir sevinç adeta sakin deniz dalgaları gibi yavaş yavaş yayılmaya başladı. Ardından burnuna rüyasında yediği pilavın mis gibi baharatlı kokusu geldi, damağına da tadı yayıldı.
İlk defa ümitle gülümseyip düşündü: “Allah’ım! Şükürler olsun. Doğru yolu buldurmak istediğin kuluna rüya içinde rüya gördürüyor, o rüyada ders verip hakikati anlattırıyorsun, hiçliği, yokluğu, varlığı, bu dünyada, bu evrende hakikaten yaşadığımızı zannettiğimiz bu rüyayı da…”
Evdeşi gülümsemesine şaşırıp merakla sordu:
“-Uyandığından beri bir tuhaftın. Şimdi de gülümsüyorsun. Hayrola aşkım?”
Uzanıp eşinin yanağını okşadı:
“-Hiç! Hiç, “dedi. Arka bahçeye gidiyorum ben. Yeni getirttiğim çiçekleri dikmeye.”
“-Ama sen… Sen çiçekle toprakla hiç uğraşmadın ki,” dedi kadın hayretle. “Bak, çiçekleri soldurursun. Yarın şirketten…”
Hemen evdeşinin sözünü kesti:
“- Hiç telaş etme, soldurmam. Bir yolunu bulurum. Sen de güzel bir bulgur pilavı yap öğleye. Bol baharatlı olsun.”
Onun şaşkın bakışlarına aldırmadan kapıya yöneldi. Gülümseme bir yel gibi geçti yüzünden. Kendi kendine mırıldandı:
“-Hiçliğin, yokluğun ve varlığın Sahibine selam olsun, hakikatin tâ kendisine de…”
Suzan ÇATALOLUK
Nilüfer- Bursa
23.12.2024
Son okuma: 01.01.2025
Saat:01.00