Ahmet Eflaki Dede’nin (14. Yüzyıl) Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eserinde okumuştum:
Mevlâna hazretlerinin düşmanlarından biri, bir mecliste “Mevlâna buraya geldiği zaman o ne söylerse itiraz edeceğim!” diye bir yâve savurmuş. Bir müddet sonra o meclise dâhil olan Hz. Mevlânâ’nın selam kelam dahi etmeden ilk söylediği söz “La İlâhe İllalah Muhammedün Resulullah.” olmuş. Ağzından öyle bir yâve savuran kişi, mahcup olmuş, derhal hazretin ayağına düşüp kendisinden af dilemiş. O vakitten sonra da bir daha düşmanca hâller ve sözlerde bulunmamış.
Bu kıssayı, günümüzde Hz. Mevlâna üzerinden hortlamaya çalışan tasavvuf düşmanlığı sebebiyle kaydettim. Hz. Pîr’in yazdıklarında aleyhte şeyler söylemek için sözüm ona malzeme arayanlar kendi ahlâkî zafiyetlerini ortaya koyduklarının farkında bile değiller. Hele de piyasadaki siyasallaşmış cemaatlerin hâline bakarak Mevlâna aleyhine konuşmak ve yazmanın neye denk geldiğini irfan sahiplerinin irfanına bırakıyorum.
Şüphesiz ki, sineklere şu şöyledir, bu böyledir demenin hiçbir yararı yoktur.
Anlayamadıkları, belki hiçbir zaman anlayamayacakları ve bağlamından kopardıkları Mesnevî’deki kıssalar, hikâyeler üzerinden Mevlâna düşmanlığı üreten ve belden aşağı yorumları Hz. Pîr’e yöneltenler hakikatte aşağılık yaratılışta kimselerdir. Bu dünyada bir görevleri var ve “Zebanilik” yaparak insanları maneviyatta cehenneme sevk etmeye çalışıyorlar. Bunlar sosyal medyaya bakarsak bol miktarda görünüyorlar. Hâlbuki bunlar boş ve kuru bir kalabalıktır. Kuran’ın ifadesiyle içimizdeki beyinsizlerdir.
Bir Türk Müslümanlığı vardır. Tasavvuf, bu anlamda İslam’ın Türklerce muhteşem bir yorumu demek olur. Bunun en güzel yansıması Mevlânâ’nın ismine izafeten ortaya çıkan Mevlevîliktir. Mevlevîlik, tarih boyunca yüzlerce şair, musikişinas her şeyden önce insan-ı kâmil yetiştirmiş muhteşem bir okuldur. Bu mektep içinde adaleti önce kendi nefsinde gerçekleştirmiş, sanatta ve edebiyatta nice muhteşem eserler vermiş, huzurlu ve âhenkli bir toplum inşa etmiş, gönüllere sevgiyi sunmuş bir insan modeli ortaya çıkmıştır. Bunu fark eden devlet yöneticileri Mevlevîliği desteklemiş, özellikle Osmanlı zamanlarında bu mektep çok önemli hizmetler ortaya koymuştur. Osmanlı coğrafyasına yayılan Mevlevî tekkeleri halkın ve devletin bu mektebe ne kadar teveccüh gösterdiğinin ifadesidir.
Şimdi asırlardan beri gelmiş Türk ve Müslüman âlimler, İnsan-ı kâmiller, Osmanlı devleti yöneticileri yanılmış;
Hz. Pîr’e hakaret kastıyla yâveler karalayan, iftiralar atan düzenbaz ve şaşkınlar haklı öyle mi! Bugünün en tehlikeli cahilleri biliyormuş gibi görünen ve hezeyan savurarak ilim yaptığını zanneden kimselerdir. İçlerinde yuları dışarıya bağlı olanlar da vardır.
Hiçbir gerçekliği ve delili olmayan uydurmalara inanıp yüzyıllardan beri yaşanan ve yaşatılan hakikat bilgisini görmezden gelenlerin vaziyeti sonuna kadar cehalet, hakarettir. Bunların sonu elbette hüsrandır. Toplumun içine düştüğü huzursuzlukta bunların da payı vardır.
Bunların içinde yazar, akademisyen, hoca, öğretmen sıfatında kimselerin olması da kitleleri aldatmaktadır. Akademik unvanlar bugün bir aldatmacadır ve belli bir kesimde cehaleti örtmekten başka hiçbir bir şeye yaramamaktadır.
Sözün özü, Hz. Mevlâna düşmanlığı yapan tayfaya hele neyi teklif ettiğini, ne olmak ve ne yapmak istediğini bir sorun. Zaten o zaman, bu şaşkınların huzursuz hallerini, karışık zihinlerini ve perişan hayatlarını da fark edersiniz.
Bir de Mevlânâ’yı bu sapkınların yorumlarında değil, kendisinin de buyurduğu gibi âşıkların gönüllerinde aramak gerekir.