TRAKLAR
THRACIANS
Mustafa ERGÜN[1]
ÖZET
Trakya’ya adını veren Traklar’ın yarımada tarihinin en önemli uygarlıklarından biri yaratmışlardır. Burası Troya’dan geçen uygarlığın batıya geçiş yoludur. Herodot’a göre bu bölgenin adı TRACII olarak adlandırmış ve Trakların yayılım alanlarını ise Ege Denizi’nden Baltık Denizine kadar uzandığı ve ayrıca Batı Anadolu’yu da Trakların ülkesi olarak göstermektedir. Uygarlık Hazar Denizi çevresinden başlayarak ARAN ülkesi ve URMU’ya (Güneybatı İran; güney Azerbaycan) ulaşmıştır. Buradan da Toros ve Zağros Dağlarındaki geçitlerden ilerleyerek, dünyanın önemli uygarlığının (yaklaşık 12 bin yıl önce) oluştuğu Harran Ovasına ulaşılmıştır. Ayrıca Harran uygarlığı Torosları aşarak önce Konya Ovası (MÖ 7000) ve batıya doğru ilerleyerek Ege Denizi kıyısında Troya (MÖ 4000) uygarlıkları oluşmuştur. Uygarlık buradan batıya Trakya’ya geçmiş ve Avrupa uygarlığının temelleri atılmıştır. İklim değişimi ve ısınmayla birlikte Karadeniz kuzeyi tundra özelliğinden çıkmış ve bu bölgelerin yaşama uygun hale gelince, Hazar-Turan çevresi halkları kuzeye ve batıya doğru hareket etmişlerdir. Hazar Denizi’nin her 500-600 yılda su seviyesinin alçalıp-yükselmesi (Son 15 bin yılda on kadar sayıda alçalım-yükselim olmuştur.), bu bölgede göçlere neden olmuştur ve “KAVİMLER GÖÇÜ” olmasının nedeni de budur. Dünya iklimi değiştikçe yaşama uygun hale gelen Trakya (Balkanlar) bölgesi önce Kuzeybatı Anadolu’da Türk boğazları aşıp gelen insanlar önce Trakya’da yerleşmişlerdir. Zaten “BALKAN” sözcüğü Türkçede “Ormanlık-Dağlık” demektir. “ALP” sözcüğü ise Türkçede “Yüce-Doruk demektir. Bunlar batıya doğru gidişin işaretleridir. Kuzeybatıda bulunan “BALTIK DENİZİ” ise Türkçe “Balçık-Bataklık Denizi” anlamındadır. Avrupa dilleri içinden, ortaçağda yaygın şekilde “tektanrıcı”, yani “Hanif” anlamında kullanılan bir tek “Tyurk-Türük” sözcüğü öne çıkıyordu. Sözcük, etnik bir anlam taşımaktan çok dini çağrışım taşıyordu. Trakya sözcüğü “Türk Yurdu” anlamına gelmektedir.
Anahtar Kelimeler: Trakya; Balkan; Troya; Tyruk-Türük
ABSTRACT
Thracians who had given their name as Thrace, had created one of the important civilizations of the peninsula. This place is the gateway to the civilization in the west from Troia. Herodotus had described this region as TRACII and the extension of the land of the Thracians from the Aegean Sea to the Baltic Sea. Also the western Anatolia was included in the lands of the Thracians. Civilization which had started around the Caspian Sea, moved to the ARAN land and URMU (Southwest Iran, south Azerbaijan). It was then reached to the important civilization the Harran Plain (about 12 thousands years ago) passing the gates in the Zagros Mountains. Also the Harran civilization passing over the Taurus Mountains firstly created the Konya Plain (BC8000) then moving westward towards the coastline of the Aegean Sea, Troia (BC4000) civilizations. Then the civilization was crossed to Thrace and the roots of the European civilization was laid down. With the climatic change temperature rise, the lands of the northern Black Sea region were freed from tundra conditions and these lands became habitable, accordingly the people of the Hazar-Turan people moved to the north and west. Water level of the Caspian Sea has been fluctuated every 500-600 years (the last 15 thousands year 10 fluctuations), this has caused migrations from this region and this is the reason of the “MIGRATION OF TRIBES”. As the world climate had been changed, Thrace (Balkans) became habitable then the people coming from the Northwest Anatolia crossing the Turkish Straits were firstly settled in Thrace. Indeed, the word “BALKAN” means “Forest-Mountainous” in Turkish. The word of “ALP” means “High-Peak” in Turkish. These are the signs of the westward movement of the people. Also, the “BALTIC SEA” which is at the Northwest, means “Muddy Sea” in Turkish. During Middle ages in the European languages, there was one word describing the “single god” as “Tyruk-Türük” which was used as “Hanif” belief. This word does not signify ethnical meanings but religious connotations. The word of Thrace (Trakya) means “Land of Turks”.
Keywords: Thracians; Balkans; Troia; Tyruk-Turuk
GİRİŞ
Coğrafi açıdan Trakya, güneyden Ege kıyılarından kuzeyde Tuna Irmağına kadar uzanan bir alanı kaplamaktadır. Doğu ve batı sınırlarını tayin etmekse güçtür. Doğu Trakya olarak bilinen Türkiye Trakya’sını içine alan Trak kültür alanı Boğazları geçerek Anadolu’ya da uzanmakta ve özellikle Kuzeybatı Anadolu olarak bölgeyi de etki alanı içine almaktadır. Bu bölgenin Doğu’da Sakarya Irmağı ve hatta onun doğusunda sınırlandığı ve güneyinde de Bakırçay çevresine kadar uzandığı fark edilmektedir. Batı tarafında, özellikle Ege kıyılarında Nestos ve Struma ırmaklarıyla belirginleşen sınır, daha kuzey kesimlerde belirsizleşmekte, Vardar Irmağına kadar uzandığı fark edilmektedir. Tarihte bu ad ile tanımlanan bu bölge üç ülke Türkiye (Doğu Trakya). Batı Trakya (Yunanistan) ve Kuzey Trakya (Bulgaristan) arasında bölünmüştür (Şekil 1).
Trakya’ya adını veren uygarlığı kuran Traklar’ın yarımada tarihinin en önemli uygarlıklarından biri olduğu düşünülmektedir. Herodot’a göre bu bölgenin adı TRACII olarak adlandırmış ve Trakların yayılım alanlarını ise Ege Denizi’nden Baltık Denizine kadar uzandığı ve ayrıca Batı Anadolu’yu da Trakların ülkesi olarak göstermektedir (Şekil 2). Trakya sözcüğü kökeni araştırılırken katı Batı anlayışı bu sözcüğün Yunan kökenli olduğunu söyler. Fakat Trakya sözcüğünü (Thrace değil), Herodot bile bu sözcüğü “TRACİİ” olarak tanımlamıştır. Bu noktada Murat Adji (2016; “Saklanan Türk Tarihi”) kitabında şöyle der: Avrupa dilleri içinden, ortaçağda yaygın şekilde “tektanrıcı”, yani “Hanif” anlamında kullanılan bir tek “Tyurk-Türk” sözcüğü öne çıkıyordu. Sözcük, etnik bir anlam taşımaktan çok dini çağrışım taşıyordu. Sonradan eski anlamını tamamen kaybetmiş bir şekilde “Turok-Türk”, yani “Türkiye’de yaşayan Türkler” şeklinde değiştirdiler. Yeni sözcük eski derin anlamı vermez, çünkü kavram sınırlanmıştır. Türkler -yeni şeklinde söylenirse- Türk dünyasının sonsuz okyanusunda bir zerre olarak anlaşılır. “Hanifler” kavramının üzerine sünger çekilip unutulmaya bırakılması birçok şeyi açığa kavuşturmaktadır. Zaten Trak, Tyruk ve Turuk sözcüklerinin bağlantısına dikkat çekmek istiyorum.
Hazar ve Karadeniz’in kuzeyinde iklimin ılımanlaşmaya başlamasıyla kuzeye gidişler artmıştır. Zaten “BALKAN” sözcüğü (Ormanlık-Dağlık demektir) ve “ALP” sözcüğü ise (Yüce-Doruk demektir) ve batıya doğru gidişin işaretleridir. Kuzeybatıda bulunan “BALTIK DENİZİ” ise Türkçe “BALÇIK-BATAKLIK DENİZİ” anlamındadır. Bundan 5-6 bin yıl önce hüküm süren çok sıcak iklim döneminde deniz seviyesi hızla yükselmiş ve günümüz seviyesine yaklaşmıştır. Baltık Denizi (aslında sığ bir deniz) oluşmuş ve insanlar ren geyiklerini takip ederek bu bölgelere gelmişlerdir. Zaten şu anki “Finlandiya’nın Fince ’deki adı “SUOMA”dır ve “SU ÜLKESİ” demektir. Bu bölge binlerce buzul sonu göllerinden oluşmaktadır. İşte batıya doğru giden kavimleri: Finler, diğer Baltık insanları, Macarlar, Bulgarlar olarak sayabiliriz. Doğuya doğru gidenler ise: Kırgızlar, Trajikler, Peştunlar ve diğerleri. Batının anlayışına göre bunlar “ARYAN”lardır. Bunların doğu ve güneye doğru dağlık bölgelere kaçış nedeni hem Hazar Denizi’nin her 500-600 yılda bir inip çıkması ve hem de Ceyhun ve Seyhun delta bölgelerinin kuraklaşması ve çoraklaşmasıdır (Kızılkum ve Karakum Çölleri). Bu yöreden kaynaklanan tüm halklar aslında Turan halklarıdır. Avrupa’daki temel coğrafik yapıların adının da Türkçe olması rastlantı değildir. Bu bağlamda Trakya sözcüğü de “Türk Ülkesi” demektir. Avrupa Merkezli düşünce anlayışı her şeyi Yunan Uygarlığına ve dini inancını ise Judaizme bağlamıştır.
UYGARLIĞIN GELİŞİMİ
Son Buzul çağı süresince (120 ile 12 bin yıl öncesi), dünyadaki sular genel olarak 40-45°N enlemlerinin kuzeyinde -kutup bölgelerinde- tutulmaktaydı. Ayrıca 30-35°N enlemlerinin güneyinden ekvatora kadar olan bölge yağış olmamasından dolayı (buzul çağları, dünyamızda kurak çağlardır) çok kurak ve çöllerle kaplıdır. Buzul çağlarında yaşama uygun bölgeler ekvator civarında dar bir alanda ve genel olarak 35-40° enlemleri arasındaki kuşakta var olabilmektedir. Buzul çağı sırasında, Güney Hazar Denizi yaşam koşullarının en uygun olduğu bir bölgede yer almaktadır (Ergün, 2021). Son Buzul Maksimumu (LGM) zamanında (20 bin yıl öncesi), Avrasya’nın büyük bölümü 40-45° K enlemlerinden sonrası buzul katmanları ile kaplanmıştı. Bunun yanında 30-35° K enlemlerinin güneyinde ise genel olarak hiçbir bitki örtüsü olmayan sert Kurak/Yarı Kurak iklim koşulları vardı (Şekil 3).
Buzul Çağında 35-40°K enlemlerinin kuzeyi yaşama uygun yerler değillerdir. Balkanlar ve Trakya yaşanılabilecek kuşağın dışında kalmaktadır. Demek ki Buzul Çağı (yaklaşık 12 bin yıl önce) sona erdikten sonra Dünya’daki ilk uygarlıklar olan Turan, Aran ve Harran (hepsi 35-40°K enlemleri arasında)’dan sonra diğer bölgelere dağılmışlardır.
MÖ 10.900-10.800 civarına tarihlendirilen GENÇ DRYAS dönemi jeolojik Pleistosen devirle şimdi yaşadığımız Holosen arasındaki sınırı oluşturur. Bu dönemde ayrıca Buzul Çağında kuzey yarımkürenin büyük kısmını kaplayan buzullar yeniden hızla yayılmaya başladı, çünkü Genç Dryas, yaklaşık MÖ 10.900’den itibaren 1300 yıl dünyayı saran ve MÖ 9.600-9.500 civarında, yani Göbekli Tepe’nin ilk yapılarının inşa edildiği dönemde aniden sona eren bir buzul çağıdır. Bununla ilgili birçok görüşler oluşmuştur. Büyük bir olasılıkla Dünyamızı çarpan büyük bir meteor akıl almaz patlamalara, Genç Dryas döneminin başlamasına birçok hayvan varlığı ve bitki varlığının yok olmasına neden oldu. Yaşam yalnızca dar bir kuşakta (yaklaşık 35-40° enlemleri arasında) sıkıştı.
Hazar Denizi ve Turan havzası dünyanın en büyük kıta içi kapalı havzasıdır. Hazar ekosistemi, dünya okyanuslarına ait deniz seviye değişimlerinden bağımsız olarak kendine has su seviyesi değişimlerine sahip kapalı bir havzadır (Şekil 4). Batısında Hazar Denizi, kuzeyinde Kazakistan ve Tanrı Dağları, doğusunda Pamirler ve güneyinde ise Kopet Dağları ve Hindukuş Dağları bulunmaktadır. Hazar Denizi’nin doğusu topoğrafik olarak daha çukur bir arazi üzerinde bulunmaktadır. Bu topraklarının büyük bölümü Karakum ve Kızılkum Çölleri ile kaplanmıştır. Bu bölgede Hazar Denizi ile Aral Denizi arasında (Türkmenistan’ın kuzeyi) BALKANLAR adlı bir bölge vardır. Buzul Çağı sonunda bu bölge ormanlık bir alandı (Hazar Denizi +40-50 metrelerde (şu anda -28m). Kuzeyden gelen
Son 15 bin yıl için Hazar Denizi bölgesindeki önemli olaylar: 15 bin yıl öncesi Khvalyan Yükselimi; 12 bin yıl öncesi buzul çağının sonu; 5-6 bin yıl öncesi günümüze yakın uygun değer deniz seviyesine ulaşım ve deltaların oluşmasına neden olmuştur. Dünya uygarlıkları aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
- Buzul çağından sonra: Harran (10.000 MÖ, GD Türkiye); Anau (8-9.000 MÖ, Türkmenistan): Konya (7.000 MÖ. Orta Anadolu); Filistin (7,000 BC); Mehrgarh (7.000 MÖ; Belücistan, Pakistan)
- Deltaların oluşmasından sonra: Mezopotamya (4.000 MÖ); Mısır (3.500 MÖ); Harappa (3.300 BC, Pakistan); Troya (4.000 MÖ, KB Türkiye); Mohenjo-daro (3.300 MÖ, Güney Pakistan)
Buzul çağının bitimiyle bu uygarlıklar (deltalar oluşuncaya kadar) başta Harran, Aran ve Turan olmak üzere Hazar çevresinde oluşmuştur. Erken uygarlıkların, Buzul Çağında Hazar Denizi bölgesi ile sıkı bir şekilde ilişkili olduğu bilinmektedir. Buzul çağında Toros Dağları buzdan bir duvar örmüşler ve kuzeyinde Anadolu ve tüm Avrupa’da aşırı buzul koşulları canlı yaşamına uygun yerler değildi (Şekil 4).
Belücistan’daki Mehrgarh (MÖ 7.000), Harappa (Kuzey Penjab; MÖ 3.300) ve Mohando-jero (Sind bölgesi, Pakistan; MÖ 2.500) uygarlık merkezleri oluşmuştur. Bunlardan daha eski olanı Mehgarh Pakistan, Doğu İran ve Afganistan arasındaki dağlık bölgedir. Bu uygarlık Anau (Türkmenistan; MÖ 8-9.000) uygarlığından daha sonra oluşmuştur. Buzul çağı sonrasında dağ eteklerindeki sulak alanıdır (VAHA KURAMI). Diğer ikisi (Harappa ve Mohendo-jaro) daha yeni ve İndüs deltaları oluştuktan sonradır.
Turan bölgesinde iklim değiştikçe Hindukuş Dağlarını aşarak İndüs vadisine inmişlerdir. Önce Belücistan’ın kuzeyinde Mehrgarh (MÖ 7 binler)’ta uygarlık oluşturmuşlardır. Daha sonra da İndüs üzerinde Harappa (MÖ 5300)’ta uygarlık gelişmiştir. İndüs’ün güneyinde ise delta uygarlığı olarak Mohenjo-daro (MÖ 2500)’da uygarlık gelişmiştir.
Batıda ise, Uygarlık Hazar Denizi çevresinden başlayarak ARAN ülkesi ve URMU’ya (Güneybatı İran; güney Azerbaycan) ulaşmıştır. ARYAN uygarlığının kökeni de büyük bir olasılıkla budur (Childe, 1926). Buradan da Toros ve Zağros Dağlarındaki geçitlerden ilerleyerek, dünyanın ilk uygarlığının (yaklaşık 12 bin yıl önce) oluştuğu Harran Ovasına ulaşılmıştır. Buzul çağı sonunda Harran bölgesi en uygun iklim koşulları ve coğrafyaya sahipti. Dünya uygarlığında asıl sıçrama, bundan 5-6 bin yıl önceki sıcak iklim koşullarında buzulların hızla erimesi ve deniz seviyesinin hızla yükselmesi sonucunda deltaların oluşmasından sonradır. Sümer uygarlığı da Turan, Aran ve Harran’dan güneye ve batıya doğru Mezopotamya’ya ilerlemiştir. Ayrıca Harran uygarlığı Torosları aşarak önce Konya Ovası’na (MÖ 8000) ve batıya doğru ilerleyerek Ege Denizi kıyısında Troya uygarlığını (MÖ 4000) meydana getirmişlerdir. Uygarlık buradan batıya Trakya’ya geçmiş ve Avrupa uygarlığının temelleri atılmıştır (Şekil 5).
Karadeniz kuzeyinde ise bölge tundra özelliğinde çok daha sonra kurtulmuştur. Bu bölgelerin yaşama uygun hale geldikçe Hazar-Turan çevresi halkları kuzeye ve batıya doğru hareket etmişlerdir. Hazar Denizi’nin her 500-600 yılda su seviyesinin alçalıp-yükselmesi (Son 15 bin yılda on kadar sayıda alçalım-yükselim olmuştur.), bu bölgede göçlere neden olmuştur (Chelpalyga, 2007). “KAVİMLER GÖÇÜ” olmasının nedeni de budur. Bunun anlamı, son 15 bin yılda bu şekilde çok sayıda göç olmuştur. Suların yükselmesiyle yeni yaşam alanları bulmak amacıyla insanlar başka yerlere göç etmişlerdir. Bunun yanı sıra bölgenin kuruması ve çoraklaşması da bu durumun üstüne eklenmiştir.
Bu arada son üç bin yılda oluşan bazı ulus adları:
- İSKİTLER: “İleri Giden” demektir.
- KIPÇAKLAR: Türkçe “KIPÇIK” (Yerinde Duramayan) sözünden gelmektedir.
- KAZAKLAR: Türkçe “KAÇAK” sözcüğünden gelmektedir (Z/Ç değişimi).
İSKİTLER: M.Ö. 8. yüzyıl – M.Ö. 250 arasında Avrupa’nın doğusu (Kırım ve Pontik Bozkırlar) ile Orta Asya’da, Tanrı Dağları ve Fergana Vadisi’ni de içine alan, Bering Boğazına kadar uzanan bölgelerde yaşamış halktır. Milattan önce Anadolu’da oldukları da biliniyor. Soyları Mu kaçkın/göçkünlerine kadar gidiyor olabilir (MÖ 1000’li yıllardaki Hazar Denizi su seviyesi yükselimi?). İranlılar tarafından verilen ad olan Sakalar diye de bilinirler. Yunanlılar Scyhtai (Skit=İskit), Romalılar Scae, Çinliler Sai, Hintliler Sakya/Sekya adlarını vermişlerdir.
M.Ö. 7. yüzyılda yaşamış İskit hanı Alp Er Tunga ve Destanları bu döneme aittir. Kaşgarlı Mahmut’a ve Yusuf Has Hacip’e göre Alp Er Tunga, İran destanı “Şehname” de adı geçen büyük ve efsanevî Turan hükümdarı “Efrasiyab” (Afrasyab)’dır. Karahanlıların, Uygurların, Selçukluların soyundan geldiklerini kabul ettikleri Efrasiyab’ın İskitleri devlet haline getirdiğine inanılır.
Türk kültüründe kadının yeri diğer milletlere göre çok farklıdır. Başka uygarlıklarda kadınlar ikinci planda görülürken, Türkler kadına hakanın yanında ver vermiş, karar mekanizmalarında söz sahibi yapmıştır. Hatta hükümdar bile olmuşlardır. İşte onların en ünlüsü Tomris Hatun’dur (Alp Er Tunga’nın torunu). MÖ 6 yy’de yaşadığı varsayılan Tomris Hatun, ilk kadın İskit kraliçesidir. Ordusu ile beraber Perslere karşı yoğun savaşmış ve zaferler kazanmıştır. Kiros bu savaşta yenilmiş ve hayatını kaybetmiştir.
KIPÇAKLAR: MS 1000’lerde Hazar Hanlığının sonunu getiren Hazar Denizi yükselimi (8 metre civarında olduğu tahmin edilmektedir) sonucu kaçan insanların kuzey bozkırlarında oluşturdukları topluluklardır. Tarihe “BEYAZ TÜRKLER” olarak geçmişlerdir. Bu insanlar daha önceki İSKİTLER gibi Hazar yöresinden kaçan insanlardır. Yani bunlar ayrı uluslar değil bölgedeki insanların devamıdır. Murad Adji (aslı Murad İskenderoviç Adjiyev) adını kullanmakta olan Dağıstan kökenli yazar Moskova doğumludur (1944); Avrupa merkezli tarihin gizlediği sırların örtüsünü açan çok önemli eserler yazdı. Bu eserlerden bazıları Prof. Fahri Unan (Kıpçaklar) ve Prof. Zeynep Bağlan Özer (Kaybolan Milet, Avrupa, Türkler ve Büyük Bozkır) tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Adji (2019) “TÜRKLERİN SAKLITARİHİ”ni (aslı Rusça) yazarak bir devrim yapmıştır. Bu eser, Emperyalist Batı cephesinin dayandığı Avrupa merkezli tarih anlayışının gizlediği gerçekleri aydınlığa çıkaran muazzam bir çalışmanın ürünüdür. Bu bölge halkı farklı zamanlarda farklı isimler almışlardır. Kumuklar, bu isimlerin ne en eski ne de en ünlü olanlardan biridir. Yazar “ben Kumuk Türklerinden” geliyorum demiştir.
Son 15 bin yıldır Hazar Denizi’nin su seviyesinin inip çıkmasıyla burada yaşayan insanlar, her su seviyesi yükseldiğinde göç etmişlerdir. Gidenlerin bir bölümü gittikleri yerlerde kalmışlardır. Daha önce gelenleri de daha ilerilere itmişlerdir. Doğal olarak bu süreçte, kuzeyli bölgeleri, iklimin ılımanlaşmasıyla yaşanılır hale gelmiş ve oralarda kalmışlardır (Baltık ulusları gibi). Bu durumda kendilerini Turan sayan Fin-Ogur boyları da yaşamaktaydı. Bu boylar; Bulgar, Litvan, Eston, Fin, Leton, Macar olarak Avrupa’ya yayılmış durumdaydı. Aynı kökten gelmiş olmalarına rağmen bu insanlar zaman içinde başkalaşan diller ve yaşam koşullarını kabul etmişlerdir.
Bu bağlamda ek olarak Avrupa ve Altay runik yazılarının aynı şekilde okunduğunu belirtmekte yarar var. Bu da muhtemelen apaçık belli olan dil ortaklığı hakkında derin derin düşünmek için yeni bir fırsat doğuracaktır. Bunun böyle olduğunu, 19. yüzyılda kadim runik metinleri ilk olarak okuyan Danimarkalı Profesör V. Thomsen kanıtlamıştı. Thomsen bunu Türkçe dilbilgisi sayesinde başarmıştı.
Görüldüğü gibi, tarih tuvalinde yer ve zamanın izi her zaman mevcuttur. Onu fark etmek de mümkündür, fark etmemek de, ama o vardır. Bu dünyada hiçbir şey iz bırakmadan geçmez; çünkü hakikat ebedidir ve onu hiçbir kuvvet silemez (Adji, 2019). Kıpçaklar, bu dünyayı yarattığını düşündükleri Gök Tanrı’ya inanıyorlardı. Manevi dünyaları, tektanrıcı inançları ve bir merkezden çıkıp dört bir yanı aydınlatan ilahi rahmet ışınlarının sembolü eşit kollu haçla ayırt ediliyordu. Tevhit dini ve onun ya da “Hanif inancının” sembolleridir bu haç şekline bürünmüş çizgiler. Türk kültürünün neden az tanındığına ve yüzyıllarca ondan kalan anıların neden yok edildiğine dair cevaplar onlarda gizlidir. O, Hıristiyanlığın ve İslam’ın başlangıcıdır.
Batı’nın kötü niyetli güçleri, önceleri 4. yüzyılda (312) Hıristiyan olmayan, sonradan Hristiyanlaşan Avrupa’da duaların Türkçe okunduğunu unutturmaya çalıştılar. 8. yüzyıla kadar kendi ikonaları yoktu ve Türklerin ikonalarına dua edilirdi. İlk piskopos ve papazlar Türk din adamlarından (Tengricilerden ve kamlardan) derece ve icazet alırlardı; bundan dolayı 4. yüzyılda Kafkasya’da Derbent’te Hıristiyan kiliselerinin patriklik merkezi kurulmuştu. Burada, yeni uygarlığın merkezinde Avrupalılar, Gök Tanrı’ya inancı, ona ibadet usullerini öğreniyorlardı (Adji, 2019).
TRAKLARIN TARİHTEKİ KONUMU
Bazı kaynaklara göre M.Ö. XX. Yüzyıldan itibaren Orta Asyalı Traklar Karadeniz’in Kuzeyinden ve Tuna üzerinden gelerek bölgemize yerleşmeye başladılar. M.Ö. XII. Yüzyıla kadar ki 800 yıl boyunca yeni yeni Trak boyları gelip, bölgeye ve Doğu Trakya’ya yerleşti. Balkan Yarımadasının birçok kısmı bu gelen akım ile doldu. Traklar, Balkan Yarımadasına maden devri uygarlığını getirdiler. Onlardan kalma paralar, Trakların yazı bildiklerini ve kullandıklarını göstermektedir. Buradan çıkarılan şu ki, yaşadığımız topraklarda İlkçağ, Trakların gelip yerleşmesiyle başlamıştır. Kuzey Hindistan ve İran’da milattan önceki yıllarda başlayan kültürel değişim, Avrasya topraklarını da sulayan, getirdiği yeni uygarlıkla oralara da hayat veren insan nehrinin kaynağının, “metal biliminin geliştiği Altay bölgesi” olması gerektiğini doğrulamaktadır. Çünkü Altay insanlığın en eski çağlarında, dünyanın onun başarılarıyla tanışacağı (Turan Uygarlığı), nedeni esrarengiz bir sır olan “bilim ve teknoloji devrimi” yaşamasıdır. Gerçi Altaylılar sadece madenciliği bulmadılar; çelik dizgin ve üzengili eyer sayesinde ata bindiler, atlı (at arabasıyla) taşıma düzenlediler, toprağı sürmek için pulluk ve yeni silahlar, zırhlar yaptılar.
Heredotos der ki: “Hintlilerden sonra en kalabalık olanlar Traklardır. Bir tek adamın komutasında, ya da tek iradeyle hareket etseler, hiç yenilmez ve bence halkların en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı. Traklar için iş görmemek kibarlıktır. Toprakta çalışmaksa şerefsizlik ve aşağılık!.. “
Antik Çağ’ın ünlü tarihçilerin Traklar ile ilgili önemli bilgiler verdiği bir gerçektir ama bu bilgiler ne kadar gerçektir? Güneyindeki Yunanlıların yayılmasına karşı duran Trakları hakkında yansız olabilirler mi? Trakların çok büyük bir potansiyelin yanında, kritik bir bölgede yerleşik olmaları ile birlikte, maden ve doğal kaynakları açısından çok elverişli bir tarım ve hayvan potansiyelini bünyesinde barındıran bölgelerde mevcut olmaları çok önemlidir.
Trakya’nın doğu kesiminin güçlü bir Neolitik, Kalkolitik ve Bronz Çağı kültürleri varlığı da olduğu anlaşılmıştır. Önemli ölçüde bir değişim ve yenilenme silsilesi izleyen Ön Tarih gelişimi itibariyle Doğu Trakya’nın Anadolu ile Balkanlar arasında kritik bir geçiş noktası oluşturduğu açıktır. Orta Avrupa ve Kuzey Balkanlara kadar açılan Ön Tarih kültürleri mozaiği üstünde çok kritik bir bölge oluşturan Doğu Trakya’nın kültür tarihinde Trakların varlığı bütün Ege, Anadolu ve Balkanlar ile birlikte Akdeniz ve Orta Avrupa çevrelerini derin biçimde etkilemiştir. Özellikle manevi boyutu çok daha dikkat çekicidir. Traklar, her şeyden önce Geç Bronz Çağı ortamında kendisini gösteren ve daha çok Erken Demir Çağı ve takip eden süreçte güçlü bir biçimde ortaya çıkan bir Demir Çağı kültürünün temsilcileridir.
Fakat net olarak belli olan bir konu, Trakları farklı kılan özelliklere rağmen ortak yönleri olan Avrupa’nın doğusuna doğru, özelikle Orta Avrupa’nın kuzeydoğusunda, Tuna Irmağı ile Karpatlar’a yakın ve Avrasya bozkırları ile ilişkide olan bölgelerin Bronz Çağı kültürel ortamına önemli kaynak oluşturulduğu fark edilmiştir. Bu noktada da eldeki veriler MÖ 2000’in ikinci yarısına kadar çıkarılmaktadır. MÖ 150-1200 dönemi takip eden süreçte oluşan hareketli ve karmaşık ortamın Trak kültürünün oluşumunda önemli rolü vardır.
Bu bilgilerin ışığında, Doğu Trakya’nın Traklarca MÖ 1200’lerde ve biraz öncesinde başlayan bir göç akımlarına uğramıştır. Bu süreçte, Traklar ile Yunan Miken Uygarlığı arasında bazı ilişkilerde kurulduğu anlaşılmaktadır. Frigya ve Lidyalılar gibi topluluklarla birlikte, Kuzeybatı Anadolu’nun bu süreçten sonraki sakinleri çoğunlukla Traklar ve Trak Dilli Topluluklar ile akraba olduğu anlaşılmaktadır. Olup olmadığı tam belli olmayan Troya savaşlarında Traklar, Troyalılar tarafında yer almışlardır.
MÖ 7’nci yüzyılda İskitlerin önemli ölçüde hareketlilik kazandığı bir dönemdir. İskitler bir taraftan Yakın Doğu’yu tehdit ederek bir taraftan da Trakya üzerine doğru ilerlemeye başlamıştır. İskit kökenli yöneticiler ile Trak yöneticiler arasında belirli ittifaklar gerçekleştirilmiş olduğu ve hatta daha sonraki süreçlerde kız alıp verdikleri anlaşılmaktadır.
Bu sırada Yakın Doğu’nun en büyük otorite kaynağı olarak Anadolu’da olmak üzere çok geniş bir alanı denetim altında tutmakta olan Perslerin İskit akınlarından büyük zarar gördüğü bellidir. Anlaşıldığı kadarıyla, İskitler ve Trakların dini sistemlerinde ve dünya görüşlerinde ve hatta sosyal yapılarında pek çok ortak husus vardır. İskitler gibi Traklarda anaerkil toplumlardı. Doğu Avrupa’nın en eski halklarından olan Trakların, kendi adlarını bıraktıkları bölge üzerinde yaşadıkları çok uzun zaman süreci içinde kendilerine özgün bir kültür kimliği yaratmış ve değişik etkilerin bir potada eritildiği bir bütünleşme odağı olan kültürel özellikleriyle de Klasik Dünya’yı temsil eden çağdaşlarından farklı bir nitelik sergilemişlerdir. Roma’nın gladyatör isyanlarında önemli yeri olan Trakya bölgesinde doğduğu tahmin edilen Spartaküs MÖ 109-MÖ 71 yılları arasında yaşamıştır. Spartaküs Roma ordusunda süvari bir asker olarak görev yapıyordu. Bu konuda kesin bir bilgi olmasa da bir savaşta üstlerinin kendi halkına saldırmasını emretmesine karşın Spartaküs, bu emre karşı gelmiştir. Bu nedenle Roma’da köle statüsüne düşmüştür.
Traklar için ölümsüzlük inancı çok güçlüdür. Yaşamın temelidir. Yaşamın özü ölümsüzlük üzerine kurulmuştur. Bu inancın sonucu olarak eski maddi bedenin yani geçici olarak kullanılan maskenin ortadan kaldırılması, bizzat ruhun yeni deneyimler kazanması için özgür kalmasına imkân tanımaktadır. Yakma geleneği bu nedenle birçok Demir Çağı toplumu gibi önemli bir tercih nedeni olarak maddi dünyanın kirlenmişliğinden ruhun arınması için temel bir arındırıcı nitelik taşımaktadır. Bu olguyu Orta Asya’dan kaynaklanan “Gamalı Haç” (OZ) kavramına bağlamak gerek. Gamalı Haç (Svastika)’nın dört kolu, dört kozmik gücü (ateş, su, hava, toprak) simgelemektedir. Yalnız bunlar ayrı ayrı değil de hep birlikte hareket eden tek bir güç oldukları görüşü anlayışı bulunmaktadır. Kimi iddialara göre OZ Damgası, Gamalı Haç, Svastika, adlarıyla anılan bu işaret Ön-Türk göçleriyle dünyaya yayılmıştır. Bu simge, Ön-Türklerde OZ’laşarak tanrıya erişmeyi temsil eder Eski Türklerde ölmek sözü yoktur. Ölmek “UÇMAĞA VARMAK”tır. Tanrıya ulaşan beden değil ruhtur.
Schliemann’ın bulduğu antik eserler arasında önceden sıradan bir süs eşyası zannettiği bir de “gamalı haç (svastika)” da vardı (Şekil 6). Schliemann’ın svastika’yı bulduğu günlerde Avrupa uluslaşma sürecindeydi. Batı dünyasında önce “milliyetçilik”, sonra “ırkçılık” birer “yükselen değer” haline gelmişti. Avrupa bilim çevreleri Aryan ırk’ın üstün nitelikleri hakkında tartışmalar yapmaktaydı… Tüm bu süreç devam ederken Schliemann bulgularını paylaşmaya başlamıştı ve kendisini birden bire bu ari ırk tartışmasının odak noktasında buldu. Yayınlanan buluntular içindeki bu gamalı haç motifinin “ari ırkın sembolü” olduğu iddiası tüm Almanya ve Avrupa’da şaşkınlıklar yarattı. Kendilerini, tarihin başlangıcından beri bozulmamış bir ırk olarak addeden Almanlar, bu gamalı haçın bunun bir kanıtı olduğunu benimsedi. Tabii bu benimsemede Schliemann’ın asistanının Troya’daki gamalı haç motiflerinin ari ırkın sembolü olduğu hususunda yazdığı yazılar da epey etkili oldu…
Schliemann ve Avrupa’lı bilim adamlarının ve de Hitler’in tüm iddialarına rağmen bu gamalı haç-svastika ne yazık ki Hint-Avrupa ırklarının değil, kendilerinden farklı insanların, Ural-Altay dillerini konuşan Turan halklarının ve Proto-Türkleri’nin sembolü ve tamgasıydı. Troya’da başka ve Troya’dan çok eski tarihlere ait (MÖ 3200) Hasankale-Beycesultan anıtının üzerinde Ön Türkçe-Runik yazıları arasında bu gamalı haç motifi vardı. Tamga okuma anlayışına göre bu gamalı haç işaretinin anlamı “UÇ” ya da “ÖG” (öge’nin kökeni)’dür. Kazım Mirşan bu “ÖG” sözcüğünün ön Türkçe karşılığı “Yüksek seviyede düşünce” olduğunu belirtmiştir.
Aryan ırkın sahiplendiği meşhur gamalı haç, orta Asya’daki ön Türk göçleriyle birlikte İndüs Vadisi’ne inmiş, oradan da silsile yoluyla Ortadoğu Anadolu ve batı Anadolu’ya geçmiştir. Öntürklerde “felsefi düşünce” anlamına gelen bu ög kelimesi Yunanistan’da ses değişimi ile “gama” ya dönüşmüştür (Tarcan,1998 ).
TARTIŞMA VE GENEL GÖRÜŞLER
Anau uygarlığı alanlarının geliştiği alanlar birçok dağ akarsuları (Amu Darya ve Siri Darya) düzlüklere eriştiği yerlerdedir. Pumpelly (1908) Türkmenistan’da araştırma yaparken “VAHA, TATLI SU GÖLÜ; OASIS, FRESH WATER LAKE), kuramını ortaya koymuştur. Bu görüşü izleyen Childe (1969)’da insanoğlunun ilk yaşam alanlarının bu tatlı su kenarları olduğunu ileri sürmüştür. Gordon Childe şöyle demiştir:
“EX ORIENT LUX”
(IŞIK DOĞUDAN GELİR)
Yalnız batının değil dünya uygarlığı aşama aşama değişen iklim kuşaklarını izleyerek yayılmıştır.
Uygarlık, buğdayın seyri ile beraber MÖ 7 bin sıralarında Konya düzlüğüne (o devirde göldü) Orta Anadolu’ya ilerlemiştir. Çatalhöyük ören alanı MÖ 7 bin yılını göstermektedir. MÖ 6 binde uygarlık göller yöresini aşarak Burdur-Denizli civarında Hacılar’a ulaşmıştır. Batıda Ege kıyılarına daha sonraki yıllarında erişmiştir (Şekil 8). Görüldüğü gibi ilk yerleşimler 35-40°K enlemleri arasıdır.
Büyük Menderes, Küçük Menderes, Gediz, Bakırçay ve Karamenderes Irmakları Batı Anadolu’nun önemli ırmaklarıdır ve onlar Ege Denizi kıyıları üzerinde morfolojik olarak bir öneme sahiptirler. Bundan 5-6 bin yıl önceki ısınma yönündeki iklim değişikliği ile deniz döküldükleri yerlerde deltalar oluşmaya başlamış ve üzerinde Milet, Efes, İzmir, Bergama ve Troya gibi önemli yerleşim yerleri kurulmuştur. Anadolu’nun Neolitik yerleşimlerinin nasıl batıya doğru ilerlediğini Giriş Bölümünde verilmişti. İç Anadolu’dan sonra batıya doğru ilerleyişini (Burdur, Hacılar MÖ 6 binler) daha batıya doğru Denizli Gölü civarından Laedokya, Attutada, Hieropolis ve Tripolis yerleşimleri kurulmuştur.
Buradan kuzeye yönelerek Gediz Havzasına yönelmiştir (Şekil 7). Büyük Menderes Irmağı doğrudan denize ulaşıyordu. Uygarlığın önce Gediz Havzasına kayma nedeni bu bölgede üç gölalanı mevcuttu ve Gediz Irmağı doğrudan denize ulaşamıyordu. Bu göller çevresinde Gediz Havzasında ilk yerleşimler olmuştur. Coğrafyacı Strabon Gediz Ovasının dünyanın en iyi ovası olduğunu söylüyordu. Bu bölgenin eski adı olan İYONYA (IA-WANA; Toprak Ülkesi) demektir. Bu bağlamda Alaşehir, Sardes, Adala, Manisa ve Akhisar Gediz ovasındaki yerleşim yerleridir. Gediz Havzasından Bergama ve Edremit üzerinde uygarlık Troya’ya ulaşmıştır (MÖ 4 binler). Aynı zaman diliminde İzmir ve Limantepe yerleşimleri de oluşmuştur. Efes ve Milet yerleşimleri daha sonra gerçekleşmiştir.
İç denizlerin boğazlarının hassas dengeler içinde olduğu ve Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının Ege, Marmara, Karadeniz ve Hazar Deniz’i sistemini denetlemektedir. Bu durumu Özdoğan (2018) şu şekilde özetlemiştir. Buzul Çağı Maksimum ’unda artık Ege tuzlu suları Marmara’ya girmeyeceğinden ve ayrıca da İstanbul Boğazı’ndan da Karadeniz tatlı suları kesileceğinden Marmara acı bir gölü haline dönüşecektir (Şekil 8).
Çanakkale Boğazı’ndan Marmara’ya sınırlı ölçüde de olsa tuzlu suların ilk girişi MÖ 9. Binyılda başlamıştır. Ancak hemen hemen aynı dönemlerde Kuzey ve Orta Avrupa’daki buzulların erimesiyle Karadeniz’in düzleminin hızla yükseldiği ve kısa bir süre için de olsa Marmara’ya taştığı bilinmektedir. Her ne kadar Çanakkale’den tuzlu suların Marmara’ya girişi MÖ 9. binyılda başlamışsa da, bu su kütlelerinin Karadeniz’e geçişi İstanbul Boğazı’nın kuzey ucundaki sığ kayalık nedeniyle oldukça gecikmiştir. Uzun süre Marmara tuzlu, acı ve tatlı su ortamlarında barınan canlı türleri ile birlikte bulunduğu, çevresinde bulunan balıkçılar için uygun bir ortam sergileyen göl ile deniz karışımı bir duruma gelmiştir. İstanbul Boğazı’ndan su geçişi ilk olarak MÖ 5500 yıllarında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Zaten buğday tarımının da Trakya’ya (Kırklareli) geçişi de MÖ 6200’lerde olmuştur (demek ki hemen boğaz oluşmadan önce).
Troya sözcüğünün Luvi dilinde anlamı şöyledir: (A)dr(a)-uwa (veya Truwada) (Umar, 1993’den alınmıştır). Troya, Homer’in “IIliad’sında anlatılan “Troyan Savaşları” ile en efsanevi arkeolojik yerlerden birisidir. Troya’nın esas önemi kısmi olarak bulunduğu stratejik konumu: şehir Çanakkale Boğazı yoluyla Karadeniz’e deniz ulaşımını denetlemektedir. Doğu Akdeniz’de sıklıkla oluşan kuzeyli rüzgârlar hakimdir. Dolayısıyla Beşik koyunda demirleyen gemiler rüzgâra karşı hareket edemiyorlardı. Bu nedenle Troya bunlardan vergileri topluyordu. MÖ 13’üncü yüzyılın sonlarında olduğu tahmin edilen “Troyan Savaşları” olarak Marmara ve Karadeniz’e geçiş için stratejik olan bu bölgede egemenliği ele geçirmek için yapılan birçok çatışmanın hikâyelerinin toplamıdır.
Anadolu’nun batı ve güneybatı bölgelerinde MÖ. 2000 ile 1000 yılları arasında, ne batıdaki Miken kültürü içerisine ne de doğudaki Hitit kültür içerisine dâhil olan topluluklar vardı. Bunlar olasılıkla bu her iki kültürün sonradan ortaya çıkması, belirli bir dönem var olması, sonradan da yok olmaları ile ilişkilidir. Bundan dolayı da Ege’nin erken tarihine yeni bir uygarlığın ismini eklemenin zamanı gelmiştir. O dönemki hâkim dil ve yazısı nedeniyle de bunun Luvi Uygarlığı olarak tanımlanması daha uygundur (Zangger ve Mutlu, 2016). Luvi adı Hitititler tarafından verilen bir addır. Anlamı da “IŞIK HALKI” demektir. Demek ki bu insanlar doğudan uygarlığı getiren Aryanlardır. İşte bu insanlar Çanakkale Boğazını geçerek Trakya’da yerleşenlerdir.
Avrupa ile Asya arasında köprü olan Trakya Yarımadası’nda insan yerleşiminin başlangıcı MÖ 6200 yıllarına dayanıyor. Bölgede tarıma dayalı köy ekonomisiyle yaşayan toplulukların Anadolu’dan buraya geldikleri bilinmektedir. Trakya’da 3000 yıl süren tarıma dayalı köy ekonomisi modeli, tüm Avrupa kıtasının uygarlık temelini oluşturan sosyo-ekonomik modeldir. MÖ 5500’lü yıllardan itibaren söz konusu modelin Avrupa kıtasının bütününe yayılmaya başladığı, 1993 yılında tamamlanan Enez Hocaçeşme kazısı sonucunda bölgedeki ilk tarım toplumunun izi bulunduktan, MÖ 6200’lere ait bu topluluğun yerel koşullara uyum sağlamış ve tarımı sürdüren bir hali de, halen sürdürülen Kırklareli’nin Aşağıpınar bölgesindeki kazılarda ortaya çıkarılmıştır. İşte bu bölge Anadolu kültürünün, Avrupa uygarlığının temellerini attığı ve Avrupa kıtasına açıldığı yerdir. Avrupa’nın kendi uygarlığının kökeni olduğunu varsaymıştır. Romalılar kendilerinin Troya’dan geldikleri sürekli vurgulamışlardır.
Dünya iklimi değiştikçe yaşama uygun hale gelen Trakya (Balkanlar) bölgesi önce Güneybatı Türkiye’den boğazları aşıp gelen insanlar önce Trakya’da yerleşmişlerdir. Uygarlıklar ilk önce Turan ve Harran’da oluştuktan sonra 35-40°K enlemlerini arasında Doğu-Batı yönünde ilerleyerek Anadolu üzerinden Ege kıyılarını erişmiştir (Troya; MÖ 4000). Avrupa Uygarlığı ise Troya’da Trakya’ya atlayarak Avrupa’nın uygarlaşmasının öncüsü olmuştur. Daha sonra kuzeyden 40-45°K enlemlerinin kuzeylerinin yaşama uygun hale gelmesi nedeniyle Hazar Denizi kuzeyinden insan toplulukları (Hazar Denizi’nin her 5/600 yolda inip çıkması Hazar-Turan halklarının göç etmesi) kuzeye ve batıya doğru hareket etmişlerdir (İskitler; Kıpçaklar; Kazaklar). Traklar işte bu iki grubun bir araya gelmesiyle oluşmuştur (Şekil 9).
KAYNAKÇA
Adji, M. 2019, Türklerin Saklı Tarihi (Rusça aslından çeviren: Varol Tümer), Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul.
Chepalyga, A.L., 2007). “The late glacial great flood in the Ponto-Caspian basin”. In Yanko-Hombach, V.; Gilbert, A.S.; Panin, N.; Dolukhanov, P.M. (eds.). The Black Sea Flood Question: Changes in coastline, climate, and human settlement. Dordrecht: Springer. pp. 118−148.
Childe, G., 1926. The Aryans: A Study of Indo-European Origins, Routledge, Trench, Truber.
Ergün, M., 2021, Paleogeography of Caspian Sea, Water Level Fluctuations, and Consequences on the Environment and Civilization, M. Öztürk • V. Altay • R. Efe (Editors) Biodiversity, Conservation and Sustainability in Asia Volume 1: Prospects and Challenges in West Asia and Caucasus, 615-638.
Özdoğan, M., 2018. Marmara Denizi ve Neolitik yaşam biçiminin Anadolu’dan Avrupa’ya aktarımı.TINA ( Denizcilik Arkeoloji Dergisi), No 9-10, s9-39.
Pumpelly, R., 1908, Exploration in Turkistan: Expedition 1904, Carniege Institution of Washington.
Tarcan, H., 1998, Ön-Türk Tarihi, Kaynak yayınları, İstanbul.
Umar, B., 1993, Türkiye’nin Eski Yer Adları, İnkilap Kitabevi, Ankara.565 p.
Zangger E. ve Mutlu, S., 2016. Luviler: Bir Anadolu Uygarlığı ile İlgili Çalışmalar, idil, 24/5, basım 16, 1037-1077.
—————————-
[1] Prof.Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Jeofizik Mühendisliği Bölümü. Uygulamalı Jeofizik Anabilim Dalı (E) Öğretim Üyesi