Arif Nihat Asya, Şiir ve Şiirin Hikmeti

Tam boy görmek için tıklayın.

Ebediyete gidişinin ellinci yılı…
Ruhuna Fatihalar…

Bayrak şairi Arif Nihat Asya…

Hep dillerde şiirleri.  Milli Kültürümüzün şiir bahçesinin gönüllerde taht kuran zirvelerinden.

 Hayatı kimine göre çok hüzünlü ve mücadele içinde geçiyor, kimine göre de büyülü, sevda dolu. Hz. Muhammed (sas) sevdası, Millet ve memleket sevdası ve insana ait bütün sevdalar…

En çok da “Bayrak” şairi olarak tanınıyor.

İlkokuldan başlayıp üniversite talebeliğimize kadar dilimizden düşürmediğimiz şiir, “Bayrak şiiri.”

Bu şiirin yazılışı da ilk defa duyuluşu da çok ibret verici ve bir o kadar duygulu, bir o kadar güzel.

Hikâyesini Arif Nihat Asya Üstadın kendisinden dinleyelim:

“BAYRAK şiirimi 35 yaşımdayken yazdım. Adana Erkek Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydim. Hatay, Gazi’nin gayretleriyle Türkiye’ye bağlanmıştı. O konudaki çalışmaları 1938 yılında başlamış, 1939 yılında neticeye ulaşılmıştı. Türkiye, yeni bir sevinç içindeydi. Bu sevinci, Adana da büyük coşkunluklarla yaşıyordu. Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluşu 5 Ocak 1922’dir.

Bu bakımdan her sene, 5 Ocak gününde Adana’da büyük şenlikler yapılır. Adeta yer yerinden oynar. Şimdi de öyle midir, bilmiyorum.

Şehrin bir Saat Kulesi var; bir de Ulu Cami minaresi. İşte o Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresi arasına, her senenin 5 Ocak kutlamalarında, kocaman bir bayrak asılır. Bayrak diyorsam, öyle-böyle bir bayrak değil. On beş izcinin kolları üzerinde taşınan bir bayrak. Vay babam vay. Yani Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresinin arasına bir güneş doğuyor…”

Okunacak şiir bulunamıyor.

“Hatay Türkiye’ye bağlandığı için 1940 yılının 5 Ocak kutlamasının daha bir güzel, daha bir heyecanlı olması isteniyordu.

O bakımdan Adana Maarif Müdürlüğü’nden bizim lise müdürlüğümüze bir yazı geldi. Mealen deniyordu ki: ‘5 Ocak kutlamasında, Saat Kulesi’yle Ulu Cami minaresi arasına Adana’nın tarihi bayrağı çekilirken, o güne uygun bir şiirin de liseniz öğrencilerinden biri tarafından okunması uygun görülmüştür. Gereğini rica ederim. Maarif Müdürü falan filan.’

Lise müdürü bu konuda beni vazifelendirdi. Ben de öğrencilerim arasından üç-dört kişi seçtim. ‘Gidip kütüphanelerde araştırın. 5 Ocak kutlamalarına uygun güzel bir şiir bulun. Pek duyulmamış bir şiir olsun. Meşhurların da kitaplarını karıştırın; adı pek duyulmamış şairlerin de!’

Çocuklar gittiler.

Birkaç gün sonra geldiler. ‘Efendim bulamadık’ dediler. ‘Bulamadık olur mu’ diye öfkelendim. ‘Gidin gözünüzü dört açarak bir daha araştırın’ dedim. Çocuklar çıkıp gittiler. Üç-dört gün sonra, elleri yine boş geldiler.

E peki ne olacak? Kendi kendime dedim ki, ‘Arif bu şiiri sen yazacaksın!’

Bir gün sonra 5 Ocak! Bir günüm var.”

“Adana’da Ocak Mahallesi’nde oturuyordum. O zamanlar, bugünkü gibi evlerde günün her saatinde elektrik yok. Geceleri petrol lambası yakıyoruz. El-ayak ortalıktan çekilince, petrol lambasının yorgun ışığında, bayrağımıza sığınarak kalemi elime aldım.

Şafak sökerken Bayrak şiiri hazırdı. O gece, şiiri nasıl yazdımsa, öylece kaldı. Yani üzerinde ikinci bir defa oynamadım.

Sabahleyin liseye gidince, ‘Bana Aydın Gün’ü çağırın’ dedim. Aydın Gün, bugün bizim Opera ve Bale Genel Müdürümüz olan Aydın Gün’dür.

Bulunup getirildi; şiiri eline uzattım, ‘Şunu oku bakayım’ dedim. Okudu. Güzel şiir okuyan öğrencilerimdendi. Bayrak şiirini ona bir daha, bir daha okuttum. Mükemmel okuyordu.

Bayrak şiirimi, 5 Ocak kutlamalarında ilk defa Aydın Gün okudu ve alkışlandı.

O günün akşamı, Halkevi’nde 5 Ocak Balosu var. Aydın Gün de baloda. Davetliler arasından bir kişi Aydın Gün’ü tanımış ve sormuş, ‘Bugün, 5 Ocak merasiminde o Bayrak şiirini sen okudun değil mi?’

– Evet efendim.

– Kimin o şiir?

– Vallahi bilmiyorum efendim.

– Yahu nasıl bilmezsin? İnsan okuduğu şiirin şairini bilmez mi?

– Bilmiyorum efendim! Şiiri bana Arif Hocam verdi. Sonra, ‘Sana bu şiir kimin derlerse, kimin olduğunu söyleme’ dedi.

O zaman mesele anlaşılmış. ‘Tamam bu şiir Arif Hoca’nındır’ demişler.

Bayrak şiirini, Aydın Gün’e Halkevi’ndeki baloda da okutmuşlar. Sonra bir daha bir daha okutmuşlar.

İşte o gün bugündür, benim Bayrak şiirim, bayrağımızın kendisi gibi hepimizin oldu.

Bu şiir, bana ‘Bayrak Şairi’ denilmesine yol açtı ki, bu sıfat, benim için altından dökülmüş bir İstiklal Madalyası kadar kıymetlidir.”

Aslında Bayrak şiiri şiirden öte bir tespittir, düşmana sert bir ikazdır, aynı zamanda hürriyetin tarifidir.

Ve… Şiirden ötedir, milletine verdiği bir söz, bir yemindir.

Bu bir kere daha okuyalım:

“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,

Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,

Işık ışık, dalga dalga bayrağım!

Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

…..

Yüksek yerlerde açan çiçeğim.

Senin altında doğdum.

Senin altında öleceğim.

…….

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:

Yer yüzünde yer beğen!

Nereye dikilmek istersen,

Söyle, seni oraya dikeyim!”

Rahmetli Üstadın milli heyecanını, tarihimize duyduğu derin hayranlığı anlatan bir başka şiiri de “ Fetih Marşı” olarak tanınan o muhteşem şiir. Şöyle diyor ilk mısralarında:

“Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;

Dağlardan çektirilen kalyonlar çekilecek;

Kerpetenlerle sûrun dişleri sökülecek

Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?

Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

Bu şiirinde o günkü genç kuşağa seslenen Üstat Fatih Sultan Mehmet Hanı  örnek gösterip nasıl olmaları gerektiğini sarih bir şekilde ifade ederken okuyucuyu bir anda İstanbul’un fethinden önceki zamana götürüyor adeta: Deha padişah gencecik yaşına rağmen olağanüstü bir düşünce ile İstanbul’u fethetmek için inanılmayacak kadar farklı bir planı uygulamaya başlıyor. Kalyonlar dağlardan aşırılıp Haliç’e indirmek için yelkenlerinin biçilip dikilmesi için emirler veriliyor.

Sonra… O kahramanlar çağlar sonra anlatılacak esatire ve şiirlere hep ilham oldular da neler dinledik sayelerinde, neler neler okuduk.

 Arif Nihat Asya Üstat şiirini “Fetih’in 500 yılı” için 1953’te yazmış.  1980’lerde de Yıldırım Gürses tarafından bestelenince “Fetih Marşı” tanınıyor.

Üstadın hayatı büyülü, sevdalarla dolu dedik. Ama o sevdalar için çileler çekiyor, büyük bir sabırla, inatçı gayretlerle aşk ufkuna yürüyor adım adım.

 Ve… Derin sevda ummanlarında ilahi aşkı ararken kendini Üsküdar Mevlevihanesi’nin son şeyhi Ahmet Remzi Akyürek’in kapısında bulup o kapıyı mesken ediniyor.  Böylece dervişlik çilesi başlıyor.

Çile ne zaman bitiyor, 1933 yılında!

Üstat artık Mevlevilikte şeyhlik mertebesindedir.

Ama en büyük ilahi aşk Sevgili Peygamberimizedir. Hz. Muhammed’e (sas) duyduğu büyük aşk ile naat ve mersiyeler yazan Üstat “Hazret-i Peygamber’in Vefâtı“ isimli şiirinde şöyle diyor:

“Göğe çıktın yine… lakin bu sefer,

 Yâ Muhammed, yere inmek yok mu?”

Bu mısralarıyla Miraç’a da telmihte bulunuyor.  Hz. Muhammed’in (sas) zamanında yaşamamanın kederini de şöyle ifade ediyor:

“Ağlıyor, ağlıyoruz ardından…

Bu sıcak yaşlara dinmek yok mu?

Varmış Ukbâ’da buluşmak… ammâ

Bize dünyada sevinmek yok mu:

Seni görmekte gecikmişleri de,

Gelip eshâbın edinmek yok mu?”

Ancak bu konuda en bilinen, belki de en okunan ünlü Naatıdır. 1967’de kaleme aldığı Naat muhteşem bir tasvirle başlar, Hz. Peygamber (sas) dönemini anlatır, sonra içini döker. Özlemlerini dile getirir.

Ve…

Ben 70’li yıllarda Ankara’da Hukuk talebesiydim. Okumayı çok seven, şiirin o harika dünyasına meraklı, yazmaya gayretli bir öğrenci.

Hukuk, şiir ve yazmak…

Elbette ilk öğrendiğimiz “hukuk” kelimesinin kökeninin ne olduğu ve anlamı idi: Arapça “hak” sözcüğünden türemişti ve bu kelimenin çoğul hali olup hukuk “haklar” manasına da geliyordu.

Hâkim de “hkm” kökünden geliyor, “yargılayan, yargıç” karşılığında kullanılıyordu. Hüküm veren, hüküm verme yetkisine sahip manasına geliyordu.

Ama bir de “hakîm vardı.

Hakîm, ihkâm ve hikmet…

Ve…Hz. Peygamberimiz bir hadisinde şöyle diyordu.

“Şüphesiz bazı şiirler var ki hikmettir.” 

Şiir, hüküm ve hikmet…

“Hikmet” kavramına bakarsak tarihi süreç içinde belli görüş ve akımlara göre pek çok tarifi, uzun uzun anlatımları mevcut. Mutezileden Eş’ari Okuluna, İşrakilere kadar Kelâm İlminin mensupları, fıkıhçılar, tasavvuf ehli tarif ve açıklamalarda bulunup kitaplarında, şerhlerinde, risalelerinde, hatta şiirlerinde, kasidelerinde bu konuya dair tafsilatlı bir şekilde görüş bildirmiş.

Hikmet kavramına sadece İslam Dünyası kafa yormamış. Sokrat, Eflatun, Aristo ve diğer Yunan düşünürleri, Doğu, Uzak Doğu, Hint, Avrupa Filozofları “Hikmet” ile ilgili olarak yine belli felsefe akımlarına göre kendi düşüncelerini – kimileri çok sistematik bir biçimde- açıklamış.

Meraklı, çok soru soran, bulduğu kitabı okuma gayretinde olan hukuk talebesi için bütün bu tarif ve bilgilerin hülasası olan en can alıcı soru şuydu:

Hikmet eşyanın arkasındakini, yani yaratılanın arka planını, yaratılış gayesini, sebeplerini, hissetme, görme, görebilme, keşfetme, kavrama, anlama ve o anlayıştan yola çıkılarak asıl gerçeği, gerçeğin sahibini bilme bilgisi miydi? Bu bilgi kimlere veriliyordu? Verilme şartları nelerdi?

Verilmenin ötesinde kişi o bilgi kapısı çaldığında içeri girebiliyor muydu? Bilgiye talip, yani talebe gayreti, uğraşması ve çalışması karşılığında kendisi o bilgiyi alabiliyor muydu?

Aslında her bilgi hikmet miydi?

Ve…

Kimi şairler şiirini kaleme alırken mısralarında, deyişinde, beytinde, gazelinde veya kasidesinde öyle ifadeler kullanıyor, öyle cümleler kuruyordu ki okuyanın ufku açılıyordu. Adeta hikmeti satırlarda size yudum yudum sunuyordu.

Hz. Peygamberimizin “Şüphesiz bazı şiirler var ki hikmettir” hadisi bunu ne güzel ifade ediyordu.

Bize göre Arif Nihat Asya Üstat da bu vadinin en iyilerindendi. İspatı da Naatı idi.

Ne diyordu Naatında:

“Seccaden kumlardı…

Devirlerden, diyarlardan

Gelip göklerde buluşan

Ezanların vardı.

Mescit mümin, minber mümin..

Taşardı kubbelerden Tekbir,

Dolardı kubbelere “amin”!

……

Konsun yine pervazlara

Güvercinler;

“Hu hu”lara karışsın

Aminler.

Mübarek akşamdır;

Gelin ey Fatiha’lar, Yasin’ler!

………

Gel, Ey MUHAMMED, bahardır.

Dudaklar ardında saklı

Aminlerimiz vardır!

Hacdan döner gibi gel;

Miraçtan iner gibi gel;

Bekliyoruz yıllardır!

……….

Konsun-yine-pervazlara

Güvercinler;

“Hu hu”lara karışsın

Aminler…

Mübarek akşamdır;

Gelin ey Fatiha’lar, Yasin’ler!”

Böyle bir naat nasıl yazılabildi? Cevabı ilhamdı. Evet, ilham!

 Bu soru ile karşımıza çıkan ilham ve ilhamın bir pınar, bir nehir gibi aktığı veya bir anda çaktığı gönül…

Ve….

O hukuk talebesi 70’li yıllarda soruların cevabını – tesadüf diyemeyeceğim- bir tevafuk ile bir güzellik kapısında buldu…

O yıllarda Türk Edebiyatının çök önemli isimlerinden ve “Hecenin On Şairinden” olan rahmetli Halide Nusret Zorlutuna Hanımefendinin evine gider, orada Edebiyat Dünyasının ünlü isimlerinin sohbetlerini dinleme fırsatını bulurduk.

Rahmetli Halide Nusret Zorlutuna, bilmek isteyene kapısı açık, öğretme aşkı ile her daim dolu olan bir bilge, bizim manevi teyzemizdi. “Teyze” dememizi de kendisi istemişti.

Biz üç öğrenci, Mekteb-i Mülkiyeden Kıbrıslı Ayşe Ali Yücesoy, İlahiyat Fakültesinden Nusret Çam, Ankara Hukuk’tan ben, ziyaretçisi idik.

Halide Nusret Teyzemizin evi bir kültür ocağı idi. Orada yapılan sohbetlerden çok faydalandık. Türk Kültürü adına ne çok şey öğrendik. Zira gelenler de kültürümüze yön veren şahsiyetlerdi.

Yine bir gün Rahmetli Halide Nusret teyzemizi ziyarete gittim. İçeride misafirleri vardı: Zarif bir hanımefendi ve o güne kadar hiç görmediğim bir beyefendi.

Beyefendi kır saçlı, gözlüklü, güler yüzlü bir zat idi. Edepli oturuşu, efendi, saygılı tavrı hemen dikkati çekiyordu.

Halide Nusret Teyzemiz ismini söyleyince bir an bakakaldım. Karşımda “Bayrak Şairi” duruyordu!

Mevlevilikte çile çekip şeyh olan Arif Nihat Asya …  Naat’ına hayran olduğum büyük şair!

Geçmiş gün pek çok soru sorduğumu hatırlıyorum. Sorular elbette şiir üzerine idi, şiirin hikmeti üzerine idi. Konu geldi, dolaştı, sonunda tasavvufa geldi.

Konuşması neşeli ve şakacıydı. Büyük Şairde kibirden zerre yoktu. Mütevazı ve kıymet bilirdi.

Küçük hukuk talebesini büyük adam yerine koyup çok şaşırdığım cevaplarla bana harika bilgiler veriyordu.

O gün tasavvuftan sorular sordum. Elbette şiirden de.

İki üstadın da o gün bana ısrarla tavsiye ettikleri şey okumamdı.

Sonra…

Sonra Reşit Galip yokuşundan inerken hayranlıkla düşündüm. Ufkum açılmıştı.

Yalın gerçeği, eşyanın ardındaki hakikate ulaşmanın, yaratılışın sebeplerini anlamanın, evrenin veya evrenlerin, zerrenin zikrinin Allah sevgisinden geçtiğinin farkına varma kapısının zilini çalmak sır kapısının tokmağına cesaretle el uzatmak demekti.

Bunun için hikmet gerekti. Hikmet için bilgi gerekti, bilgi içinde okumak.

Ama neyi okumak? Sizi hakikate, doğruya, güzele, iyiye götürecekleri okumak.

Nasıl okumak: Gözle, gönülle okumak…

Okudukça ufkunuz açılıyor, masivadan kurtulma savaşında bir cephe daha kazanma gayretiniz artıyordu. 

Yüce Rabbin “El Vedûd” sırrına doğru bir adım için…

Evet,

Arif Nihat Asya Üstadın şiirin dışında çok farklı ve harika özellikleri de vardı. Aslında bu özellikler ona hikmetin esrarını fısıldarken yaratılana hizmetteki o güzelim aşk ve heves Yaratanın insan gönlüne bahşettiği sır kapılarını, ilham evrenlerinin  geçit kapılarını da açıyordu.

Bunlardan birini eşi Servet Hanımdan dinleyelim:

“Ay başlarında maaş zarfını açmadan arkadaşlarının masasına koyar, herkesin ihtiyacı kadar almasını, geri kalan paranın kendisine yeteceğini söyleyen koca yürekli, paylaşımcı, yardımsever bir insandır o”.

Biz yine başa dönelim: Hak, hukuk, hâkim, ihkâm, hakîm, hikmet ve ilham konusuna…

Bütün bu kavramlar iç içedir eğer şair sır deryasında ise.

Şayet şair kendi şiir dünyasının hâkimi olup hüküm veriyorsa ve bu şiir hikmetlerle donanmışsa, yani hakîm (bilge) ise elbette ruhu, gönlü ve sırlı kalemi ilham yağmurlarıyla yıkanacaktır.

Hikmetlerle dopdolu kendi şiir dünyasının hem hâkimi hem de hakîmi olan Arif Nihat Asya Üstat “Ses ve Toprak” adlı şiir kitabında bulunan Şeb-i Arûs adlı şiirini yazdıktan sonra altına öldüğü günün tarihini, yani 5 Ocak 1975’i koymuştur. Ne kadar dikkat çekici bir hâl, değil mi?

Üstat ölüm meleğinin beden kapısını çalmakta olduğunu hissedip ölümü “ Şeb-i Arus” olarak sevmiştir, tıpkı mürşidi Mevlânâ gibi. Şöyle diyor bu şiirinde:

Yıkanıp süslenip tâbutlanmak;

Halka i’lândır cülûsumuzu…

Sonra – her yıl- bizim de kutlayacak

Çıkar -elbet- Şeb-i Arûs’umuzu.

Aynı zamanda bir Yunus Emre dostudur Üstat. Kendi olağandışı iç dünyasında onunla da selamlaşmada, şu şiirde bu hâlin sırrını da açıklamaktadır:

Sık sıksa selâmın râhatız, memnûnuz!

Seyrekleştikçe içliyiz, mahzûnuz…

Biz sevdik, Asya Asya, ey gözde, seni!

Sen sev bizi Emre Emre, Yûnus Yûnus!”

Evet…

Aradan uzun yıllar geçti, Bayrak şairimizin bayraklaşan hayatına bir virgül koyup ebediyete göç eylemesi elli yılı bulmuş.

Ama güzelim hikmet dolu şiirleri kim bilir kaç gönüle bilgi sunup ilham deryası oldu.

Ve….

Ben o günün meraklı hukuk talebesi, hala meraklardayım! O büyük iki üstadın tavsiyesine uyup okumaya devam ediyorum, mekanları cennet olsun.

Ruhlarına Fatihalar…

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen