Türk Dünyasında Modernizm ve Dil Gelişmesi

Tam boy görmek için tıklayın.

 

Prof. Dr. Mustafa ÖNER[1]

Türk yazı dili

İlk metinlerinden itibaren gelişmiş bir gramer ve anlatım gücüyle başlayan Türk yazı dilinin hiçbir kopukluk olmadan geniş Türk Dünyasının herhangi bir noktasında örnekler vererek çağımıza kadar geldiği tarihî bir gerçektir. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz Yeni Çağ’a ait modernizm veya çağdaşlaşma bağlamı içindeki dil gelişmesiyle evrimleşen Türk yazı dili ise, artık sadece zengin Türk folklorunun ve Orta Çağ’da Şark dünyası içinde yükselen klasik şiir sanatının dili olmakla sınırlı kalmaz; anayasal konuma sahip bir devlet dili, öğretim dili, bilim dili, tiyatro dili, roman dili, basın dili ve nihayet radyo dâhil yayın dili özelliklerini kazanır. Türkçe günümüzde ise bütün bunların yanı sıra ülkemizde demokratik cumhuriyet düzeni içinde yaşayan milyonlarca eşit vatandaşın ortak iletişim dili halinde, milliyetimizin çimentosu olan millî dildir. Bu gelişmenin tarihine göz atmak için çağdaş dünyada son asırlarda gelişen modernizm kavramına odaklanmak gerekir. Ayrıca bu sosyolojik olgunun sadece Türkiye tarihinde değil, geniş Türk Dünyasında da batısından başlayıp doğusuna doğru benzer biçimde yaşandığını gördüğümüz için İmparatorluk Türkiye’sine, İdil-Ural, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya Türk kültür merkezlerine karşılaştırmalı bir şekilde bakmak yararlı olacaktır.

 

Modernizm

Modern terimi ilk kez XVI. yy. sonlarında “şimdiye dair, en son zamanlara dair” anlamında kullanılmıştır; XIV-XV. yy. geç dönem Latincesindeki modernus “tam şimdi, şu anda” anlamındadır. Terimin ilkin ancient “kadim, eski” terimiyle bir karşıtlık anlamı yokken XVI. yy. sonlarında bu anlamı kazanmaya başladığı görülüyor: “Şimdiki çağa özgü olan; yeni olan ve modası geçmiş olmayan” (bk. Etymonline, Online Etymology Dictionary). Türkçedeki modern ve modernizm terimleri, XIX. yüzyılda Fransızcadan öğrenilmiştir. Şemseddin Sami Bey hazırladığı devâsa Fransızca sözlüğü Ḳâmûs-ı Fransevî’de bu modern terimini “yeni, cedid, müte’ahhir” diye karşılamıştır (Sami 1905: 1473).

Sosyal Psikoloji Sözlüğü yazarı Nuri Bilgin’e göre modernlik, çağını sevme ve kutsama iradesine dayalı bir dizi estetik, felsefi ve politik anlamlar taşımaktadır. Modernliğin gelişiminde Fransız Devrimi, ansiklopedistler, Aydınlanma Çağı, sekülerleşme, bireyin yükselişi ve bununla paradoksal olarak da modern devletin doğuşu önemli adımlardır. Yazar modern tanımı içindeki zaten izafi olan yeni kavramının zorluğuna da dikkat çekmiştir: “Buna göre, zamanıyla, çağıyla uyuşan birey veya şeyler moderndir. Bu çerçevede modern ‘çağdaş’ anlamına gelmektedir. Zaman sürekli aktıkça yeni olan şeyler de değişmekte ve modern olmaktan çıkmaktadır. Modern, eski olana karşıt olarak konumlanmaktadır. Fakat neyin eski olduğu, eskiliğin nerede başladığı da açıkça belirlenememektedir.” (Bilgin 2003: 244-245).

Türk Modernizmi

N. Bilgin’in değindiği bu izafi eski ve yeni kavramlarından doğan tartışmanın böylece gelişen her toplumda hiç kesilmeden süreceğini anlayabiliriz. Nitekim ülkemizde Yeni Türk Edebiyatı araştırma disiplinin kurucusu sayılan Ahmed Hamdi Tanpınar “Modern Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlar!” dediği “Türk Edebiyatında Cereyanlar” adlı makalesinde ayrıntılı bir tahlil vermiştir: “1826’da Yeniçerilerin ortadan kaldırılmasıyla başlayan ve 1839’da Tanzimat Fermanıyla devlet müesseselerinin ve cemiyet bünyesinin yavaş yavaş Avrupalılaşmasına varan ve sırasıyla 1876’da Birinci Meşrutiyet, 1908’de İkinci Meşrutiyet devrelerini idrâk eden bu medeniyet krizi, 1923’te Cumhuriyet’in ilânı, Ankara’nın başkent oluşu, Atatürk inkılâpları gibi kesin manzaralı safhalarla Türk cemiyetinin bugünkü durumuna kadar gelir. Bu hâdiselerin ve tarihlerin yanı başında İmparatorluğun dağılması (1918), lâisizm ve halkçılığın devlet programlarında yer alması, kadın hürriyeti gibi mühim vâkıaları da saymak lâzımdır.” (Tanpınar 1977: 101).

Tanzimat

Modernleşmeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet reformlarının, Sultan Abdülmecid zamanında 3 Kasım 1839’da ilan edilen Hatt-ı Hümâyun dâhilinde bir Tanzimat “düzenlemeler” manzumesi içinde sürdüğü görülüyor. Türk modernleşmesi üzerine çalışanlar III. Selim (1761-1808) tarafından başlatılan Batılılaşma gayretlerini tespit etmiş olsalar da bütünlüğü olan, esaslı bir çağdaşlaşma adımı olarak hep Tanzimat’ı anmaktadırlar. (bk. Tanpınar 1982: 129-158; Lewis 1984: 75-127; Berkes 2002: 213-252; İnalcık 2013: 42-69; Mardin 2017: 9-19; Ortaylı 2008: 14)

Avrupa’da Hümanizma, Rönesans, Reformasyon hareketleri, büyük coğrafî keşifler, kapitalizmin ortaya çıkışı, sanayi devrimi, XVII. yüzyıl bilimsel devrimi, merkezî devletlerin ortaya çıkışı, Aydınlanma, Büyük Fransız Devrimi (1789) gibi siyasi ve fikrî devrimler, doğu imparatorlukları olan Rusya’da ve Osmanlı Devleti’nde de yansımasını bulmuştur. Çok büyük topraklara egemen olan bu iki imparatorluk için devletin ve özellikle ordunun modernleştirilerek devamlılığının sağlanması çok pratik ve hayati bir ihtiyaçtı. Askeri mühendislik ve ordudaki reformlar bir öncelik olarak ortaya çıkmıştı. Batı Avrupa’daki gibi modern ordular kurmak ve teşkilatlandırmak veya mevcut düzeni reforma (ıslahat) tabi tutmak için de güçlü bir mali, idari ve hukuki sistem kurmak esastır. Ancak devletin askeri ve idari alanda başlattığı bu reformların siyasete, eğitim yapısına, kültüre ve gündelik hayata yansımadan kalması düşünülemezdi (Arslan 2002: 326).

A. H. Tanpınar’ın nadide eseri olan edebiyat tarihinin “Yeni İnsan” maddesinde Şinasi’nin şiiri üzerine yaptığı tasvir bu devri güzel yansıtır: “Ebüzziya’nın verdiği adla Divanı Şinasi yer yer bize bu yenilik duygusunu verir. Hakikatte bu küçük kitap, asıl mânâsında insanın değişmesini müjdeler. Biz orada yeni bir kâinat görüşüyle, yeni bir dil anlayışıyla karşılaşırız. Reşid Paşa kasideleri ile sadece herhangi bir vezir medhedilmez, asırlardan beri sürüp giden bir ruh tenbelliği sarsılır; geleneğin, müphemin dünyasından, aklın ve aydınlık düşüncenin dünyasına geçer.” (Tanpınar 1982: 198) Önceleri Garplılaşma sonra da Batılılaşma terimiyle de anılan bu Türk modernizmi, büyük kültür adamımız Tanpınar’ın bu son sözleriyle tasvir edilen “aklın ve aydınlık düşüncenin dünyasına geçiş” Türk dilini toplumdaki bütün işlevleriyle kökten değiştirmiş oldu.

Türk dili tarihini inceleyen Türkologların daima dilin içine, ses, şekil ve anlam değişmelerine veya filolojik tahlillere odaklanarak Türk sosyal evrimiyle değişen bu yeni dilin kazandığı anlatım ve kullanım gücüne bakmayı ihmal etmesi, bir tür bilimsel körleşme olsa gerek. Türkçenin bu boyutlarının araştırıldığı alana, Agâh Sırrı Levend (1972), Enver Ziya Karal (1978) Niyazi Berkes (2002) Hüseyin Sadoğlu (2003) gibi tarihçilerle sosyologların değerli katkılar yaptığı gözlenmektedir. Biz de bu bağlamda, Türk kültüründe XIX. yüzyıldan itibaren var olmaya başlayan olguların dili nasıl etkilediğini ele almaya çalışacağız.

Gazete, Dergi, Tiyatro, Hikâye, Roman ve Yeni Dil

A.H. Tanpınar’ın “nesir onunla başlar”  dediği İbrahim Şinasi (1826-1871) ilk Türk tiyatro eseri olan Şair Evlenmesi ile Türk edebiyatı tarihinde özel bir yer tutmaktadır ancak dile katkısı bununla sınırlı değildir: “Şinasi’nin yaptığı hakkında bir hüküm verebilmek için, Türkçenin onun eline geçtiği gün nasıl bir durumda olduğunu düşünmek lâzımdır. Filhakika eski nesre, fikri bir süs tufanında boğan, yahut da herhangi bir sâlabetten ve nizamdan mahrum olarak konuşan nesrimize, bir yazı dili haysiyetini verenlerin başında mutlak surette o vardır. Nesir onunla başlar. O Türkçeye dil ve hayal unsuru itibarıyla sade ve şiirle bütün alâkalarını kesmiş bir cümle getirdi.” (Tanpınar 1982: 191).

Modernizm tarihinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Türkiye’sinin sosyal hayatına ilk kez giren gazete, dergi, tiyatro ve roman gibi kültür kurumlarına dikkat çekmek gerekir: A. H. Tanpınar’a göre gazete hemen hemen tek başına her yeniliği idare eder, hakiki mânâsında bir kürsü olur. Fikir onun sayesinde yavaş yavaş yapıcı bir unsur olarak hayata girer. Vatan, millet, insanlık, hürriyet, hak, adalet gibi mefhumların etrafında hakiki bir insan teşekkül eder. Türkçe, gazetenin etrafında kendini bulur. Dil o zamana kadar görülmemiş bir sarahatin terbiyesini alır ve adım adım genişleyen bir dünya görüşü ile beraber kendi de genişler. II. Mahmut devrinden beri az çok ehemmiyet verilen ilk tahsili gazete tamamlar, kitleye okuma zevkini o aşılar. (Tanpınar 1982: 249-250).

Nihayet bu büyük kültür adamımızın çok önemli tespitiyle; “Gazete yalnız bir efkârı umumiye ve umuma mahsus yazı dili vücuda getirmekle kalmaz, ayrıca yeni nev’ilerin girmesine ve yayılmasına da yardım ederek yeni edebiyatın kurulmasını sağlar. Dilimizde tiyatro, tercüme ve telif ilk numunelerini gazete vasıtasıyla verir. Roman nev’inin ilk numunelerini o tanıtır.” (Tanpınar 1982: 251) İlk tiyatro da bu modernizm devrinin topluma bir armağanıdır: Güllü Agop Kumpanyası çevresinde oluşan Tiyatro-i Osmanî sahnesi ve içinde Namık Kemal, Direktör Âli Bey, Ahmet Vefik Paşa gibilerin de bulunduğu heyet-i edebiye sayesinde esasen bir dil kurumu ve konuşma sanatı olan tiyatro yavaşça olsa da gelişmeye başlar. Tanpınar’a göre “insana dikkat etmemiş bir medeniyetten gelmiş olmanın bütün zaafları” bu ilk eserlerde vardır. Üstelik kadının erkekten ayrı yaşamasının verdiği bir hayat tecrübesi eksikliği de N. Kemal’in Zavallı Çocuk’u dâhil bu ilk tiyatro eserlerini verimsiz yapmıştır. (Tanpınar 1982: 281-283)

Yazma sanatı veya dil sanatının edepler, öğretiler veren bir olgu olarak, yani edebî şeyler, edebiyat olarak geliştiği bu didaktizm çağı hem yeni bir insan tarafından üretiliyor, hem de bu edebiyat yeni bir insanı geliştirip üretiyordu. Kenan Akyüz’ün açıkça tespit ettiği gibi toplumdaki modernleşmenin büyük bir gerilim altında şekillendiği açıktır: “Adalette şeriat sisteminin ve maarifte de medrese sisteminin koruyucuları olan ulema sınıfı, bu iki alandaki düzenleme hareketlerini sürekli bir kontrol altında bulunduruyor ve kendi düşünüş ve menfaatlerine aykırı değişikliklere karşı koyarak onlara ‘dinsizlik’ damgasını vuruyor, halkı kışkırtıyordu. (…) Bir toplumun, yüzyıllarca alıştığı düşünüş ve yaşayış şartlarından birdenbire sıyrılmasına imkân yoktur. Bunun içindir ki, Tanzimat hareketi hiçbir zaman kökten bir düzenlemeye saptırılamamış, eski müesseselerin derhal ortadan kaldırılmaları yerine onların yanıbaşlarına batılı örneklerinin de kurularak halkın zamanla onlara alıştınlması yoluna gidilmiş, her an olahilecek tehlikeli tepkileri ve eldeki imkanları kollamak suretiyle, ortalama bir yoldan yürünülebilmiştir. Bunun içindir ki Tanzimat devri, hemen her alanda, eski ile yenin yanyana bulundukları bir geçişme ve ikilik devridir.” (Akyüz 1965: 5-6)

Tanzimat’ın yarattığı yeni düşünce tarzı ve modern kültür sonucunda 1865’e doğru şekillenen Yeni Osmanlılar, esas amacı devleti kurtarmak olan Tanzimat kadrolarından doğrudan doğruya hürriyet istiyor ve bunun artık anayasaya dayalı bir parlamento ile sağlanacağını düşünüyorlardı. (Mardin 2017: 86)

Osmanlılarda modernleşmenin kurumlarını tespit eden Halil İnalcık’a göre; “Osmanlı lehine belirlenmesi gereken başka bir nokta, hükûmetin, imparatorluğun birlik ve bütünlüğünü korumak amacıyla 1839-1877 döneminde reformlara inanarak sarılması ve nihayet İslam dünyasında ve Doğu Avrupa’da ilk anayasa ve parlamento rejimini ilan etmiş olmasıdır.” (İnalcık, 2013: 35)

1876 yılı, böylece Türk dili tarihine anayasanın ve yepyeni bir devlet kurumu olan meclisin dili olmasının tarihi olarak kaydedilmiştir. Tanzimat’ın reformları içinde yetişen kuşaklar 1876’da I. Meşrutiyet’i ve 31 yıl süren aralığın ardından da 1908’de ise II. Meşrutiyet’i sağlamışlardır. II. Abdülhamid iktidarına karşı tam da Fransız Devriminin 100. yılında Mayıs 1889’da kurulan İttihad ve Terakki Cemiyeti, “adalet, müsavat, hürriyet gibi insanlık hukukunu ihlal eden ve bütün Osmanlıları terakkiden men eden, vatanı yabancıların saldırısına uğratan idare usulünü” tenkit ederek yola çıkmıştır. (Armaoğlu, 1997: 595-596)

Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılı çöküş devri diye adlandırılsa da İlber Ortaylı’nın belirttiği üzere bu dönemde Türk dili daha gelişmiş, toplumsal, idari kurumlarımız modernleşmiş, nihayet Türkler ve diğer Osmanlı milletleri çağdaş anayasal sisteme geçişte önemli adımlar atmışlardır (Ortaylı, 2008: 53).

Zafer Toprak bu değişimi şöyle belirtir:Türkiye, 1908 Jön Türk Devrimi’yle kendi yeni yüzyılını başlattı. Abdülhamid’e karşı başkaldırı 23 Temmuz’da anayasal düzenin, Meşrutiyet’in ilanıyla sonuçlanacak, mutlak monarşi bundan böyle sona erecekti. 1908 Devrimi bir dizi köklü dönüşümü beraberinde getirecekti. Belli başlı temel özgürlükler uygulamaya sokulacak, görece çoğulcu bir siyasal ortam oluşacak, toplumda her türlü fikir hareketi özgür ifade ortamı bulacaktı.” (Toprak 2016: 50) Böylece Avrupa’da verilen adıyla Türk İmparatorluğu son on yılında Türkiye Cumhuriyeti’ni hazırlamış gibidir. Namık Kemal’den beri tasarlanan “Osmanlı Milleti” dâhilindeki unsurların isyanı ve savaşlar ardından dağılan topraklarla yok olmuş; yerini modernizmin en güçlü meyvesi olan milliyetçiliğe, Türk milliyetçiliğine bırakmıştır.

Türk Dünyasında Modernizm

Türk Dünyasının en batısındaki kültür merkezlerinde XIX. yüzyılda başlayan modernleşme sürecinde hem Osmanlı Tanzimat hareketinin hem de bir asır önce Büyük Petro ile başlayan Rusya reformlarının etkili olduğu görülmektedir. Osmanlı reformlarında, devleti kurtarmak üzere yeni bir nizam kurmak biçiminde gelişen hareket, artık XIX. yüzyıl sonları itibarıyla zaten siyasi egemenliği bulunmayan Rusya Türkleri için söz konusu değildi. Buna göre siyasi veya askerî değil millî ve toplumsal karakter taşıyan Rusya Türklerinin bu modernizm hareketi, toplumun hem fikir hem yaşayış olarak geri kalmışlıktan, taassuptan kurtulup aydınlanma sayesinde ilerlemesi mücadelesi olmuştur. Başlangıçta modern kavramı bağlamında andığımız eski-yeni çatışması Rusya Türkleri için bu devirde ceditçi-kadimci biçiminde yaşanmıştır.

Tanzimat ve İdil-Ural Tatarları Arasında Aydınlanma Hareketi” başlıklı ilgi çekici bir inceleme de yazan Yahya Abdullin, Tatarlarda ilk aydınlanma fikirlerinin Abdunnasır Kursavi (1776-1812), Abdurrahim Utız-İmeni (1754-1834), İbrahim Helfin (1778- 1829) gibi kültür ve eğitim adamlarından geldiğini belirtir. Fakat toplumda XIX. yy. başlarında aydınlanma fikirlerinin yayılmasını sağlayacak zemin henüz yoktur. XIX. yy. ortasında Tatarlar arasında aydınlanma fikirleri yeniden gelişmeye başlamış ve Tatar aydınlanmasının Şehabeddin Mercani (1818-1889), Höseyin Feyzhanov (1828- 1866) ve Kayyum Nasıri (1825-1902) gibi temsilcilerinin fikirleri ve uygulamaları yaygınlık kazanmıştır (Abdullin 1995: 175). Buna göre Tatar ceditçilik akımının aslen marifetçilik akımının devamı olduğu açıktır; XVIII. yy. sonlarında başlayan marifetçilik 1880’lerden sonra ileri görüşlü din adamlarını, muallimleri, medrese şakirtlerini ve millî aydın sınıfını içine alarak ceditçilik biçiminde güçlenmiştir.  Bu modernizm biçiminde ilk göze çarpan Müslüman reformculuğudur, modernist bir İslam arayışıdır. Galimcan Barudi, Musa Carullah Bigiyev, Abdürreşid İbrahim, Zakir Kâdirî gibi isimler güçlü ve modernleşmiş bir din arayışında oldular. Bunun yanı sıra Rızaeddin Fahreddin,

Fatih Kerimi, Hadi Maksudi gibilerde ise eğitim reformculuğu belirgindir. (Abdullin 1999: 45)

Kafkasya’daki modernizm de Tiflis ve Bakü gibi merkezlerde gelişen ticaret kapitalizminin tabii etkisiyle XIX. yüzyılda gelişmiştir. Bu çevrede de maarifçi aydınlanma medreselerin yanı sıra Rusçanın da öğretildiği usul-i cedid mektepleri üzerinden yayılmıştır. Modern Azeri edebiyatının gelişmesinde hem Rusçayı hem Batı dillerini bilen XIX. yüzyılın reformatörleri Mirza Fethali Ahundzade, Abbaskuluağa Bakıhanof, Mirza Cafer Topçubaşı, Mirza Kazım Bey, Celil Memmedguluzade, Üzeyir Hacıbeyli, Hüseyin Cavid gibi itibarlı şahıslar öncü olmuşlardır. (Akpınar 1994: 37-68)

Osmanlı modernizmi nasıl XIX. yüzyıl sonlarında millî edebiyatı geliştirdiyse ceditçiliğin de en büyük eseri yeni edebiyattır ve esas karakterine göre bu halk edebiyatına, konuşma diline dayanan millî bir edebiyattır: Abdullah Tukay, Fatih Emirhan, Ayaz İshaki, Galiesgar Kamal, Mecit Gafuri gibi Tatar millî haraketinin görkemli temsilcileri özellikle Rusya’da 1905 İhtilali ile başlayan meşrutiyet içindeki nisbî özgürlükten çok yararlanmışlardır.

1917 Sovyet Devrimine kadar süren bu on iki yıl hiç değilse yazılı uygarlığın, matbaanın gazete ve dergi gibi ürünlerinin ve elbette kitap basımının geliştiği Kazan, Orenburg, Bahçasaray, Cayık (Uralsk) Tiflis, Bakü gibi kültür merkezlerinden başlayarak bütün Türk Dünyasına millî edebiyatı ve halk diline dayanan yeni dili getirmiştir. Rus Türkolojisinin kurucusu V. Radloff’un metin örnekleri, gramerler ve sözlüklerinde çoğunu konuşma dili olarak tespit ettiği lehçelerin (Alm. Dialekt; Rus. Nareçi) bazılarının özellikle Rusya’da 1905’te başlayan Meşrutiyet devrinin ardından, basın dili ve edebi dil halini aldığı görülmektedir. Çağdaş Türk Dünyasının dilde, edebiyatta, fikirde ve bütün kültür kurumlarında modernleştiği ve bizi en çok ilgilendiren düzeyde halk diline dayalı modern bir yazılı edebiyata ulaşabildiği altın çağı budur. Türkiye’de Tanzimat ile başlayan ve eğitimden basına, edebiyattan anayasal hürriyet taleplerine kadar gelişen modernleşme, özellikle 1908 Meşrutiyeti ile hangi evrimi yaşadıysa bu ortamın benzerinin Rusya Türkleri arasında 1905 Meşrutiyeti ile sağlandığını söyleyebiliriz.

Rusya’daki Türk topluluklarının XX. yüzyıl başındaki on yıllarda sosyal ve medeni şartlar bakımından eşit düzeyde olmadığını dikkate alarak, andığımız modernizm evriminin de hepsinde aynı sonuçları vermediğini söylemeliyiz: Örnek olarak Bilimler Akademisi’nin 1724’te Petro’nun fermanıyla St. Peterburg’da kurulduğu Rusya’da 1804’de doğunun bu düzeydeki ilk kurumu olarak Kazan Üniversitesi kurulmuş ve içinde de Arap harfli bir matbaa açılmıştır. Osmanlı’daki gelişmeyi hariç tutarsak Türk Dünyasının ilk üniversitesi ve ilk matbaasının kurulduğu Kazan, tabii olarak kitap basımı ve süreli yayımcılık bakımından öncü olmuştur. 1917’ye kadarki devirde Tatar kitap ve basım tarihini araştıran Ebrar Kerimullin’in tespitlerine göre Rusya Türkleri genel olarak 600 kadar kitap yayımlamışken, 15.000 kadar Tatar kitabı basılmış, 200 kadar Rus yazarı ile birlikte J. J. Rousseau, H. Heine, F. Schiller, G. Byron gibi klasikler de Tatarcaya  çevrilmiştir. (Kerimullin 2015: 121-122)

Modernizmin önce Osmanlı Türkiye’sinde sonra Cumhuriyet döneminde millî dili ve millî edebiyatı geliştirmesindeki ana hatların ortak veya benzer biçimde Türk Dünyasında da yaşandığı açıkça görülüyor: Türkiye’de İbrahim Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ahmed Midhat’ın açtığı yolda özellikle Tevfik Fikret, Mehmed Akif ve Ömer Seyfeddin yeni Türk edebiyatının nasıl kurucusu oldular ise, Abdullah Tukay, Abay Kunanbay, Abdulhamid Süleyman Çolpan, Musa Aybek, Ömer Faik Numanzade, Mehemmed Ağa Şahtatlı, Mehmed Emin Resulzade gibi öncüler Türk Dünyasında yeni edebiyatın ve halk diline dayanan yeni edebî dilin öncüleri olmuşlardır. Bu dil ustalarının bambaşka sosyal ve siyasi şartlarda yaşamış olmaları ortak noktaları olan millî dile dayanan yeni millî edebiyatı meydana çıkarmalarına engel olmamıştır.

Sovyet sosyalizminin 1920’lerden sonra en küçük halkların bile kendi konuşma dillerini esaslandırıp bunlarla yeni rejimin propogandasını yapacak biçimde her birinin müstakil standartları olan kendi gramer ve sözlükleri bulunan genç yazı dillerini geliştirdiği açıktır. XX. yüzyıl başında romantik ve gerçekçi bir akım olarak gelişmeye başlayan Türk Dünyası yeni edebiyatının; 1920’lerden sonraki Sovyet devrinde de sosyalizm ruhunda fakat halk dilinin ve halk edebiyatının öne çıktığı dolayısıyla milliyetçi değilse de millî olan bir edebiyat olarak yaşadığını söyleyebiliriz. Eski veya yeni Türk lehçeleri de bu Sovyet edebiyatının kuruluşu sürecinde büyük küçük diye ayrım gözetilmeden yirmi kadar Türk yazı diline evrilmiştir. Nitekim Sovyetler Birliği Türk halklarının Latin alfabesine geçirilmesi kararıyla meşhur olan 1926’daki Bakü Türkoloji Kurultayı’nın Etnografya Komisyonu sonuç raporunda da en küçük halkların bile dikkate alındığı, kültürlerinin incelenmesi gereğinin vurgulandığı açıkça görülmektedir (bk. 1926 Bakü Türkoloji Kurultayı, Tutanaklar).

Yine bu kurultayın katılımcısı olan ünlü Tatar yazarı ve edebiyat bilgini Alimcan İbrahim’in ertesi yıl, Ekim Devrimi’nin onuncu yılında yayımladığı “Tatar Medeniyetě Nindiy Yul Bělen Baraçak” başlıklı risalesinde, Sovyet idaresinde Tatar kültürü ve Tatarcanın gelişmesi yönündeki samimi sevinci yansımaktadır:

“1918-1920’li yıllarda millî cumhuriyetlerin kurulmasına karşı çıkıp, partinin anlayışından ayrılanlar olduğu gibi tek tek halkların kendi dilleri esasında kültürlerini geliştirme ve yüceltme hususunda da partinin tuttuğu yolu, henüz tamamen benimseyemeyenler, Tatar kültürünün kendi diline dayanarak gelişmesine yükselmesine ve onun geleceğine kötü gözle bakanlar, başka kültürler içinde yutulmak, Ruslaşmak tarafına kayanlar türedi. (4.s.) Ruslaşma eğilimi tamamen  yenildi. Bu Tatarlaşma esasında şimdi bizim alfabelerimiz, okuma kitaplarımız, dil dersi kitaplarımız, imlalar, Tatar gramerleri, edebiyat kanunları ve edebiyat tarihleri tamamen işlenip yola koyuldu, Tatarcanın tam bir sözlüğü de yapılmaktadır. (34. s.) Bu şartlar içinde, Rus medeniyetinin Tatar medeniyetinden üstünlüğü, onun için de Tatarlar için zayıf medeniyetten yüksek medeniyete geçme gereği hakkındaki konuşmalar, sadece, Rus milletinin eski üstünlüğünü korumak için çıkarılmış bir fikirdir. Tatarlar arasında böyle fikirlerin olması, sadece, eski zamandaki Ruslaştırma siyasetinin Tatar zihninde bıraktığı gölgesi, kendisini düşük ve inançsız görme alışkanlığının bir neticesidir. (38. s.) Ancak Çarlık rejimi ardından Sovyetler Birliği ile Tatar kültürünün gelişeceğini uman büyük yazar Alimcan İbrahim’in Stalin devrindeki repressiya sürecinde tutuklanıp 1938’de hapishanede öldüğünü anmak gerekir (bk. Öner 1997; Öner 2001).

Ekim Devrimi’nin en ünlü Tatar devlet adamı olan Mirsaid Sultan Galiev’in sözde mahkemeler ve sürgünler ardından infaz edilmesi gibi; Sovyetler Birliği’nin Çarlık Rusya’sından kurtuluş olduğuna samimiyetle inanan Alimcan İbrahim gibi seçkin yazar da aynı acı sonucu yaşamıştır.

SSCB’nin son devrinde, 1980’lerin son beş altı yılındaki Açıklık (Glasnost) ve Yeniden Yapılanma (Perestroyka) sürecinde beklenmedik bir güce erişen bağımsızlık talepleri on beş cumhuriyetin fedaratif yapısını dağılmaya götürmüş ve artık Sovyetler Birliği’nin resmen ve fiilen ortadan kalktığı 1991 sonu itibarıyla bunlardan Türk soylu çoğunlukların bulunduğu beşinin bağımsızlığı sayesinde, Kazakça, Özbekçe, Kırgızca, Türkmence, Azerbaycanca artık Birleşmiş Milletler üyesi de olan egemen devletlerin resmî devlet dilleri olmuştur.

Bu devrin üzerinden bugün çeyrek asır geçmişken; Türk Dünyasında hiçbir zaman sadece alfabe meselesi ile sınırlı olmayan; Türk yazı dillerinin ve lehçelerinin öncelikle hayatta kalma mücadelesi, birer resmî dil veya devlet dili olarak egemenliği, Sovyet mirası olan Rusça üstünlüklü iki dilli ortamda öğretim ve bilim dili olarak gelişmeleri ve nihayet dışarıda yabancı dil olarak öğretimi konularındaki sorunlar mutlaka bilim adamları ve devlet adamları tarafından ciddiyetle dikkate alınmalıdır. Ülkemizde olduğu gibi Türk Dünyası genelinde de millî dil şüphesiz ki hayati önem taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihî ve siyasi şartlarına hiç benzemeyen Türk Dünyasındaki dil varlığının, yani mevcut Türk yazı dillerinin ve elbette millî kimliklerinin korunup geliştirilmesi yolundaki mücadelenin ülkemizdeki bilim ve siyaset eliti tarafından tanınıp samimiyetle desteklenmesi beklenir. Türkiye’deki millî kimliğin meydana geldiği 1880’ler ile aynı çağda veya az sonra oluşan Türk Dünyasındaki modernizmin en ergin meyvesi olan millî şuur ve milliyet duygusunu Sovyet devrinde de komünizme rağmen devam etti diye yok saymak kardeşlik duygusuna da diplomasiye de sığmayacak bir tutumdur, sanırım.

Türklerin ortak vatanda ortak yaşayışı, XX. yüzyıl başlarındaki Türk birliği ülküsünün esasıydı. 1917 Ekim Devriminin yarattığı büyük sarsıntı sırasında bu birlik fikri gerçekleşmeye çok yakınlaşmış, hatta 1552’den beri işgal ettiği Türk Dünyasını dev bir koloniye çeviren Çarlık rejimini bitiren Lenin’in samimi öğrencileri ve yoldaşları arasındaki Sultan Galiyev gibi Türk soylu Bolşevikler arasında, Sovyetlere dâhil bir Turan Federasyonu ideali de gündeme gelmişti. (Ekim Devriminde Türk Dünyasının durumunun ayrıntılı bir tasviri için bk. Devlet 2011: 101-119). Ancak son Çar Nikola ve ailesini bütünüyle yok eden Sovyet Devrimi ardından yeni kurulan sosyalist federasyona asıl rengini veren J. Stalin, burayı ne yazık ki tekrar büyük bir Rusya’ya çevirmiş ve kapsadığı yüzlerce halkı da birinci dili Rusça olacak biçimde kapalı bir topluma hapsetmiştir.

1991 ile başlayan Azatlık döneminin yarattığı Türk Dünyasında dildeş ve kardeş olan halkların siyasi ve iktisadi şartları çok farklıdır: Türkiye Cumhuriyeti gibi birer bağımsız devleti bulunanlarla, bin yıllık kendi topraklarında artık hiçbir egemenliği kalmayanların dil gerçeklikleri de tabiatıyla hiç benzememektedir. Çağımızdaki 21 adet Türk yazı dilinin bazıları işlevsiz kaldığı için ölüm tehlikesi altındadır ve ne yazık ki çok daha fazlası da bu yüzyılı bitiremeyecek gibi görülmektedir.

Dil yaşanan dünyanın masum bir aynası olduğuna göre; Türk Dünyasındaki siyasi, ticari, ekonomik ve elbette kültürel ilişkileri artırmak ve bu alt yapıya dayalı olarak ortak bir Türk kültür dünyası kurmak, ortak dünyayı ve dolayısıyla ortak dili yaratmanın en sağlıklı yolu olacaktır.

Kaynaklar

1926 Bakü Türkoloji Kurultayı, Tutanaklar. Çevirenler: Kamil Veli Nerimanoğlu, Mustafa Öner, Ankara 2008, s. 486+44. Türk Dil Kurumu Yayınları: 936.

Abdullin Y. (1995) Tanzimat ve İdil-Ural Tatarları Arasında Aydınlanma Hareketi (Aktaran: H. Develi) İlmî Araştırmalar, Sayı:1, 175-184.

Abdullin Y. (1999) Ceditçělěk hem Hezěrgě Zaman. Millet Yazmışı, Uylanuvlar. Kazan: Fen Neşriyatı, 43-51.

Akiner Sh. (2002) Sovyet Sonrası Orta Asya Cumhuriyetlerinde Modernleşme, Siyaset ve İslam. Türkler C. 19, Ankara: Yeni Türkiye yay. 47-55.

Akpınar Y. (1994) Azeri Edebiyatı Araştırmaları. İstanbul: Dergâh Yayınları.

Akyıldız A. (2011) Tanzimat. İslam Ansiklopedisi, TDV yay. cilt: 40, 1-10.

Akyüz K. (1965) Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923. İstanbul: İnkilap, 226 s.

Armaoğlu F. (1997) 19. Yüzyıl Siyasî Tarihi (1789-1914). Ankara: TTK VII. Dizi- 169.

Arslan A. (2002) Felsefe (Yayın Yönetmeni: T. Bümin) İstanbul: “TÜSİAD Yay.”

Berkes N. (2002) Türkiye’de Çağdaşlaşma. (Haz. A. Kuyaş) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Bilgin N. (2003) Sosyal Psikoloji Sözlüğü, Kavramlar, Yaklaşımlar. İstanbul: Bağlam Yayıncılık.

Devlet N. (2011) Millet ile Sovyet Arasında – 1917 Ekim Devriminde Rusya Türklerinin Varoluş Mücadelesi. İstanbul: Başlık Yayın Grubu, 241+XIII s.

Gumilyev L. N. (2004) Eski Türkler (Çev. A. Batur) 5. Baskı, İstanbul: Selenge.

Hanioğlu M. Ş. (1992) Batılılaşma. İslam Ansiklopedisi, TDV yay. cilt: 5, 148-152.

İbrahim A. (1927) Tatar Medeniyetě Nindiy Yul Bělen Baraçak. Kazan: Tatarstan Devlet Neşriyatı Basması, 40 s.

İnalcık H. (2013) Osmanlı ve Modern Türkiye – Araştırmalar, İstanbul: Timaş.

Karahan A. (2013) Dîvânü Lugâti’t-Türk’e Göre XI. Yüzyıl Türk Lehçe Bilgisi, Ankara: TDK 1078.

Karal E. Z. (1978) Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu (Tarih Açısından Bir Açıklama):

Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe. Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 7-90. s.

Kerimullin E. (2015) Tatar Kitap Tarihi Hakkında (Akt. Ezgi Sırtı) Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, Sayı 39, 119-134.

Levend A. S. (1972) Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri. 3. Baskı, Ankara, TDK, X + 548.

Lewis B. (1984) Modern Türkiye’nin Doğuşu. 2. Baskı, (Çev. M. Kıratlı) Ankara: TTK IV Dizi, Sa. 8a.

Mardin Ş. (2017) Türk Modernleşmesi, Makaleler 4, İstanbul: İletişim.

Online Etymology Dictionary: www.etymonline.com/word/modernization. Ortaylı İlber (2008) Gelenekten Geleceğe, 13. Baskı, İstanbul: Timaş Yay.

Öner M. (1997) Bir Tatar Bolşeviğinin Ana Dili Mücadelesi. Türk Dili, Sayı 546, Haziran-1997, 551-557.

Öner M. (2001) İdil-Ural’dan Bir Aydın: Alimcan İbrahim (1887-1938). Türk Yurdu, Eylül – 2001, cilt: 21, Sayı 169, 58-61.

Sadoğlu H. (2003) Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Sami Ş. (1905) Ḳâmûs-ı Fransevî. İstanbul: Mihran Matbaası, 2240 s.

Tanpınar A. H. (1977) Türk Edebiyatında Cereyanlar. Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul: Dergâh, 101-127.

Tanpınar A. H. (1982) 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Beşinci Baskı, İstanbul: Çağlayan.

Tenişev E. R. (1982) Eski Türklerde Edebî Dil Var mıydı? Türk Dili Araştırmaları Yıllığı-Belleten 1982-83, 157-161.

Tezcan S. (1978) En Eski Türk Dili ve Yazını: Bilim, Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe.

Ankara: TTK yay. XXIII Dizi – Sa. I, 271-323.

Toprak Z. (2016) Modernite ve Türkiye’de İşçi Sınıfının Doğuşu. Toplumsal Tarih, 275, Kasım-2016, 50-53.

[1]Prof.Dr., Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Dili Anabilim Dalı

[i] Yeni Türkiye Yıl 24, Sayı 101, Ocak-Şubat 2018, 94-102.

Yazar
Mustafa ÖNER

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen