Odgurmuş: Türk fikir hayatının önemli bir ismi olan Erol Güngör “Altın beyinli adam” olarak nitelendiriliyordu. Güngör’ün Tanzimatçılar, Meşrutiyetçiler, İttihatçılar ve İnkılapçılar sınıflaması ile yaptığı eleştiri ve yorumlar Türk aydını tarafından ilgi ile okundu. Benim de içinde bulunduğum pek çok kimsenin milli şuur yönünde fikir sahibi olmamızda çok önemli katkısı olmuştur. Bu nedenle Erol Güngör Hoca’nın fikir ve düşünceleri bizim için ve hatta her Türk aydını için çok önemlidir.
Bu yüzden Dündar Taşer konusundaki yazılarımıza Erol Güngör Hoca’nın görüşleri ile devam ediyoruz. Erol Güngör Hoca ile Dündar Taşer konusunda hayali bir söyleşi yapacağız:
Hocam Dündar Taşer’i tanıyorsunuz, hatta tanıdıktan sonra da ona fikren bağlandınız. Taşer’de Türk tarihinin özetini görüyordunuz. Taşer’in tesbitleri sizi çok etkilemişti. Taşer’in vefatından sonra onun hakkında çok çarpıcı yazılar yazdınız. O’nu anlattınız. Onun ölümü çerçevesinde Türk milletinde ölüm ve ölümün ardında neler yapıldığından söz edelim.
Şimdi neler söylersiniz?
E. Güngör: Üç aydan beri bu sahifelerde Taşer’in bize anlatmaya çalıştığı milli kültürden bazı kesitler gösteriyorum. Bu satırlar arasında onun hususi hayatına, daha doğrusu tamamen şahsına bağlı bulunan hatıralarına hiç dokunmadım. Kendisini kaybettiğimiz zaman uzun müddet yarı mefluç dolaştığım halde, bu ızdırabı hatırlatacak herhangi bir duygu tahlili de yapmaya girişmedim. Öyle sanıyorum ki, bu şekilde hem onun arzusuna hem de pek bağlı bulunduğum milli kültürün geleneklerine uygun hareket ettim.
Türklerin ölüm karşısındaki tavırları başka milletlerinkine benzemez. Bizim en eski kültürümüzde yas tutmak adeti vardı. Ölünün yakınları -veya halkı- saçlarını başlarını yolarlar, matem törenleri yaparlardı. İnsan münasebetlerinin çok ferdi ve samimi olduğu devirlerde ve kültürlerde ölümün verdiği acı kolayca dindirilecek cinsten değildir. Nitekim Türkler Müslüman olduktan sonra da ölüme karşı hissi bir tavrı almakta ve bu tavrı açığa vurmakta devam ettiler. Ben çocukluğumda elbiselerini ters giyerek matem tutan köylüleri hatırlıyorum. Hiç şüphesiz, arada geçen sosyal gelişme sonunda matemler bir cemaat hadisesi olmaktan çıkarak ferdileşmeye doğru gitti daha çok ölen kimsenin yakın çevresine ait bir mesele haline geldi. Orhun abidelerinden anladığımıza göre, eskiden büyük bir şahsiyetin ölümü halinde bütün millet bir süre mateme giriyor, merasimler yapılıyordu. Sonraları ızdırabın saklanması daha çok kıymet verilen bir tavır oldu ve eski velvelenin yerini bir sükûnet aldı. Aşırı sevinç gösterisi kadar aşırı üzüntü de bizim kültürümüzde olmayan bir şeydir. Kanuni öldüğü zaman ona yapılan cenaze töreni mahşeri andırıyordu, fakat herkes gözyaşlarını içine akıttı ve o büyük padişaha yakışır bir ağırbaşlılık gösterdi.
Odgurmuş: Öyle anlaşılıyor ki biz Türklerin bir ağıt geleneği var olduğu görülüyor. Hayatın sona ereceği, birgün ölümün gelip çatacağı gibi konuların da işlendiğini biliyoruz. Bu gelenek hakkında bilgi verebilir misiniz?
E. Güngör: Bizim kültürümüzde bir ağıt edebiyatı vardır. Halk arasında çok sevgili kimselerin ölümüne “Ağıt yakan” lar çıkar, hatta bu ağıtların bir kısmı sözlü edebiyat halinde yaşar gider. Divan edebiyatında da ölen bir kimse için “Mersiye” yazılır. Halk ağıtları daha çok santimantal (İçli, duygulu) unsurlar ihtiva eder, kalabalık içinde avazla okunduğu zaman dinleyenlere hüzün verir. Gelin giderken ırmakta boğulan bir genç kızın, pusuya düşürülerek öldürülen bir yiğidin, halkını öksüz bırakıp giden bir aşiret beyinin, tren veya maden kazasında ölen işçilerin hikayeleri taptaze bir hadise halinde gözünüzde canlanır. Divan edebiyatının mersiyeleri ise, bazı şahsi övgülerin yanısıra, ölüm felsefesini işler. Bunların gayesi okuyan veya dinleyeni heyecana sevk etmek değil, ölüm vakıası karşısında derin bir düşünceye yöneltmektir. Hayatın ölümlü olduğu, herkesin bu akıbeti düşünerek yaşaması gerektiği anlatılır, “Şan ve şöhret tuzağına ayağını kaptırmış olanlar”a, birgün “Ömür baharının sona ereceği, lale renkli yüzlerin hazan yaprağına döneceği” hatırlatılır. Halk ağıtlarıyla mersiyeler arasındaki bu tavır farkı sadece divan şairlerinin daha bilgili ve olgun olmalarından ileri gelmiyor. Aşiret bünyesinin ferdi şahsiyetlere çok bağlı olmasına karşılık, şehir medeniyetinin daha ziyade müesseselere dayanması da bu farkı, hiç değilse kısmen, izah edilebilir. Önemli bir ferdini kaybeden bir aile veya kuvvetli bir reisini kaybeden aşiret dağılabilir. Fakat sağlam ve köklü müesseselere dayanan bir devletin reisi öldüğü zaman yerine daha zayıfı geçse bile önemli bir sarsıntı görülmez. Zaten müesseseler kuvvetli olunca zayıf şahsiyetlerin üst kademeye çıkmalarına nadiren rastlanır.
Odgurmuş: Tarihimizden de ölümle ilgili oluşan geleneklerden örnekler vermek gerekirse Devlet-i Aliyye’de bir Sultan öldüğünde nelerin yapıldığı, hatta Peygamberimizin vefatı üzerine ne gibi bir davranış gösterildiği konularından da söz edebilir miyiz?
E. Güngör: Bütün Osmanlı tarihinde hiçbir padişah için resmi matem yapılmış değildir. Devlet reisi öldüğü an derhal yerine bir yenisi seçilir, yeni padişah ilk iş olarak eskisinin cenaze merasimi için emir verir, merasimden sonra da hayat eski akışına devam ederdi. Bu tavır bir “Kral öldü, yaşasın kral” prensibinin değil, Türklerin şahıslarından çok devlete, yani millet bütünlüğüne önem vermelerinin eseri idi. Bizim dini geleneğimiz de böyledir. Peygamber’in vefatı üzerine telaşa kapılanlara karşı Ömer’in şu sözleri ne kadar manidardır: “Her kim Muhammed’e tapıyorsa bilmiş olsun ki Muhammed öldü, her kim Allah’a tapıyorsa bilmiş olsun ki Allah bakidir”. Mevlâna kendi ölüm gecesi için “Gelin gecesi” diyordu. Biz ölüm kelimesini bile ortadan kaldırmışızdır; insanlar için ölmek yoktur, “Hakka yürümek”, “Sır olmak”, “Rahmete kavuşmak”, “Şehid olmak” ilh. Vardır. Bütün bunlar, şahısların ötesinde daha yüksek hakikatler adına ölümün tabii bir hadise haline getirilmesine, hatta sıcak ve sevimli gösterilmesine, hatta sıcak ve sevimli gösterilmesine işaret ediyor. Din, devlet ve millet fertlerin ötesinde, onları aşan gerçeklerdir. Bu prensibi herhalde hiç kimse Süleyman Çelebi kadar anlatamazdı; Mevlid’ in Mirac bahsinde Peygamber kendi şahsı için Allah’tan hiçbir şey istemez, tek muradı ümmetinin makbul olmasıdır.
Odgurmuş: Biliyoruz ki bizde ölünün ardından ağlayıp yırtınmak yerine ölünün sevap defterinin kapanmaması için onun adına hayır işleri yapılır gerekirse vakıflar kurulur ve yoksullar, yetimler gözetilirdi.
E. Güngör: Türklerde ölünün arkasından yapılan işlerin de şahsi olmaktan daha çok sosyal bir tarafı vardır. Ölü yine yaşayanlar gibi mesuliyet sahibi bir şahıs olarak düşünülür. Ancak ona ait işler başkaları, yakınları tarafından yürütülecektir. Onun namına yoksulların karnı doyurulur, sırtı giydirilir, onun namına hayır yapılır. Müslüman-Türk inancına göre, ölen bir insanın günah defteri kapanır, hayır defteri açık kalır. Günahları ile birlikte şahsi yaşayışına ait hadiselerin dosyası da öbür dünyaya gider, çünkü onlar hakkında hüküm vermek insanların işi değildir. Geriye herkesi ilgilendiren noktalar kalır, bunlar ise daha çok örnek teşkil etmek üzere kullanılan davranış ve düşüncelerden ibarettir. Bu yüzden, ölenlere ait hatıralardan şahsi unsurlar silinmiştir. Bizim evliya menkıbelerimizin her biri ahlaki düsturu anlatmak için vasıta olarak kullanılır. Ölmüş büyüklerimizin hangi yemeklerden hoşlandıklarını, kaç saat uyuduklarını, alışkanlıklarını ilh. Bilmeyiz. Kalanları ilgilendiren şey ölenin sevap defterini doldurmaktır, onun namına yapılacak her iyilik veya ölünün hayatta iken kurmuş olduğu ve hala devam eden bir hayır kaynağının devam ettirilmesi sevabını artırır. Eğer hayattaki insanlar bu iyilik karşısında şükran borçlarını ödemek üzere Fatiha okurlarsa, halkı hoşnud eden bir kimseden Allah ve Peygamber de hoşnud olacak demektir. Türkler mezar karşısında da sadece dua ederler, nitekim mezar taşlarının üzerinde baş tarafta sadece Allah’ın ölümsüz olduğunu bildiren “Hüvelbaki” sözünden sonra, ziyaretçilerden Fatiha dileği yazılıdır.
Odgurmuş: Bizde mezar ve mezarlıklar için biraz yüksekçe yerler tercih edilir. Türbeler de aynı şekilde ya bir tepeye ya da yüksekçe bir yere yapılırdı. Sizce bunun sebebi nedir?
E. Güngör: Türkler ölülerini yüksek yerlere gömerler. Mezarlar hep tepe ve yamaçlarda olduğu gibi, türbeler de şehrin manzarasına hâkim yerlerdedir. Hayatlarındaki tabiat zevkini öldükten sonra da almak ister gibidirler. Ertuğrul Gazi’den başlamak üzere bütün Türk sultanları birer tepede yatar. Eğer öyle bir tepe yoksa yine en güzel bir yere yaptırdıkları camilerin bitişiğinde yatarlar. Osman ve Orhan Gazi’ler, Hüdavendigar Murad Han, Yıldırım, Çelebi Mehmed, her biri birer tepede Bursa’ya bakarlar. İstanbul şimdiki şekilsiz ve çirkin haline girmemiş olsaydı, oradaki türbe yerlerinin de ne kadar güzel seçilmiş olduğu görülebilirdi. Evliya türbeleri de tepelerdedir. Şeyh Edebali türbesi ve dergahıyla, Bilecik göğünde bir kutup yıldızı gibidir. Galata Mevlevihanesi İstanbul’un en güzel yerini görür.
Saraylarını, konaklarını ve dergahlarını türbe ve mezarlarıyla aynı yerlere koyan insanlar, hayat ile ölüm arasında bir tezat görmüyorlar demektir. Onların bu tavrı ölümün korkunçluğunu bize hissettirmiyor. Yahya Kemal’e İstanbul’un nüfusu sorulduğu zaman, “Doksan milyar” demişti. Hakikaten biz ölülerimizle birlikte yaşayan yahut ölüleri dirilerden ayırdetmeyen bir milletiz. Ölülerimizin hatıraları belki bize yerlerinden daha uzaktır. Bilhassa İstanbul’da, yani Türk medeniyetinin en büyük örneği olan şehirde, sokakta yürürken bir tarafınızda canlılar bir tarafınızda ölüler görüyorsunuz. Kaldırım kenarındaki mezar taşları yanıbaşınızdan geçen canlı bir adamdan daha yabancı değildir. Ne mezarlar ne de türbeler insana bir keder telkin eder. Tıpkı camiler gibi, türbeler de ışık ve renk içindedir, öyle ki İstanbul’un bir tepesinde duyduğunuz huzur ve sükunu hem Sultan Ahmed Camii’nde hem de bir Türk padişahının veya evliyasının türbesinde bulabilirsiniz. Bursa’da Muradiye türbelerle dolu bir yerdir, ama oraya mezarlık diyemezsiniz. Tıpkı gül ve lale bahçesi gibi, Muradiye de bir türbeler bahçesidir. Hayatımızın estetik zevkten veya huzurdan başka hiçbir ihtiyacı olmasa, insan bütün ömrünü o bahçede geçirebilir. Dışarı çıkmak istemez. Şehzade Korkud ’un, Ahmed’in, Mustafa’nın, Cem’in türbelerini gördükten sonra “Ne olurdu, beni de saltanat yolunda idam edip buraya koysalardı” dememek elde değildir. Belki de o talihsiz şehzadeler böyle türbelerde yatacaklarını bilseler kendi felaketlerine üzülmezlerdi. Çünkü Türk’ün o ince zevki onların vücutlarını da bir cennet bahçesi içine koymuş bulunuyor.
Türbesi olmayanların taşları vardır. Taşın şekli orada yatan kimsenin cinsiyetini ve mensup olduğu yeri veya makamı belirtir. Üzerinde ölenin isim ve şöhreti, ölüm tarihi, bir de Fatiha dileği yazılıdır. Sanduka taşının üzerine, kuşların su içmesi için, ufak bir oyuk yapılır. Bazen baş taşında bir ölüm ayeti yazıldığı görülür. Türbelerde de sanduka üzerindeki yeşil örtüde ölünün hüviyeti, birkaç övücü sıfat da konarak, yazıldıktan sonra gerek örtünün diğer tarafları ve gerekse türbenin duvarları ayetlerle doldurulur. Bu ayetler Tanrı’nın kudretini bildirir, öyle ki insan orada filen şahsın kabrini değil, ilahi kudretin ve nizamın bir tecellisini görür. Ölüm, kâinatın nizamının tabii bir parçasından ibarettir; ondan hiç kimse kurtulamayacağına, herkes Tanrı’nın “Bana dön!” emrine uyarak ilahi mahkemeye çıkacağına göre, orada yatan insandan ibret almak ve dünyada hayırlı işler yapmak gerekir.
Ölenlerle yaşayanlar arasındaki irtibat hiç kesilmez. Onlara karşı mesuliyetlerimiz hep devam eder; kötü bir hareket yaparsak ölülerimizin “Kemikleri sızlar”, iyi bir hayat sürdürürsek onları “Şadetmiş” oluruz. Yaşayanlar gibi onları da ziyaret etmek lazımdır, ancak bu ziyaretlere Fatiha’dan başka hediye götürmek adet değildir. Ölü için yapılacak masraf ancak yaşayanlara faydalı olacak şeylere sarf edilmelidir.
İşte Taşer’in büyük Türkiye’sinde ölümün yeri budur. Onunla münasebetimizi devam ettirmenin en iyi yolu herhalde bize öğrettiklerini başkalarına da öğretmek, yetiştirirken yarım bırakıp gittiği gençlerin eğitimini onun bıraktığı yerden devam ettirmek olacaktır. Ben bu işi elimden geldiği kadar yaparsam, sağlığında bana bağışladığı sevgiyi yine esirgemeyeceğine inanıyorum.
Hazırlayan: Kenan EROĞLU
Kaynak: Erol Güngör, “Ölenler ve Yaşayanlar”, Töre Dergisi, Ocak 1973, Kızılay/Ankara, Sayı: 20, Sayfa:3-5