Kâtip Çelebi
Hayatı, Kişiliği ve Eserlerinden Seçmeler
Yazar: Orhan Şaik Gökyay
ISBN: 975-458-004-9
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Sayfa Sayısı: 552
Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E) Öğretmen
KÂTİP ÇELEBİ
Hayatı, kişiliği ve eserlerinden Seçmeler
Kâtip Çelebi, XVII. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunun çok yönlü yazarlaından ve düşünürlerinden biridir.Kitapları konuları bakımından olduğu kadar, bunlara serpiştirdiği düşünceleri, çağının iş başında olan kişilerini değerlendirmesi ve olaylara bakışı dolayısıyla da,ön sırada yer alır. Çmrü boyunca okuduğu çeşitli dillerde,Türkçe. Arapça, Farsçaeserlerle yararlandığı Latince kaynaklara bakarak, onun konularını nasıl nasıl bir özenle işediğini kestirmek güç değildir.
Halka kılavuzluk etmek işini, kendilerine yüklenmiş olanalrıno halkı kendi tutumlarına ve saplantılarına göredoğru yoldan ayırıp nerelere değin götürdüklerini bilmemizde her zaman için yarar vardır.Bu yolun bir kör sokak olduğunu, bundan dolayı ucumda bir içsavaşaçıkacağını görüp anlatmaya çalışan odur.. Bunu yaparken de yan tutmaz; onun bir tek amacı vardır; bu amaç, ekmeğini yediği milletin kendisinden beklediği görevi yerine getirmektir.Bu görevi yaparken o para gibi, ün gibi bir karşılık beklemez; kimi öğütlerinin tutulmayacağını da önceden bilir.Onun isteği, içnde yetiştiği topluma karşı ödemekten başkası değildir.Korkusuna gelince: Yarın bu dünyadan göçüp deAllah’ın huzuruna çıkınca “neden ötürü sen bir aydın olarak halkı uyarma yolunda üzerine düşeni yapmadın?” sorusuyla karşılaşmak ve bunu cevapsın bırakmaktır.Hür Düşüncenin , hoşgörünün yanlısıdırO.Çağında türlü acılardan ve gittikçe yolunu değişteren tartışma konularını çekinmeden ele alışı bundandır.
Okuduklarından, yararlandığı ne varsa hepsinden, değişik konuları işleyen, herbiri günümüzde de kaynak olarak başvurulan ayrı ayrı kitaplar yaratmasını bilmiştir.
Elini uzattığınız ya da size sayfalarını açan bu seçmelerde onun kişiliğinizi bulacağınızı umarım; kişilğini,aydın ve yüklü kafasını göreceğinizi.Asıl dileğim, onun üç yüzyıl önce açıp bize ışık tuttuğu bu yolu tanımamız, arada Kâtip Çelebi’nin kolunda, o yolun üzerinde yürüyüşler yapmanızdır. Eli boş dönmeyeceğinize güveniyorum. (Önsöz) Orhan Şaik Gökyay
Şair, yazar, Türk Dili Edebiyatı uzmanı Orhan Şaik Gökyay’ın hazırladığı kitap, devrinin yegane çok yönlü ilim adamı, düşünürü ve ansiklopediler kapasitesinde kitapları olan Katip Çelebi’yi ele almaktadır.Kitabın ilk bölümünde Kâtip Çelebi’nin hayatı, kişiliği anlatılmakta ve esrleri sıralanmaktadır.
Onun hayatına dair bilgileri kendi eserlerinden buluyoruz. Süllemlü’l Vusûl ile Mizanü’l Hakk adlı esrlerinin sonunda kendi hal tercümesini vermiştir. Bundan başka Fezleke, Cihannüma, Keşf-üz-zunun gibi eserlerinde sırası geldikçe hayatından ve anılarından söz etmektedir. Bahsedilen esrlerden kitaba alınan seçme metinlerden onun hayatını ve düşüncelerini okuyoruz. Buradan çalışma tarzına, esrlerine ait tam bir çerçeve çıkmaktadır.
Asıl adı Mustafa, babasının adı Abdullah’tır.Şehrin bilginleri arasında Kâtip Çelebive daire arkadaşları arasında da Hacı Halife diye anılmaktadır.düşüncelerini okuyoruz. 1609 Şubat ayında İstanbul’da doğmuştur. Babası Enderun’a dahil olup silahdarlıkz ümresinde bir vazifede idi. Beş altı yaşına gelince babası kendisine Kırımlı İsa Halifeyi hoca tuttu. Daha sonra başka hocalardan hafızlık talim etti. Kur’an’ı yarısına kadar ezberledi. İlyas Hoca’dan Arap gramerini okudu. Böğrü Ahmet Çelebi diye tanınan hattatdan yazı dersleri aldı. On dört yaşında Divan’a girdi. Anadolu Muhasebesi Kalemi’nde şagirt oldu. Oradaki halifelerden hisap kurallarını, erkam ve siyakat yazısını öğrendi. 1624 yılında babası ile birlikte Tecan Seferine, arkasından Bağdat seferine katıldı. Başarısız Erzurum kuşatmasınında bulundu.. Bu seferlerde yenilgiyi yaşadı. Kendi ifadesine göre”hiç bir tarihte görülmedik musibet içinde” zillet ve sıkımtıları gördü. Bu arada babasını ve amcasını kaybetti. İstanbul’a gelerek Kadızade’nin derslerine katıldı. Bu zat onu kendisine bağladı ve ilim yolunda teşvik etti. 1630 yılında Hüsrev Paşa’nın maiyetinde Hemedah ve Bağdat seferine katıldı.
IV.Murat’la Revan seferine katıldı. Ordu ile on yıl kadar türlü seferlere bulunduktan ve böylece hac ve gâzâ işi tamam olduktan sonra kendisini büsbütün İlm-i şerif tahsiline vermek üzere İstanbu’a döndü. İstanbul’da, kendisine kalan küçük bir mirası kitaba verdi. Halep’te bulunduğu sırada sahaf dükkanlarında kitapları inceleyerek adlarını yazmağa başlamıştı. Daha çok, tarih, hal tercümesi ve ölmüş büyük ve ünlü adamlardan söz eden kitapları okumağa içten bir meyli vardı. Akrabasından zengin bir tüccardan kendisine kalan mirastat üç yük akçeyi kitaba verdi. IV.Murat’ın Bağdat seferine, kendisini okumaya ve yazmaya azmi dolayusıyle artık katılmadı. Zamanının ünlü hocalarından dersler dinledi. Aruz,astronomi, mantık dersleri okudu. On yıl kadar geceli gündüzlü kendisini tamamiyle araştırma ve incelemeye verdi. Bu zaman içinde talebelerine dersler verdi. .Girit seferi dolayısıyla haritaların nasıl yapıldığını ve bu konuda yazılan esrlerle çizilen haritalar tamamiyle gördü. Bir ara hastalandı; bir yandan bilimdeki tedavi yollarını ve çarelerini öğrenmek öte yandan dua ve ruhî telkin yoluyla kendisine şifa aramak maksadıyla, tedavi çarelerini gösteren bir takım kitapları okudu.
1648 yılından sonra Takvimü’t Tevarih, Mizânü’l Hakk,Cihannüma,Keşfü’z Zünûn, Fezleke ve başka onlarca kitabı yazdı.
Kısaltarak verdiğimiz bu hal tercümesinden sonra yazar Orhan Şaik Gökyay ,telif eserlerinden seçilmiş parçaları kitabına almıştr. Bu parçalar, o kitap hakkında tam bir bilgi verecek kadar kapsamlı ve üslupludur. Bu da kitabın büyük bir kısmını ve ana omurgasını oluşturmaktadır. Seçilen parçaların başına okumayı kolaylaştırmakiçin uzunözetler koymuştur. Kitabın sonunda Devlet, kabile, kavim, kişi adları ve deyim sözcük, terim dizini ile açıklamalar vardır.
Kâtip Çelebinin Külliyâtını okuyup incelemeyi bilim adamlaarına bırakırsak ortalama bir Türk aydının onu bilmesi, fikir ve görüşlerini anlaması gerekir. Bunun için de Orhan Şaik Gökyay’ın Kâtip Çelebi’si yeter.
*****
SEÇME METİNLER
Fezleke’den
Türk ordusunun Belgrad’a dönüşü
Varad Kalesinin alınmasının başarmak çok yakın görülmediğinden ‘Budun’u kurtarmak için Peşte Kalesine gidiliyor’ diye Varad’dan kalkıldı: Solnok şehrine yöneldiler. Geçilecek yollarda dereler, yağmurdan engin deniz gibi olduğundan Tımaşvar paşası İsmail Paşa’ya da gidilirken köprülerin onarılması ısmarlanmıştı .Öyle iken hiç aldırmayıp gelişte ancak üç su geçildimişti, birinin köprüsü vardı. Bu defa on iki büyük nehirden sallarla geçmek gerekti. Herbirinden bin güçlükle ve sıkıntı ile geçildi. Halkın çoklarının sayısız davarları boğuldu, kendileri de soğuğun sertliğinden derde düştüler. Yiyeceksizlikten yavan buğday yiyerek askerin çoğu şiddetli sürgün hastalığına tutulup döküldüler, kaldılar. Söylediğimiz sulardan topları palamarlarla çekip geçirdiler. Koca Murat Paşa bu seferde Diyarbakır beylerbeyisi idi. Sofu Sinan Paşa ve Halep beylerbeyisi Mahmut Paşa birer boyunduruğa girip top çektiler. Göle’den Varad’a üç günde varılmış iken bu kez oniki günde bin zahmetle gelindi. Her konakta soğuktan, açlıktan, sürgün hastalığından bataklarda nice yüzbin adam kalırdı. Göle ovasında, Tiryaki Haşan Paşa’nın kethüdası İskender bey feryatcılığa gelip kâfirlerin Pespirem, Polata,ve Tata kalelerini aldığı haberini getirdi. Yardım almak için çok çalıştı. Lâkin Arkub vaitleriyle ertesi gün yolladılar. Ordan geçilip Solnok’a gelindi. Göle ve Solnok’ta yiyecekler çok pahalı idi, bir ekmek bir altına satılırdı. Orada bir gün oturak olundukta, önce ‘zahire gemileri orada hazırdır’ diye umutla gelinmişti. Gördüler ki Tise Nehri’nde zahire gemilerinden eser yok, Budun’a gitmek masalı da askerin dilinde bir bahane olup hemen yeniçeri ayaklandı. Serdarın otağını başına yıktılar; kaçarken sopa ve taşla başına, koluna vurup berelediler. Mutfağını ve kilerini yağmaladılar. Sonra defterdar Etmekçizade çadırını yıkıp yağmaladılar. Sonra zabitleri gelip yalvarıp yakarak uzaklaştırdılar. Budun’a gitmekten vazgeçilip tuğları Segedin yoluna gönderdiler. Güneşin batmasına dek serdar çadırları çevresinde gezip otağına girmeye korkusundan utandı. Budun’u Allaha ısmarlayıp Segedin’e yöneldiler. Zahire gemileri bulunup askere dağıtıldı. Gazi Giray Han’a Sonbor ve Tatar askerine Segedin sancağı kışla olarak ayrıldı. Rumeli beylerbeyisi Peçoy sancağına gönderildi. Serdar üzüntü ve kaygı ile canından bezip sıhhati de bozuldu. Bu acılar ve dertler içinde Varadin Köprüsünden geçip Belgrad’a geldi. Yeniçerilere, bölük halkına ve kendi adamlarına kışlaklar verip mevaciplerini bezirgânlardan ödünç alarak ödedi. Kasım günü de geçmiş, kar yağıyordu. Bu sıkıntılı seferden bir sonuç alınamadı, çok çok kayıplara uğranıldı. Hüküm yüce ve Ulu Tanrı’ nın dır.
Tiryaki Hasan Paşa’nın Tedbiri
Kâfir gemilerini suya salınca Hasan Paşa o gemilerin geleceği yere karşı kalenin dolmasını yarıp balyemez toplar kodu ve saçma ile doldurup hazır etti. Sonra askerin ileri gelenlerini yanına getirdi hayır dualar etti, harbirini gönlünü aldı
— Ey gaziler, kâfirin çokluğuna üşenmeyin, inşaalah fırsat bizimdir. Ne zaman kafirler, İslâmların üzerine fitne ateşi yaksalar,Ulu Tanrı, kendi lûtfundan o ateşi söndürür. Göreyim sizi din uğruna kahramanca davranıp savaş edelim. Ölenlerimiz şehit ve gaziler dünyaca mutludur. Herblriniz kollu kolunuzda hazır baş olup top ve tüfenk ve savaş araclarıyla hazır durun.Yere batası kâfirler yürüdükte mertçe davranın. Onların tedbirinın de işe yaramayacağı umulur, diye söyledi.
Bundan sonra bütün gaziler yüreklenip yerli yerlerine vardılar. Herkes, kendilerine bağlı olan adamlarıyla vedalaşıp helâllaştı. Tuz-ekmek hakkı ve başka hizmet, emek, kardaşlık hakkı ve babalık töresi, mertlik kuralıdır, helâl ettikten sonra aralarında şöyle and içtiler. Keskin ve parlak kılıçla savaş meydanında başlar yuvarlanmadıkça bu yıkık kaleyi kötülükler düşünen düşmana vermeyip ölünce savaşsınlar.
Bu yandan kâfir gece zırhlanıp dalga dalga bayraklarla metrislere doldular. Ve o gemilere fedayi serdengeçtiIer doldu. Tanyeri ağarmaya başlayınca işaret topuna od urdular. Topların vuruşundan yer sarsıldı. Sıgetvar kapısı yanndan kırk ayak duvardan geçip Mahmut Çorbacı odasına yerleşti. Hemen arkasından düşman ordusu dört yandan saldırıp gemileri yürüttüler. Tam kale hendeğine yakın geldikte içerden toplara ateş verildi. Allahın yardımıyla herbiri gemilerin kimini ortadan ve kiminisuya beraber vurup içinde olan lanetlemeleri ile birlikte batırdı. Kâfirler bu durumu görünce belleri bükülüp solukları tutuldu. Yine de cahillik gayretini elden komayıp hisarın eteğine sarılmak için ellerinden geleni yaptılar. Islâm gazileri bu çokluğu ve kalabalığı görüp — halkın gözü böyledir — gönüllerine biraz korku ve ürkeklik düştü. Bunun üzerine derhal Hasan Paşa İslâm askerine karşı durdu. ‘İnananları düşmanların üzerine savaşa yelteyin’ dediklerince gazileri şavka getirir ve kahramanları coştururdu. Savaşçılar takımı da gayret kemerlerini bellerine bağladılar ve canlarını Allah için kurban etmeyi esirgemediler. Herbiri kükremiş arslan gibi hazırbaş durup kale tarafına yürüyen yerebatası kâfirlerle sarp savaşa tutuştular. Yayaların başı ve yeniçerilerin serdarı olan Sefer Ağa da hisarın altını üstünü pergel gibi dolaşır ve düşmandan gelecek zararı önlemek için sonsuz gayretler gösterirdi. Kaleye atılan ve dehşet saçan top, Firavun ve Hâmâmn’a Musa Peygamberin asâsının saçtığı gibi, kâfirlerin üzerine ateşler saçıp takım takım lanetlemeleri cehenneme gönderirdi. Savaşçıların bağırıp çağırmaları ve karşı taraftakilerin hâyuhûyu, davul ve boru sesleri, okların ve kılıçların patırdısı top ve tüfengin şimşekleri andıran gök gürültüleri ve savaşçıların yıldırımları andıran naraları o dereceye vardı ki yer ve gök sarsıldı.
Sanasın koptu ol yerde kıyamet
Sözün kısası bu vuruş ve kırışın şiddetinden yedi kat göklerde Tanrının melekleri ibretle bakardı ve Tanrıya ortak koşanların kırılıp bozulmasını, kendisinden yardım istenen Allaha sonsuz bir minnetle yalvarırlardı. Kabakuşluk vaktine dek savaş, vuruş ve kırış oldu. Sonunda Tanrı yardımı oldu, kâfirlerin yüzü dönüp toplulukları dağıldı ve onsekizbin kadar kâfir kaybolup gitti. Kalenin burçlarına ve kulelerine çıkmış iken bozulup taburlarına kaçtılar. Yalnız Kara Ahmet adındaki topçubaşının o gün lânetlemelerin üzerine ateşlediği top, Allah’ınizniyle şaşmayıp onların topuklarını sokak soka dağıtırdı. Papa’nın kardaşı o gün toplardan vurulup sonra da öldü. Otuz bin kadar askeri bulunun lânetleme idi. Gaziler Hasan Paşa’nın yanına gelip el öptüler ve savaşı kutladılar. O da hepsini okşayıp iltifat ederek alkışlar ve hayır dua etti. Bu yürüyüş savaşından sonra gazilerin gözleri aydın ve gönülleri şâd oldu. Herbiri İskender Seddi gibi durup kâfirler yeniden yürüyüş etsinler diye dilerdi. Allah tarafından kâfirlerin içini de korku ve ürkeklik kapladı. Bundan sonra yürüyüşe kalkamadılar.
Mizanü’l Hakk’ tan
Müsbet İlmlerin Yaraları
Birinci madde. Hendese bilen müfti ile hendese bilmeyen müftinin fetvasıdır.
Bir kimse boyu ve eni ve derinliği dört zirâ bir kuyu kazmak için birini sekiz akçaya tuttu. O da boyu ve eni ve derinliği iki zirâ olan bir kuyu kazdı ve karşılığında dört akça istedi. Fetva ettirdiler, hendese bilmeyen müfti dört akça hakkıdır, dedi. Hendese bilen müfti hakkı bir akçadır deye fetva verdi, doğrusu da budur. Çünkü iki zirâ kuyu dört zira kuyunun sekizdebiridir, ücretin de sekizde bir olması gerektir.
İkinci madde. Hendese bilen kadı ile hendese bilmeyen hükmüdür.
Bir kimse boyu ve eni yüz zirâ olmak üzere bir tarlayı başkasına satıp, teslim edeceği zaman, boyu ve eni ellişer zirâ iki tarla verdi. Aralarında uyuşmazlık çıkıp bir kadıya vardı ki hendese bilmezdi. Hakkı budur deye hükmeyledi. Sonra hendese bilen kadı bulup dinlettiler. Yarım hakkıdır dedi. Doğusu da budur. Bunların aslını bilmek İsteyen riyaziyat görmeye heves eyleye.
Üçüncü madde. Bilgin Beyzavî ‘aya gelince biz de ona menzil menzil miktarlar tayin ettik. Nihayet o, eski hurma salkımının eğri çöpü gibi bir hale döner’ ayetinin tefsirinde ayın yirmi sekiz menzilini söyledikten sonra ‘ay, her gece bu menzillerden birine uğrar, şaşırmaz. O menzili ne aşar, ne de o menzilin arkasında kalır’ demiştir. Eğer ayın her menzile inmesi hep bir vakitte olsaydı bu söz doğru olurdu. Lâkin öyle değildir. Kimi gecenin ortalarında bir menzilden bir menzile geçer, kimi bir gecede iki menzile yürür ve her menzil için, aşağıyukarı on üç derece, belki bir sınır vardır. Ayın yürüyüşü kimi on bir derece, kimi on beş derece olur. Niçin böyle olduğunun aslını bilmek isteyen nücum ve felekiyyat fenlerini öğrensinler..
Ve bir madde de İskender’in ‘iki Set arasında yürüyüşünde vardığı yerin Ermeniyye ve Azerbaycan dağlan olduğunu’ söylemiş ve bunlar bilinen Tebriz yakınında olmak üzere yazılmıştır. Bu da gerçeğe uygun değildir. Doğrusnu bulmak isteyen coğrafiya fennini okuyup incelesin.
Cihannümâ’dan ZeyI
Kâtip Çelebi burada Atlas yazarının coğrafya hakkında söylediklerine işaret ederek bu İlmin yalnız tabii coğrafiyadan ibaret olmayıp türlü ülkelerde oturanların devlet idarelerinden, ahlâk ve âdetlerinden, yaşayışlarından da söz ettiği için tarihe üstün olduğu kanaatini taşımaktadır. Ancak aradığı bütün bilgileri şimdiye kadar yazılan eserlerde bulamadığından kendi eserinin de eksik ve yanlış olmasını olağan bir sonuç olarak kabul ve itiraf ediyor.
Bu fenne kısaltarak kimi tarihlerin karıştırılmasıonun içindir ki tarih ilmine ilimlerin tuzu derler ve yeri gelince bu fennin ehli saltanat ve ahlâk ve âdet durumlarını da yazarlar. Atlas sahibi kırkdokuzuncu bölümde Galya’yı anlatırken bir mukaddime koyup demiştir : ‘Biz dünyaya yalnız kendi yararımız için gelmedik. Belki Hak Taâlâ bizden kendi kullarına faydalar ulaştırmak murad eder ve herkes gücü yettiği kadar yararlı olmaya çalışmak gerek. Bizim de elimizden gelen bu coğrafiya fennini halka öğretmektir. Ve coğrafiyanın tevârîh bellemeye yardımını ve yararını anlatmak gerekli olmadığından başka tevârîhten üstünlüğü ona vukuf ile saltanat işlerini yürütmenin kolay olduğudur. Zira coğrafiya fenninde yalnız ülkelerin durumu yazılmayıp belki oralarda oturanların usul ve adetleri, devlet işlerinin nasıl yürütüldüğü ve divan işleri birlikte anlatılmak bu fennin görevi olması bakımından tarihe üstünlüğü vardır, ve ona tercih olunur. Çünkü bir ressam tasvirde yalnız âzâyı tam yapmağa çalışıp da başkaca tavır ye hareketlerdeki tenasübe ve güzelliklere riayet etmese baştanbaşa kusur ettlği gibl coğrafiya yazanlar da yalnız yerleri anlatmakla uğraşıp oralarda oturanların işlerine ve başkaca az görülen hallerin anlatılmasına bakmasa bir çıplak ölüyü tasvir eden ressama döner. Bundan dolayı biz her ülkede olan hükümetlerin düzenini ve başkaca garip görünen yönlerini öne alıp sahife başlarına birer mukaddime koyduk. Tâki oraların medenî durumlarına ve işlerini bilmeğe heves edenler kitabımızdan yararlansınlar. Gerçi bizim kitabımızın kusur ve eksiği ve kimi yanlışı ve hatâsı olursa şaşılmaz. Zira bütün memleketlerin durumları, saltanat ve divan işlerini nasıl yürüttükleri kitaplarda yazılmamıştır. Ancak tarihlerde bulduğumuz kadar yazıp bu şekle koyduk. Eğer bir kimse kendi ülkesi işlerinde yanlış ve hatâ görürse haber versin ve kusuru bildirsin. Orasını düzeltip onu ululayarak dua ve sena edelim. Herkes kendi diyarı durumlarını düzelterek ilgilenip yazarsa coğrafiya öğrenmek isteyenlere bundan da ziyade yarar elde edilmiş olurdu.