Şahit olanlar, Nevruz vesilesiyle Diyarbakır ve malum çevre illerde, hatta büyük şehirlerin meydanlarında yapılan kutlamaların Türkiye’ye yeni bir bahar olarak sunulan “Terörsüz Türkiye” çabalarının üzerine adeta karanlık bir örtü gibi serildiğini söylüyorlar. Basına yansıyan fotoğraflar ve videolarda da açıkça görüldüğü üzere kutlamalar boyunca yüzbinlerce insan meydanlarda etnik bölücülüğün her türlü sembolü ve kültünü sergilemiş, yakın tarihin en kanlı terör örgütünün renkleriyle flamalar ve hatta bayraklar açılmış, elebaşının posterleri inanç ritüelleri ile kutsanmış. Kutlamalarda, Türkiye ve Türk milletinden olmayla ilgili hiçbir motif, hatta kardeşlik adına bir sembol dahi görülemiyor. Türkçe tek bir söz yok. Şöyle düşünülse yanlış mı olurdu: Kutlamaları düzenleyenler tam olarak şunu haykırmışlar; buraları bizim, biz kazandık!
Yukarıdaki ifade pratik hayatta yaşananları ifade ediyor olabilir mi? Belki kısmen!
Son bir yıldır etnik ayrılıkçı-bölücü partinin belediye başkanlıklarını kazandığı bölgelerde belediye hizmetleri alabilmek için Türk olmak artık önemli bir sorun haline geldi deniliyor.
Yaşananlar, etnik ayrılıkçı-bölücü siyasal parti ile PKK terör örgütünün samimiyetsizliğini, daha doğru bir ifadeyle her olayı ve imkanı bölücü ırkçılık yönünde suistimal etmekte olduklarını, bu niyetlerinin gelecekte de mutlak olduğunu gösteriyor. Olayları serin kanlılıkla izleyenler, kutlamalardaki niyetleri okuyarak derin kaygılara düşmekteler ve öyle görünüyor ki bunda da haklılar. Etrafınızı yokladığınızda toplumun önemli bir kısmının “Ortada terör yok, yeni bir açılım süreci nereden çıktı?” diyerek olan biteni, yapıp edilenleri anlamaya çalıştığını rahatlıkla fark edebilirisiniz.
Sayın Liderin çağrısıyla başlayan, siyasal milliyetçilerin yüzlerine mahçup bir ifade oturtan “PKK ve DEM Parti’ye çağrı süreci”, terörist elebaşı Abdullah Öcalan ve yanındaki siyasetçilerin çeşitli ortamlardaki duyurusu ile Türkiye’ye umutlar verme potansiyeli olan bir dönüm noktasına kamuoyunun dikkatini topluyordu. Halka da, terör örgütünün adeta teslim olma haline evrileceği anlatılıyor; yenilmiş PKK, nadan olmuş etnikçi bölücülere işaret ediliyordu.
***
Geçmişte yaşananlardan ders almak elbette önemli, ama geçmişi bugüne taşıyarak olacaklar için tek yönlü kestirimler oluşturmak hatalı bir metodolojik uygulama olur. Çağrıdan bugüne, yaşananları, duygusal savrulmalara kapılmadan, aklın ışığı ile okuyup, tarafların tavırlarına yansıyan ve yansımayan niyetleri didikleyerek dikkatle analiz etmek gerekiyor. Bu analizi de üç aşama halinde yapmak yaşananları daha anlaşılır halde önümüze koyabilir: 1. Bugüne niye geldik? 2. Niyetler. 3. Olacaklar.
***
Sürecin zamanlamasına anlam vermekte bazı aklıbaşında insanlar zorlanıyorlar. manidar. Etnik ayrılıkçı-bölücü terör örgütünün Türkiye içinde ve hatta yakın coğrafyada kıstırıldığı, hareket kabiliyetinin kaybettirildiği, varlığının tehdit altına girdiği zamanları yaşıyoruz. Önceki çözüm süreci, yeniden toparlanma ve güçlenme açısından terör örgütü için adeta can simidi olmuştu. Nitekim ayrılmış coğrafi alanlar oluşturma kalkışmaları, hendek çatışmaları, o çözüm sürecinin nasıl kullanıldığını bize bir güzel anlatıyor. Bugün için de tam anlamlandırılamayan husus şu: Siyasal iktidarın kararlı ve etkili mücadelesi ile yurt içinde neredeyse gösteri eylemi bile yapamaz hale gelen örgüt, Irak’ta ve Suriye’de dar bir alana sıkıştırılarak Türkiye’den uzaklaştırılmış ve hemen hemen yok edilmeye yakın hale düşürülmüşken, neden “yok etme” fiilen tercih edilmedi de, değişim şartıyla -kimilerine göre siyasal ve sosyal düzlemde adeta bir fırsat verilerek- Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine aykırı kabul edilebilecek olan etnikçilik hali için hiç olmadığı kadar kabullenme yoluna gidildi? Ne oldu da, siyasal milliyetçiler, her kesimi şaşırtan, toplum için hemen kabullenilmesi güç olan, Türk milliyetçilerinin önemli kısmı için de ilk aşamada kabullenemez olarak değerlendirilin bu süreci başlatmayı üstlendi?
***
Zamanı kısa bir süre öncesine taşıyalım: İsrail’in, ABD’nin desteği ile İran’ı sindirip, kabuğuna sıkıştırması, Arap ülkelerinin tümünün sesini kesmesi, HAMAS ve Hizbullah kadrolarını bir bir yok ederek Lübnan’a yönelmesi, Türkmen köylerinin de olduğu Golan tepeleri işgali, Irak ve Suriye’de kendi yarattığı terör örgütü ile fiilen temas kurar hale gelebilmesi çok çarpıcı gelişmelerdi. Bu gelişmelere koşut olarak Orta-Doğu’da gerçekleşebileceği kaygısı yüksek senaryolar, İsrailli yetkililerin Türkiye’ye ve bölücü ayrılıkçılara yönelik demeçleri, muhtemelen Türk siyasi-idari aklını çok etkiledi, çok da tedirgin etti. Siyasal milliyetçiler, kısmen de haklı olarak bu gelişmelerden derin endişeler duymuş olabilir. Nitekim biraz dikkatle olayları izleyenler, Terörsüz Türkiye sürecinde İsrail ve ABD’nin suskunluğunu fark etmiş olmalılar. İsrailli yetkililer Türkiye ve ayrılıkçı-bölücüler hakkında demeç vermeyi kestiler, ABD’de öyle.
***
Yaşamaya başladığımız bu köklü anlayış ve tavır değişikliğinin, bana göre üç temel sürdürücüsü, iki de etkileneni olacak gibi. Etkilenenlerden biri, söz hakkı tanınmamış olan, en azından danışmaya dahi gerek görülmemiş olan Türk aydınları. İkinci etkilenen grup terörden can hakkı-kan hakkı olanlar; şehit ve gazi yakınları. Bundan sonrası için sürdürücü olarak kategorize edilmesi mümkün olabilecekler de şunlar: 1. Bölücü-ayrılıkçı siyasal parti ve siyasetçilerin yapması gerekenler. 2. Kürt İşçi Partisi (PKK) terör örgütünün silah bırakamsı ve dağıtılması. 3. Süreci başlatan siyasal irade ve siyasal iktidar.
Bölücü-ayrılıkçı siyasal parti ve siyasetçilerin süreçten beklentileri bazı makul siyasi analistlerce şöyle yorumlanıyor: Onlar, artık Türkiye’den toprak koparmak, özerk bir bölge ya da federasyon oluşturmak istemiyorlar. Silahlı terör ile yeterli etnik bilinç ve heyecan yaratarak bir etnik-millet oluşturma yolunda, barınılacak coğrafya da dahil, yeterli mesafeyi aldıklarını düşünüyorlar. Onlar, bundan sonrası için hayallerini Türkiye coğrafyasının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin tümü üzerine kuruyorlar. Son yılların seçimlerine bakın, Güney ve Doğu Anadolu’nun önemli kısmı açık ara farkla bu anlayışın elinde seyrediyor. Önemli sayıda il ve çok sayıda ilçe belediyesine sahipler. O belediyelerde Kürtçe konuşmayanların işlerinin sıkıntıya sokulduğu, esnaf ruhsatlarının, yapı inşaat ruhsatlarının verilmediği ya da çok zorlaştırıldığı söyleniyor. Nitekim bazı il ve ilçe belediyelerine bu yüzden kayyum atanmak zorunda kalındı. Bugünlerde o coğrafyada adeta bir “Türk sorunu” olduğu söyleniyor. Anlatılanlar, özet olarak, etnik ayrılıkçı-bölücü örgüt ve siyasi partisinin o coğrafyayı zaten pratikte ayırdıklarını düşündüklerini, kısa zaman içinde de diğer eniştelerin oralardan uzaklaşmasını sağlayacak bir mahalle baskısı içinde olduklarına işaret ediyor. O illere yakın coğrafyalarda da nispi olarak nüfus oranlarını arttırdıklarını, kısa bir gelecekte o illerde de benzer etnik durumun oluşacağını öngördükleri söyleniyor. Tabii İstanbul, İzmir, Antalya, Aydın, Gaziantep, Adana, Muğla, Mersin, Bursa, Erzurum gibi birçok başka ilde de artık ekonomik, sosyal, kültürel hayatı, böylece siyaseti etkileyecek yoğunluğa ulaştıklarına, buralarda da çeşitli şekillerde söz ve yetki sahibi olacaklarına ciddi ölçüde inanıyorlarmış. Bu durumda şu soru çok yerinde olmaz mı: Kim ister artık dar bir bölgede, özerkliği, federasyonu? Dolayısıyla, bütün bu gelişimi sağladığını düşündükleri PKK’nın artık silahlı varlığına gerek kalmadığını düşünüyorlar. Onlara göre olan oldu, kazanılan kazanıldı! Etnik ayrılıkçı-bölücü siyaset yapan siyasetçiler gelecek 20-30 yıllık hedeflerini Türkiye coğrafyası ve nüfusu üzerine yoğunlaştırmış görünüyorlar. Bu hal ve tavırlarından anlaşılıyor ki “kardeşlik” onların aklının ucunda bile yok. Şimdi yaptıkları, etnik mağduriyet gösterip, bu süreci olabildiğince amaçları lehine doğru daha da yönlendirmek. Eğer, bütün bu analizler doğru ise onlar olanları şu yöne evriltmeye çalışıyorlar: “Dilediğim bir göz, Allah verdi iki göz” hali oluşmuş görünüyor.
PKK terör örgütünü dört kanat olarak değerlendirmek lazım. Birinci kanat Türkiye ve Irak’taki komşu coğrafyada üstlenen PKK kurucu gücünün yönettiği grup. PKK kafasını kaldıramaz hale gelmişken, şimdi serbestçe başlarını kaldırıp, uzun uzun, sonu gelmez tuhaf isteklerle pazarlıklara başlamayı tercih edecekler gibi görünüyor. Şimdiden de başladılar; TC şunu yapmalı, bunu yapmalı, şöyle yapmalı, böyle yapmalı… Halbuki çağrı yapılırken de, sonrası süreç takdim edilirken de örgütten ve elebaşılarından beklenen mealen şu idi: “Nadan olduklarını, vatana, millete, tarihe ve geleceğe ihanet ettikleri, kan deryasında kirlendikleri, şimdi necip Türk milletinden özür dileyerek, milletin merhametine sığındıkları” açıklaması ve fiili teslim haliydi. Olacak mı? Tavırları şimdilik bu sorunun cevabını “Hayır!” olarak gösteriyor.
PKK’nın ikinci kanadı ise yurt dışında: Batı ülkelerinde çok güçlü organizasyonlar oluşturmuş olan kaçakçılar, yer altı dünyası. Bu organizasyon çok yüklü miktarda paraya ve insan hükmediyor. Sahip olduklarını asla bırakmak istemeyecek, sessiz sedasız yollarına ve kirli paralarının bir kısmı ile de örgütlerinin ana karargahını ve siyasal partisini beslemeye devam edeceklerdir. Onlar için değişen bir şey olmayacaktır. Üçüncü kanat Suriye. PYD/YPG örgütünü PKK’dan yönetim olarak ayrı tutmak yaşananları doğru okumak olur. PYD/YPG tam bir aparat olmak itibariyle ABD kararıyla hareket ettiğinden bu süreç onları pek de ilgilendirmeyecektir. Nitekim o yönde açıklama da yaptılar. Suriye’de değişen bir şey olmayacak. İran’da yer alan dördüncü kanat PJAK zaten tamamen İran’ın kontrolünde, Türkiye aleyhine her şeyi her zaman yapmaya hazır.
Süreci başlatan siyasal irade için Türkiye’nin yakın coğrafyada yaptığı dış müdahalelerdeki nispeten atak tavır, iktidarın dışa karşı Türkiye menfaatlerinde dik durmaya çalışması, elde edilen kazanımlar, geliştirilmeye çalışılan askeri teknoloji, güçlü ordu çalışmaları önemli gerekçeler. Diğer siyasal aktörlerin bunu başaramayacağını düşünüyorlar. Tabii bir de İsrail ve ABD’nin Orta-Doğu’daki niyetleri onları çok tedirgin ediyor. O niyetlere karşı koyabilecek güç olarak da mevcut siyasal iradeyi görüyorlar.
Siyasal iktidar, Türkiye’de çok şeyi değiştirdi. İçerde de dışarda da önemli sonuçlar aldı. Ancak elde edilen kazançların devamlılığını yeterince sağlayamadı. Siyasal iktidarın geleceğe niyeti, 25 yıla, bir çeyrek asra rağmen henüz tükenmemiş görünüyor, ufukta bir değişim işareti de verilmiyor. Ama, birbirini etkileyen iki temel nedenle bu niyete ulaşmanın artık zor olacağı kabul ediliyor. Ekonomik sorunlar bir türlü çözülemiyor; enflasyon yüksek seyrediyor, döviz ve altın artıyor, işsizlik, özellikle üniversite mezunları arasında önemli düzeyde. Toplumun entelektüel düzeyi arttırılamadı. Nitekim bazı sosyal bilimcilere göre toplumun gelir düzeyi ve okumuş-yazmışlık itibariyle ilk %25’ini oluşturan kesim ile gençlerin önemli çoğunluğu artık siyasal iktidarın değişmesini istiyormuş, şimdi bu gruba emeklilerin önemli bir kısmının da eklendiği ifade ediliyor. Her ne kadar muhalefet çok umut vermese de bir siyasal iktidar değişikliği Türkiye’nin ufkunda artık seçiliyor. İktidara devam için sorun sadece bu da değil. Yeniden aday olabilmek için Anayasa değişikliği gerekiyor. Sonuçta siyasal iktidar ve ortağının toplam oy oranı ve vekil sayısı umut verici düzeyde değil. Bu durumda yeni bir seçim ortaklığının yararlı olabileceği açık: Analistler onun da, mevcut siyasi şartlara göre tek alternatifi olduğunu düşünüyor: Etnik siyaset yapan parti, kendini yasalara ve olması gereken tüm Türkiyeyi kucaklayıcı tavıra çeker de hem anayasa değişikliğinde hem de seçimde destek olursa, en azından engel olmazsa, Anayasa ve seçim önündeki sorunlar çözülebilir, siyasal kaos için engeller aşılabilir. Kardeşlik amaç iken siyasal iktidar da bu süreçten gelecek için yararlanabilir.
Süreçten etkilenen diğer önemli grup “Şehit ve gazi yakınları”. Türkiye’de şehit yakınları daima manevi ve maddi olarak çok hak ettikleri ilgi ve saygıyı gördüler. Ancak, onların yürek acılarını hafifleterek bu sürece onları da ortak edecek işler yapıldı mı ya da onları örseleyecek bölücü ayrılıkçı seramoni ve gösteriler engellenebilecek mi göreceğiz. Bu, etnik ayrılıkçı-bölücü kesimlerin bilinen hadsiz, gürültücü ve şımarık tavırları nedeniyle aslında çözümü zor bir husus. Aksi halde Türkçü siyasal beslenme için bu grup önemli bir kaynak oluşturacaktır.
Etkilenen ikinci grubu oluşturan Türk aydını, ani gelişen bu sürece diğer birçok toplumsal örnekte olduğu gibi dahil edilmedi. Zaten, birbirinden kopuk; bilimsel, kültürel, felsefi gruplar ve hareketler oluşturamamış dağınık bireyler olarak orada, burada, şurada var olma hali, Türk aydınının, hiçbir siyasal irade odağı tarafından olması gerek ciddi boyutta önemsenmesine imkan vermiyor. Zaten, güncel sorunlara özgün çözümler üreten Türk aydını diye bir kimlik ortada yok. Türk aydını, olayların sadece bir seyircisi halinde; kişisel kestirimlerle, eskiye ve yakın tarihe atıflarla idare edip, duruyor. Türk aydını, Türkiye coğrafyasında, her sosyal olayda karar vericilerin kendisine ihtiyaç hissedeceği Türklüğe ve sorunlarına yönelik güçlü fikir, sanat, düşünce, felsefe akımları oluşturamadı. Umarız bundan sonrası, en azından bu çok önemli dönüm noktası, onların tavrı ve tarzı için de bir dönüm noktası olur. Türk aydını, bir araya gelmeyi, düşünce, sanat, fikir ocakları oluşturmayı başarırsa, hem bu sürecin yönetimine, hem de yönlendirilmesine katılarak, yanlışların önüne çıkabilir, süreci doğrulara doğru çekebilir. Hatta etnisitelerin öne çıktığı bu dönemin aşılarak, Türk milletinin medeniyet ocağında etnisiteler alaşımı sağlayabilir. Bu alaşım, yeniden Türk medeniyeti tasavvuru için de hem oluşum hem gelişim zeminini oluşturabilir. Türk aydınının tam da bu dönemde sorumluluğu çok yüksek. Yetişmiş bireysel değerlere baktığımızda Türk aydını bunu başarabilecek güçte.
Süreç nereye uzanabilir?
Sürecin muhtemel üç sürdürücüsü de kendi zaviyesinden gelişmelere yön vermeye çalışacağından, sonucun toplumun bütün kesimlerince pek de istenilen biçimde “kardeşlikle” gerçekleşeceğini umut etmek kolay değil. Biz yine de öyle olmasını, sayın Devlet Bahçeli’nin Türk tarihine altın bir sayfa olarak geçecek niyet ve çabasının amacına ulaşmasını umut edelim.