Aklıma birdenbire bu delice fikir nereden geldiyse hiç düşünmeden klavyenin sihirli tuşlarına kendimi kaptırıverdim ve başladım yazmaya:
“Deli deli tepeli, kulakları küpeli / Aramızda deli var, tepesinde gülü var.”
Bu, Yozgat yöresine ait bir bilmeceymiş. Gerçi bilmecenin şuraya buraya ait olması çok önemli değil ama yine de dağarcığımıza bir bilgi notu düşsek hiç de fena olmaz diyerek yazıya böyle bir giriş yaptım. Sonra da İsmet Zeki Eyuboğlu’nun Türk Dilinin Etimolojik sözlüğünden “deli” kelimesinin hikâyesine baktım.
Eski Türkçede, kısaca “telü” olarak ortaya çıkan bu kelime, asırlarca süren bir yolculuk sonrasında günümüzde “deli”ye dönüşüvermiş. Aklî dengesini yitirenler için kullanılan bu sıfata dilimiz Arapçadan “mecnun”u, Farsçadan “divane”yi yoldaş ederek bazen deli dîvâne olmuş, bazen de mecnun olup aklını zayi eylemiş…
Dilimizde zamanla değişik anlamlar kazanan bu kelime atasözlerimizde, deyimlerimizde çokça kullanılmış. Mesela, “Devletli ile deli bildiğini işler…” “Bir deli kuyuya bir taş atar, kırk akıllı çıkaramaz” “Deli deliyi görünce çomağını saklar” gibi atasözlerimiz veya “Deli divane âşık olmak” “Öfkeden deliye dönmek” “Delinin eline değnek vermek” gibi deyimlerimiz duygularımızın düşüncelerimizin çok renkli misafirleri olmuşlardır.
Sosyal kültürel dünyamızın vazgeçilmez bir parçası olan bu kelimeden zaman zaman korkmuş, ürkmüş; zaman zaman da bu kelimeyi öyle çok sevmişiz ki hemen hemen her yerde karşımıza çıkmaya başlamış.
Mesela, Karagöz oyunumuzun kahramanlarından biri Tuzsuz Deli Bekir’dir. Külhanbeyidir. Kaba kuvvetine güvenir ve etrafındakilere sürekli çatar, gözdağı verir. Her an kavga çıkarmaya hazırdır.
Divan şiirimizde de deliliğiyle nam salan bir şairimiz vardır. Asıl adı Mehmet’tir ama Deli Birader lakabıyla bilinmiş, tanınmıştır. Rivayete göre Âşık Çelebi,
“Mecnûn ki belâ deştini geşt etti serâser
Gamhâneme geldi dedi hâlin ne birâder” [1]
beytini yazdıktan sonra şairimize Deli Birader denilmeye başlanmış.
Deli Birader, müderris olarak görev yaptığı yerlerde mizacı yüzünden uzun süre kalamamış sık sık yer değiştirmiş.
Sivrihisar müderrisliğine başladıktan kısa bir süre sonra tekrar tayin isteyince süreni doldurmadın niye tayin istiyorsun sorusuna “Sivri bir yer olduğundan oturup huzur bulamadım, bir düzcesini ihsan edin.” demiş. Benzer şekilde Akşehir’de de yeterli süre kalmadan atanma talebine “Akşehir, baht-ı siyahıma münasip değildir” cevabını vermiş. Ardından emekli olup İstanbul’a gitmiş.
İstanbul’da bir hamam yaptırmış Bursa kaplıcalarında olduğu gibi bu hamamı bir havuzla süslemiş. İlginç bir kişiliğe sahip olduğundan hamamı kısa zamanda İstanbul’un zevk ve safaya düşkün kişilerinin toplanma yeri olmuş. Tabii bu durum rakiplerinin hoşuna gitmemiş. Birtakım dedikodular yüzünden hamamı yıktırılmış.
Bu hadiseye çok çok üzülen Deli Birader de elindekileri satarak Mekke’ye gidip yerleşmiş. 16. yüzyılın çok renkli kişiliğiyle tanınan Birader, gurbet elde dostlarından ayrı kalmanın üzüntüsünü ve düşmanlarının yüzünü görmeyişinin mutluluğunu yazdığı manzum mektupta şöyle dile getirmiş.
Sanmanuz kim diyâr-ı gurbetde
Kişi zevk eyleyip safâ sürmez
Dûr olur (uzaklaşır) gerçi kim ahibbâdan (dostlardan)
Hele a’dâ (düşman) yüzin dahi görmez[2]
Bir de Deli İbrahim vardır, Osmanlının sarayında. Savruk harcamaları, koyduğu vergiler ve getirdiği garip yasaklar ile dikkat çeken sultanımız, balıklara inci atmakla ünlenmiştir. Gerçi üstat Cemil Meriç onun için “Deli İbrahim Osmanoğulları’nın en akıllısı.” demiş ve ilave etmiş: “İnci balıklara atılmak için yaratılmış olmasaydı denizlerde ne işi vardı?”[3] belki de üstat haklıdır.
Neyse, 18. Padişahımız, efendimiz Deli İbrahim’in saltanatı sekiz yıl sürmüş. Bu süre içerisinde sekiz eşi, on sekiz çocuğu olmuş. Kadınlara düşkünlüğüyle bilinen padişahımız efendimiz rivayete göre bir defasında İstanbul’daki en iri kadının kendisi için bulunmasını emretmiş; bulunan bu kadından da memnun kalınca Şam’ın tüm gelirlerini ona bağışlamış.
Daha da şaşırtıcı olanı ise Deli İbrahim’in İbşir Mustafa Paşa’nın Sivas’taki nikahlı eşini kendine istemesidir. Sultanımızın bu arzusu Varvar Ali Paşa İsyanı’nın ortaya çıkma sebeplerindendir. İsyanın hikâyesi de sonucu da oldukça gariptir.[4]
Neyse meraklısı elbette bulup okur diyerek biz rahmetli Ömer Seyfettin’in Cabi Efendisi ile tanışmaya Toptaşı Tımarhanesine gidelim. Şimdi, sakın bu Cabi Efendi de nereden çıktı demeyin, o da bir delidir; ama alışılmışın dışında bir delidir.
Ârif bir insandır. Hakikati kitapta değil hayatın kendisinde bulanlardandır. Dama oynamaktan müthiş zevk almaktadır. Kendi gibi dama taşlarına tutkun bir arkadaşı da vardır: Ali Dânâ Efendi. Onunla bahçede oynadıkları oyunları, unutulmaz matları, hileleri, on saat yemek yemeden, su içmeden dama oynadıklarını hep hatırlamaktadır. Cabi Efendi’nin kendi ifadesine göre, “Damaya olan bu tiryakiliğinden dolayı çoluğunun çocuğunun iftirasına, doktorların garazına uğramış ve soluğu tımarhanede alıvermiş.”
İşte böyle bir adamdır Cabi Efendi. Ömer Seyfettin’in Mermer Tezgâh, Tütün, Dama Taşları, Makul Bir Dönüş ve Acaba Ne İdi? adlı bir tür, dizi hikâyelerinin kahramanıdır.
Değerli dostu Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin’in bu sevimli hikâye kahramanı ile ilgili şöyle demiş:
“Onun yarattığı tiplerden biri de Cabi Efendi idi. Bu bir ihtiyar eksantirik adamdır. Dama Taşları hikayesinde zavallı Cabi Efendinin çıldırıp tımarhaneye sokulduğunu anlatır. Birinci Cihan Harbi neticesinde eşya fiyatları birdenbire fırlayınca bir gün kendisine:
-Ömer senin Cabi Efendi akıllanarak tımarhaneden çıksa bu hayat pahalılığı karşısında ne yapar? dedim.
Ertesi günü bana enfes bir hikâye verdi: Makul Bir Dönüş.”[5]
İşte bizim de bu yazıda özellikle üzerinde duracağımız hikâye, Makul Bir Dönüş’tür.
Tımarhanede dört yıl ikâmet etmek zorunda kalan Cabi Efendi’nin artık akıllandığına kanaat getiren doktorlar onu tımarhaneden taburcu etmeye karar vermişlerdir.
Dışarı çıkma vakti geldiğinde doktorlardan biri Cabi Efendiye yardımcı olmak için bir lira borç para verir. Çünkü dışarıdaki hayat bu dört yıl zarfında, Birinci Dünya Savaşının getirdiği kâbusla da her bakımdan çok süratli bir şekilde değişmiştir.
Doktorun uzattığı kâğıt parçasını görünce “Bu ne?” diye şaşıran Cabi Efendi, bu durumu kendisinin akıllanıp akıllanmadığını ölçmek için yapılan bir oyun olduğunu zannetmişti. Halbuki memleket gerçekten ekonomik bakımdan iflas etmiş bir hâldeydi ve Cabi Efendinin bu durumdan zerre miktar haberi yoktu.
Dışarıya fırladı. Açık havada yürümeye başladı. Parke döşeli sokak tertemizdi. “Demek buranın belediyesi millî geleneği bozmuş!” dedi.
Fakat …Hayır belediyecilik anlayışında herhangi bir değişiklik yoktu. Esen çılgın bir rüzgâr sokakta fevkalâde büyük bir temizlik yapıyordu. İlâhi bir süpürge sayesinde çerçöp temizleniyordu.
Ya çarşı pazar ne haldeydi? Orada da durum dört yıl öncesine hiç benzemiyor aksine felaketleri oynuyordu.
Etrafında, üstü başı perişan adamlar, sararmış zayıf kadınlar, başıkabak çocuklar; sıra sıra dizilmiş boş dükkanlar, kapalı fırınlar. Sahip oldukları paranın değersizliği, akla hayale gelmedik yüksek fiyatlar, her şey ama her şey Cabi Efendi’nin aklını başından alıyordu. İstanbul onun bildiği İstanbul değildi artık.
Cabi Efendi’nin dışarıya çıkması hiç de iyi olmamıştı. Karşısına çıkan her tuhaf işin tımarhane idaresi tarafından hazırlanmış bir oyun olduğunu düşünmeye başladı. Asabı bozuldu. Muhakeme gücü azaldı. Hele bir kahvede oturup “Hâlis bir kahve, evet nohuttan değil gerçek kahveden yapılmış bir kahve…” isteyip yudumlarken pencere kenarındakilerin konuştukları onu iyice şaşırtmıştı. “Cihan harbi mi?… Otuz bu kadar devlet nasıl birbirine harp ilan edebilir?.. Yoksa tımarhaneler mi boşalmıştı?” Ona göre artık herkes aklını yitirmiş saçmalayıp duruyordu.
Bütün bu gariplikler karşısında dışarıda nefes alamayacak hâle gelen Cabi Efendi, sonunda Toptaşı Tımarhanesine geri döner ve doktora “Beni içeri tıkınız. Allah aşkınıza! Ya ben akıllanmamışım ya bütün dünya zırdeli olmuş.” diyerek yalvarır. Makul bir dönüştür bu!
Hikâye burada biter ama gerçekler aradan onlarca yıl geçse de hiç değişmeden bütün çıplaklığıyla memleketimizde devam eder. 1918’deki Cabi Efendi’nin bizzat yaşadıklarıyla günümüz Türkiye’sinde yaşananlar arasında o kadar çok benzerlikler var ki şaşırmamak mümkün değil. Sanki her geçen gün, hepimiz birer birer Cabi Efendi olmaktayız. Allah aklımızı korusun!
Halbuki bir doktor diyordu ki (hangi doktor bilmiyorum): “Üzülmeyin aptallar deli olmaz!” Evet işte bu da bir başka gerçek. Güneş gibi pırıl pırıl parıldayan bir gerçek.
Bu sözü diyorum acaba, yediden yetmişe herkese öğretsek, büyük puntolarla yazıp her yere assak nasıl olur? Bir an hayal ediniz: Aldığınız maaşlardan, ödediğiniz vergilerden, çarşıdaki pazardaki fiyatlardan perişan; hastanede sıra bulamamaktan veya İş ve İşçi Bulma kurumunun önünde kuyrukta durmaktan şikayetçi ya da hak, hukuk, adalet için sarayların önünde (adalet saraylarından bahsediyorum) koşturmaktan tersiniz dönmüş bir vaziyettesiniz, işte o an nerede olursanız olun karşınıza birdenbire bu söz, büyük puntolarla ve çok renkli harflerle çıkıyor:
“Üzülmeyin aptallar deli olmaz!”
Başlıyorsunuz tebessüm etmeye. Nasıl iyi bir tedavi yöntemi değil mi? Lakin bu söz sizi tatmin etmeye yetmiyorsa o zaman bu söze ilaveten Orhan Veli’nin şu mısralarını üç kere tekrar ediniz: “Düşünme sadece arzu et, bak böcekler de öyle yapıyor!”
***
Şaka bir yana, aptallığın da deliliğin de lüzumu yok. Aklımızı kullanmak zorundayız. Dün yaşadığımız sıkıntıları A’dan Z’ye bugün tekrar yaşıyorsak bunun sebebi ne dış güçler ne şu ne budur! Bunun sebebini Prof. Dr. İskender Öksüz, “Alt Akıl: Aptallar ve Diktatörler” kitabında, “Türkiye’nin önünde dört ana engel” başlığı altında açıklıyor ve özetle şöyle diyor:
1.Sosyal sermayemizin yetersizliği: Birbirine güvenmeyen, karşılıklı sevgi ve saygıdan mahrum kalan âdeta millet olma özelliği yitiren büyük bir kalabalığız.
2.İnsan sermayemizin yetersizliği: Bu yetersizlik de kaliteli bir eğitimden yoksun oluşumuzla ortaya çıkıyor.
3.Kanun hakimiyetindeki eksikliğimiz: Bu da bizi demokrasinden, kanun hâkimiyetinden, kanunların herkes için ve herkese eşit olduğu düşüncesinden uzaklaştırıyor.
4.Kurumların verimsizliği ve etkisizliği: Kurumlarımıza inanmadığımız gibi bunların bir geleneğinin olduğuna, olması gerektiğine de inanmıyoruz.[6]
İskender Öksüz, bütün bu sıkıntılardan kurtulmanın şifresini de şu cümlede veriyor: “Bu ülkeyi büyük adamlar, olağanüstü güçler değil, biz kalkındıracağız.”[7] Ve ardından da “Var mısınız?” diye soruyor.
Sahi, biz bu işte var mıyız, yok muyuz onu da zaman gösterecek. Tıpkı bugün Tuzsuz Deli Bekir’i, Deli Biraderi, Deli İbrahimi ve Cabi Efendi’yi bize yeniden gösterdiği gibi gösterecek. Belki bir Karagöz perdesinde seyredeceğiz ahvâlimizi, belki de istatistiklerde anlatılacak nasıl kalkındığımız, nasıl büyüdüğümüz, belki de hâlâ nasıl yerinde saydığımız…Kim bilir?
İşte böyle, Yozgat yöresine ait bir bilmeceyle başladığımız yazımızı nereden nereye getirdik. Şimdi nokta koyma zamanı. Ama önce, edebiyat dünyamıza güzel eserler kazandırıp 6 Mart 1920’de aramızdan ayrılan büyük yazarımız Ömer Seyfettin’i vefatın 105. yıldönümünde bir kez daha rahmetle analım, sonra da bilmecemizi bir hatırlayalım:
“Deli deli tepeli, kulakları küpeli / Aramızda deli var, tepesinde gülü var.” Bilin bakalım bu nedir?
Cevabımızı verelim: Kümesimizin yiğidi horoz…
Dipnotlar
[1] Mecnun ki baştan başa bela dünyasını gezdi, dolaştı / Dert yuvama geldi; dedi hâlin ne birader
[2] https://islamansiklopedisi.org.tr/deli-birader
[3] Cemil Meriç, “Jurnal” İletişim Yay. İst. 2006, s.296
[4] https://tr.wikipedia.org. İbrahim Osmanlı padişahı
[5] Ömer Seyfettin “Turan Masalları” Haz: Nazım Hikmet Polat, Ötüken Neş. İst. 2020 s.45
[6] İskender Öksüz, “Alt Akıl: Aptallar ve Diktatörler” Panama Yay. Ank. 2017. s.346
[7] İskender Öksüz, age. s. 349