Herkes elini taşın altına koyarak gerekeni yaparsa bu “depremle yatıp depremle kalkma” korkumuz da biter. Çözüm için anahtar cümle şu: “Afet yönetimine değil risk yönetimine talip olacağız”. Bugüne kadar hep afeti yönetmek için var olduk ve hazırlığımızı yürüttük. Deprem olunca Hızır gibi yetiştik ve yaraları sardık. Yönetimler de halk da depreme hazır olmayı böyle belledi. Ama bu yaklaşım ölen canlarımızın sayısını azaltmadı.
*****
Prof. Dr. Naci GÖRÜR[i]
Özellikle 1999 İzmit ve Düzce depremlerinden sonra toplumumuzun depreme karşı duyarlılığı fazlalaştı. Bunda Marmara Bölgesi’nde ve İstanbul’da deprem beklentisinin artması ve bu vesile ile alarm verilmiş olmasının da önemli katkısı oldu. 1999 depremlerinin yıl dönümünde ve ülkemizde olan küçük veya büyük her sarsıntı sırasında deprem konuşmaya başladık, önlem için neler yapıldığını sorguladık ve korkularımızı ifade edip durduk. Medyada deprem uzmanları depremi anlattılar, önlem olmak için nelerin yapılması gerektiğini söylediler. Ancak sözlerinin ne kadar ciddiye alındığını kestirmek zor, zira dikkate alınsalardı muhtemelen bu yazıya gerek kalmazdı. Bu tabloda konuya muhatap olması gereken yetkililer pek görünmedi, onlar çoğu kez sessiz kaldı.
Depremi anlamak zor, etkisini azaltmak kolay
Depremin kendisi bir yerbilim olayı olarak karmaşık ve anlaşılması zor ama, vereceği zararı azaltmak için yapılması gereken iş ve önlemleri anlamak da bir o kadar basit. Tahminime göre, yöneticilerimiz depreme hazırlık iş ve önlemlerinin boyutunu, iş bitirme zamanını ve maliyetini çok iyi anladıkları için depreme hazırlık konusunda biraz isteksiz gözüküyorlar. Ancak doğru olanı depremde olabilecek zararları önceden hesaplayıp gerekli önlemleri almaktır. Bu yapılmadığı sürece ne deprem korkumuz ne de can kaybımız azalacaktır.
Depremle mücadele edilmez. Deprem durdurulamaz ve engellenemez. Yapabileceğimiz tek şey kendimizi ondan korumaya çalışmaktır. Unutmayalım, deprem bir doğa olayıdır. İnsana ve çevresine zarar vermedikçe afet olarak algılanmaz. Yerleşim alanlarından çok uzaklarda veya okyanus tabanlarında olan kimi depremlerden hiç kimsenin haberi bile olmaz. Ancak, yerleşim alanlarını tehdit ederse işte o zaman afete dönüşür. Depremden korunmanın en kolay yolu, depremi üreten fay kuşaklarından uzak durmaktır. Ancak bugün için bunu yapmak mümkün değildir çünkü milyonlarca insan tarihi dönemlerden beri bu kuşaklara yerleşmiş, medeniyetler kurmuş ve varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir.
İnsanlığın baştan beri deprem kuşaklarını tercih etmeleri bir rastlantı sonucu da değildir. Buralar genellikle suyun ve yeşilliğin bol olduğu bereketli vadilerdir. Bilim ve teknoloji geliştikçe, insanlar depremi anlamaya ve anladıkça da daha az hasar almaya başlamışlardır. Yaşam yerlerini ve evlerini daha güvenli hale getirerek deprem zararlarını minimize etmiş ve bir “afet kültürü” geliştirmişlerdir.
Afet kültürümüzün eksikliği
Bu şekilde doğayla uyum içerisinde yaşayan toplumlar kabul edilebilir zararlarla yaşamlarını sürdürürken, bunu beceremeyen toplumlar her depremde tekrar tekrar yıkılmış ve acı çekmişlerdir. Üzülerek söylemeliyim ki, bu acıklı durum bizim için de geçerlidir.
1939 – 1999 yılları arasında Kuzey Anadolu Fayı üzerinde olan deprem zinciri peş peşe gelen depremlerden ders almayıp çok sayıda can verdiğimizin hazin bir örneğidir. 1939 Erzincan Depremi’nde 32 bin 962 kişi, 1942 Erbaa-Niksar Depremi’nde 3 bin kişi, 1943 Lâdik-Tosya Depremi’nde 4 bin kişi, 1944 Bolu-Gerede Depremi’nde 3 bin 959 kişi, 1957 Abant Depremi’nde 52 kişi, 1967 Adapazarı-Mudurnu Depremi’nde 89 kişi ve 1999 İzmit Depremi’nde 18 bin 373 kişi hayatını kaybetmiştir.
Hâlbuki bilimin yolundan gidip, gerekenleri yapsaydık toprağa verdiğimiz insanların sayısı artmaz aksine çok azalırdı. Bilim bu depremlerin geleceğini çok daha önceden öngörmüştü. Nitekim 1967 Adapazarı-Mudurnu Depremi’nden sonra yapılmış olan deprem araştırmalarında İzmit yöresinin yeni bir hedef haline geldiği 1970’li yıllarda yazılıp çizilmişti. Eğer bu uyarılar ciddiye alınıp 1967 depreminden sonra gerekli hazırlıklar yapılabilseydi, 1999’da İzmit’teki depremde muhtemelen zayiatımız çok daha az olacaktı. Bugün de İstanbul için bağırıyoruz. Sesimizin çok fazla duyulduğunu da düşünmüyorum. Umarım tarih tekerrür etmez de Marmara Depremi’nden sonra çok üzülmeyiz.
Afet yönetimi değil, risk yönetimi
Depreme karşı önlem ancak zarar azaltıcı önlemler olabilir. Depremde olabilecek kayıpları önceden kestirebilirseniz daha deprem gelmeden o kayıpları azaltabilecek çalışmalar yaparak depremde olacak zayiatı bir ölçüde azaltabilirsiniz. İşte bu yaklaşım insanoğlunun depremle mücadelesinde şimdilik yapabileceği en akılcı yaklaşımdır.
Önlemleri bireysel ve kurumsal olmak üzere iki grupta toplamak mümkündür. Bireysel önlemler, insanların kendi çevrelerinde deprem zararlarını azaltmak için yapabilecekleri işleri kapsar. Kurumsal önlemler ise, merkezi ve yerel yönetimlerin yapabileceği işlerle ilgilidir. Ben burada bireyselden ziyade kurumsal önlemlerden bahsetmek istiyorum.
Ülkemizde çok sayıda deprem kuşağı var. Yerleşim alanlarımızın çoğu bu kuşaklar içerisinde yer alıyor. Kentlerimiz, kasabalarımız ve köylerimiz, maalesef, deprem riski açısından güvenli değildir. Küçük depremlerde bile önemli kayıplar veriyoruz. Büyük depremler ülke çapında bir afete dönüşüyor. Artık bu işe bir çözüm bulmanın zamanı çoktan gelmiş durumda.
Herkes elini taşın altına koyarak gerekeni yaparsa bu “depremle yatıp depremle kalkma” korkumuz da biter. Çözüm için anahtar cümle şu: “Afet yönetimine değil risk yönetimine talip olacağız”. Bugüne kadar hep afeti yönetmek için var olduk ve hazırlığımızı yürüttük. Deprem olunca Hızır gibi yetiştik ve yaraları sardık. Yönetimler de halk da depreme hazır olmayı böyle belledi. Ama bu yaklaşım ölen canlarımızın sayısını azaltmadı.
Hâlbuki böyle yapacağımıza daha deprem gelmeden, ne yaparsak can kaybımızı azaltırız, diye düşünüp ona göre davransaydık işler çok farklı olur ve bu kadar da zayiat vermezdik. İşte biz bu yaklaşıma “risk yönetimi” diyoruz. Bu yönetim büyük ölçüde merkezi ve yerel yönetimlerin işi.
Risk yönetiminin ana hatları
Boyutu ne olursa olsun bir yerleşim alanını depreme hazırlamak için o yerleşim alanının tüm bileşenlerini deprem güvenli hale getirmek gerekir. Bu bileşenler yönetim, halk, altyapı, yapı stoku, çevre ve ekonomidir.
Deprem güvenli bir yerleşim alanı için yerel yönetimin (valilik, kaymakamlık, belediye, vb) deprem, risk yönetimi ve afet yönetimi konularında eğitimli ve bilgili olması gerekir. Bu eğitimin dışında yerleşim yerinde risk ve afeti yönetecek plan, program, ekip, donanım ve örgütlenmeye sahip olması lazımdır.
Kuşkusuz depreme hazırlık sırasında merkezi yönetimin de maddi ve manevi desteği sürekli olarak yerel yönetimlerin üzerinde olmalıdır.
Depreme hazırlığın önemli bir bileşeni: Halk
Depreme hazırlıkta halk önemli bir bileşendir. Halk deprem konusunda bilinçli olmalı, deprem öncesi, sırası ve sonrasında ne yapması gerektiğini bilmelidir. Bunun için halk eğitimi şarttır. Yerleşim alanlarındaki yönetimler merkezi yönetim ile birlikte bu bilinç ve bilgilendirmeyi yapmak için her türlü çabayı göstermeli ve gerekli organizasyonu yapmalıdır.
Deprem bir yerleşim alanının alt yapısına büyük zararlar verir. Alt yapı unsurları arasında yol, köprü, viyadük, tünel, baraj, içme suyu şebekesi, kanalizasyon şebekesi, doğalgaz şebekesi, iletişim şebekesi vb. saymak mümkündür. Özellikle içeme suyu, atık su ve doğal gaz şebekelerinin depremde hasar görmesi susuzluk, salgın hastalık ve yangınlara yol açar. Bu şebekelerin depremde ayakta kalması ve servis vermesi önemlidir. Onun için deprem öncesinde alt yapının elden geçirilerek deprem güvenli hale getirilmeleri zorunludur.
Bina envanteri ve moloz yönetimi şart
Depremde en büyük can kaybına niteliksiz yapı stoku neden olur. Olası bir depremde bu tür yapıların ağır hasar almaları veya çökmeleri sonucu çok sayıda can kaybı yaşanır.
Depreme hazırlanan bir yerleşim alanında önce ciddi bir bina envanteri olmalıdır. Bu envanter binaların sayısını, kaç katlı olduğunu, cinsini, yaşını ve kaç kişinin yaşadığı gibi bilgileri içermelidir. Beklenen depremin ve bu envanterin ışığı altında riskli gözüken binalar elden geçirilmeli ve deprem güvenli hale getirmek için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Bunun için, kuşkusuz, tahliye, tamir, takviye, yıkım ve yeniden yapım gerekecektir. Bu işlemlerde halk ve yönetimlerin birlikte hareketi zorunludur. Özellikle bu evrede devletin vatandaşa maddi ve manevi desteği şarttır.
Deprem en büyük çevre felaketidir. Deprem sırasında birçok evsel ve endüstriyel atık çevreye saçılır ve ayrıca deprem sonrasında milyonlarca ton inşaat atığı ve moloz ortaya çıkar. Bu molozları alelacele bir yerlere döküp üstünü örtmek çevre felaketini daha da büyütür. Bu molozların içerisinde bulunan her türlü kimyasal madde ve metallerin zamanla ayrışması ve bozunumu sonucu meydana gelen zararlı oluşuklar atmosfere, suya ve toprağa karışarak çevreyi kirletir ve uzun zaman içerisinde besin zinciri vasıtasıyla da hastalığa davetiye çıkartırlar. Onun için deprem molozlarının nasıl bertaraf edileceği ve nerede ve hangi imkânlarla geri dönüşüme tabi tutulacağı daha deprem gelmeden önce planlanmış olmalıdır.
Depremin ekonomik etkisini azaltmak mümkün
Bir yerleşim alanının son bileşeni ise ekonomidir. Büyük bir deprem o yerleşim yerinin ekonomisine de büyük bir darbe vurur. Depremde pek çok işyeri, sanayi tesisi ve fabrika zarar görür veya yıkılır. Bu iş yerlerinde çalışan insanlar yaralanır veya ölür. Bu suretle yerleşim alanı iş gücü ve üretim kaybına uğrar ve ekonomisi bozulur. Depremin şiddetine göre, ekonominin çarklarının tekrar dönmesi uzun süre alabilir. Bu durumda da o yerde insanlar ekonomik açıdan da bir felakete uğrar.
Bu nedenlerle o yerleşim alanındaki iş dünyasının yerel yönetimle el ele vererek ekonomiyi deprem güvenli hale getirmeleri gerekir. Bunun için de işyeri ve sanayi tesislerinin deprem dayanaklılık testlerinin yapılarak çürük olanların güçlendirilmesi veya yıkılıp yeniden yapılması zorunludur. Ayrıca her iş yeri kendi deprem ve çevre yönetim sistemini oluşturarak buna göre hareket etmelidir.
Deprem değil ama olası zararı öngörülebilir
Ülkemizdeki fay kuşakları ve bu kuşaklar içerisindeki yerleşim alanları bellidir. Hangi fay kuşağında nerede ve ne büyüklükte bir depremin olacağı ve olduğu takdirde yerleşim alanlarına nasıl bir zarar vereceği önceden öngörülebilir. Hatta bu öngörü bir periyot olarak depremin oluş zamanının da kapsayabilir. O halde, bu fay kuşakları içerisinde hiçbir şey yapmadan depremin gelmesini beklemenin bir anlamı yoktur.
Deprem gelmeden her bir yerleşim alanında belirlenmiş olan deprem tehlikesine göre gerekli risk analizlerini yapmak suretiyle zarar azaltma işleri yapılabilir.
Kanaatime göre, merkezi yönetim gerekli hukuki altyapıyı oluşturarak yerel yönetimleri görevlendirir, yetki ve bütçe vererek belirli bir takvim dâhilinde depreme hazırlık tüm ülke çapında yürütülür. Bunun için gereken tek şey merkezi yönetimin irade ve isteğidir.
———————————————-
Kaynak:
https://fikirturu.com/toplum/depremi-deprem-olmadan-konusmak/
[i] Prof. Dr. Naci Görür – Naci Görür, 1947 yılında Elazığ’da doğdu. İTÜ Maden Jeoloji Mühendisliği Bölümü’nden yüksek mühendis olarak mezun oldu. 1973 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın bursuyla doktora yapmak üzere İngiltere’ye gitti. London University, Imperial College, Royal School of Mines’da D.I.C. (Diploma of Imperial College), M. Phil. (Master of Philosophy) ve PHD (Doctor of Philosphy) derecelerini aldı. 1978’de Türkiye’ye dönerek İTÜ’de çalışmaya başladı, emekli olana dek bu üniversitede görev yaptı. Sedimantoloji ve Deniz Jeolojisi konularında uzman olan Görür, Türkiye’nin sedimenter havzaları, tektoniği ve denizleri hakkında 70’e yakın uluslararası, 25 de ulusal makale yazdı. Bu makaleleri Mayıs 2020 tarihi itibariyle 6695 atıf aldı. Özellikle 1999 depremlerinden sonra Marmara Denizi’nin deprem potansiyelinin açıklığa kavuşturulması için yoğun bir faaliyet gösterdi ve çok sayıda ulusal ve uluslararası proje yürüttü. 1999-2014 tarihleri arasında Marmara Denizi’nde Fransız ve İtalyanlarla yürütülen deprem araştırmalarında Türk tarafının genel koordinatörü olarak görev yaptı. Görür 1983 yılında TÜBİTAK Teşvik ödülü’nü aldı. 1997 yılında Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) asli üyeliğine seçildi. 2004 yılında NATO Bilim Ödülü’nü aldı. Çok sayıda ulusal ve uluslararası kurullardaki görevi dışında, TÜBİTAK’ta Yer, Deniz, Atmosfer Bilimleri ve Çevre Araştırma Grubu Üyeliği (YDABÇAG), Deniz Araştırmaları Koordinatörlüğü ve Bilim Kurulu Üyeliği de yaptı. 2000 yılında aynı kurumun Marmara Araştırma Merkezi Başkanlığı’na getirildi. Aynı yıl Deprem Konseyi üyeliğine de seçildi. 2011 yılında Bilim Akademisi kurucu üyeliğini de yapan Görür evli ve iki çocuk babası.