Geçmişte, Beş yıllık kalkınma planları, “tarım şuraları”ndaki öneriler ve siyasi partilerin programları, teferruata boğulmuş hayalleriyle tıkanıp uygulanamadıkları için kavanozda, ilaçlı su içinde eriyen düşük çocuklar gibi yok olmuşlardır.
Artık yolun sonuna gelindi.
Sorunun temelinde çarpık toprak ve su düzenimiz; yani tarım yatıyor.
Ülkemize özgü bir çelişkidir bu. En önemli olması gereken konunun önemsiz sayılması durumu, geri ülkelerin gerçeğidir.
*****
Cumali ÜNALDI
Deprem, bizi savurdu.
Altüst etti, her şeyi.
En başta siyaseti.
Yaklaşan genel seçimlerden söz etmiyorum. Kim kazanırsa kazansın, çok da önemli değil. Politikalar değişmedikçe, politikacıların değişmesinin- veya değişmemesinin- ne önemi var?
Belki her şeyi sil baştan yapmamız gerekecek.
Büyük kırılmalar, dibe vurmalar, büyük sıçramaları getirebilir.
Bizim tarihimizde, bunun en güzel örneği, fetret devri’dir. 1402-1413 tarihleri arasını kapsayan bu süreç; öncesi ve sonrasıyla, hem önemli bir kaos, hem de nizam intizama geçişin başlangıcıdır. Bu dönemde oluşan temel sorunlara çözüm getiren düşünce ve eylem planı, ülkeyi 500 yıl götürmüştür. Çöküş de, bu düzenin eseri olan, “tımar sistemi”nin bozulmasıyla başlamıştır.
Rahmetli Kemal Tahir’in, (Osmanlı sarayına aşçı olarak yerleşmiş bir Macar casusun ülkesine gönderdiği mektuba dayandırdığı) yorumu çok önemlidir.
Rapor-mektubun tarihe ışık tutan kısmı mealen şöyledir:
“(…) Beylerin ve paşaların malı, padişahtan daha fazla olmaya başlar. Çünkü, ganimetten alınan paydan, padişah devlet için harcama yaparken, beyler ve paşalar, varlıklarını büyüttükçe büyütür.
Hiçbir harcama yapmaları gerekmiyordu. Savaşta esir olan oğullarının kurtulmalığını bile padişah ödüyordu.”
Bu durum, öncesinde devletin gevşemesini, ardından Timur kasırgasını, sonra da fetreti getirdi.
Tarih okumasını sürdürelim:
Yıldırım Bayazıt dönemi 1389-1402 yılları arasında, sonrası 11 yıllık fetret. Daha sonra 1. Mehmet (Çelebi) dönemi 1413-1421.
2. Murat dönemi ve toparlanma.
En önemli kırılma noktası da burada.
Hazine tamtakır. Beylerin, paşaların malı, mülkü ve hükmü, padişahtan da fazla. 19 yaşında padişah olan Sultan Murat, hem savaşçı, hem de akıllı; sistemin böyle yürümeyeceğini görüyor ve çare arıyor. Bu arayış, Molla Şemseddin Fenarî ile yollarını kesiştiriyor. Fenarî, ikta sisteminin toprak için gerekli olduğunu, “Toprak Allah’ındır, kişisel mülkiyete konu olamaz. Ancak kullanım hakkı şahıslara verilebilir” diyor. Hz. Ömer’den Abbasiler’e, Selçuklu’ya kadar geçmiş uygulamaları da hatırlatıyor. Padişah da bu fikre ikna oluyor.
1421’de padişah olan 2. Murat, 1444 yılına kadar bu düşünceyi olgunlaştırır. Beyler ve paşalar bunu hissedince, 49 yaşındaki Sultan Murad’ı, tahtı bırakmaya mecbur ederler. 10 yaşındaki oğlu Mehmet tahta geçer (1444). Mehmet’in padişahlığı iki yıl sürer, haçlı ordusu tehlike arzedince, Sultan Murat yeniden tahta geçer. 1451 yılına kadar “ikta”dan kaynaklanan tımar sistemini oluşturur. Beylerin, paşaların, şimdiden sorun olmaya başlayan, ileride ülkenin başına bela olacağı tahmin edilen mal birikimi, bu yolla önlenir. Daha sonra Fatih Sultan Mehmet(1451-1481), “Fatih Kanunnamesi” diye anılan düzenleme ile, devleti, sağlıklı bir biçimde, sağlam temeller üzerinde yapılandırılır.
Osmanlı’nın kuruluşunda emeği geçen, şimdi çıbanbaşı olmaya başlayan önemli aileler yerine, enderundan yetişmiş “ülkesiz, ailesiz, kimsesiz” devşirme bey ve paşaların ülkeyi yönetmeleri, bu olayı pekiştiren bir uygulamadır.
Bu dokunuş, toprak mülkiyet rejimini değiştiren bu radikal düzenleme; Osmanlıyı, “din ve devlet/mülk ve millet” amaçlı, temelleri sağlam, emperyal bir yapıya dönüştürmüştür.
Bu tarihi bilgi, bugün de, bize önemli bir tıkanışı algılatmakta ve çıkışın yolunu göstermektedir. Bir noktaya odaklanmaktadır:
Günümüzde tıkanan tarım sistemine ve bu tıkanmanın nedeni olan toprak mülkiyet rejimine…
Hiçbir ülkenin, herhangi bir alandaki sistemi, değişmez değildir. Aksine zaman ve zemine göre, yeni ve bilimsel çözümlerle, sistem kendini yenilemeli, diri tutmalıdır.
Hiç kimse, hiçbir konuda sözünün üstüne söz konulmazlardan da değildir.
Bu yüzden, yazının başlığını, hepimizi kapsar bir biçimde, “Hepimiz İçin Tarım” koydum. Bu konsepti hep birlikte algılamalı, değerlendirmeli, anlamalı ve eksiksiz bir biçimde uygulamalıyız.
Bunu şöyle düşünmek mümkün: Tarım, son yüzyılda baş döndürücü bir biçimde değişti. Geçmişte endüstriye, son yıllarda hizmet; sonra da bilgi sektörüne kaptırdığı önemi, yeniden kazandı.
Tarım olmayınca, hiçbir şeyin olmayacağı anlaşıldı.
Yüzyıllar, binyıllar öncesine dönüldü.
Buğday, yeniden stratejik bir ürün olmaya başladı.
“Gıda eşittir sağlık” gibi yeni ve gerçekçi bir algı oluştu.
Doğal kaynakların sürdürülebilirliği ve çevre, olması gereken yere, en öne çıktı.
Bir yandan hızla artan nüfusa yeterli gıdayı temin etmek, diğer yandan sağlıklı gıdayı, doğal kaynaklara zarar vermeden elde etmek gibi hassas bir denge oluştu.
Bu yeni durum, bitkisel ve hayvansal üretim, orman, çevre ve gıdanın “tarım” adı altında, aynı bağlamda ele alınmasını gerektiriyordu. Ayrıca 26 yağış havzasının gereklerine göre, tarım yeniden düzenlenmeliydi.
Dünya, bu durumu çoktan kavradı.
Ama biz,-ne yazık ki- henüz o noktanın kıyısında bile değiliz.
Roma’da, senatör Cato’nun (Tarım Üzerine adlı kitabından çok yararlandım) “Kartaca yıkılmalıdır!” diye senato konuşmalarını bitirdiği gibi, hepimizin de “tarım” algımız değişene kadar, “tarım!” demesi gerekir. Çünkü, yeryüzünü/doğayı, doğru algılayıp ona göre strateji belirlemek, geleceğe dönük siyasetin ana kuralı olmalıdır.
Yeni arayışların başlatılması, durağanlığın aşılıp, hayata uyan, değişken bir modelin belirlenmesi gereklidir.
Geçmişte, Beş yıllık kalkınma planları, “tarım şuraları”ndaki öneriler ve siyasi partilerin programları, teferruata boğulmuş hayalleriyle tıkanıp uygulanamadıkları için kavanozda, ilaçlı su içinde eriyen düşük çocuklar gibi yok olmuşlardır.
Artık yolun sonuna gelindi.
Sorunun temelinde çarpık toprak ve su düzenimiz; yani tarım yatıyor.
Ülkemize özgü bir çelişkidir bu. En önemli olması gereken konunun önemsiz sayılması durumu, geri ülkelerin gerçeğidir.
Ve ülke, her seçimde düzeleceğine, biraz daha geriye gidiyor.
Herhangi bir rapor, A4 kâğıdının bir yüzünden fazlaysa, onun hiçbir zaman uygulanmayacağını bilmeliyiz.
Bu ülkede kalıcı ve iyi işler yapanlar, ülke sorunları üzerinde, deneyime dayanan bilimsel düşüncelerini, ortamını bulunca uyguladılar ve sonuç aldılar.
Siyasî erk, yetişemediği anlık sorunları çözmeye çalışıyorsa, geleceğe yönelik geniş vadeli bir uygulama planı yoksa, mutlaka yorulup naçar kalacak ve pes edecektir.
Ardından, aynı iddialarla başkaları pes etmeye gelecektir. Bu çark da böylece sürüp gidecektir.
Ne zamana kadar?
Çözülemez kördüğümü, kılıcıyla kesip atacak birisi gelinceye kadar.
Aslında çözümsüzlüğün nedeni, her iktidar adayına hazırlanan birbirinin benzeri raporlardır.
Çözümsüzlüğün nedeni, bu rapor kalabalığında boğulan siyasi yapılardır.
Çözümsüzlüğün nedeni, hayalî mecburî istikamet levhalarıdır.
Popüler olanı savunmak, bilimi değil de, bir nevi “halk dalkavukluğu”nu öne çıkaran politikalar, ülkeyi biraz daha geriye götürür, milleti biraz daha yoksullaştırır.
Onun için siyasal partiler, halka bilimsel gerçekleri anlatmalı, tarihin ve bilimin gereklerini uygulamalıdır.
2002-2023 arasında 21 yıl iktidar olmuş siyasi yapıya ve ülkeyi yönetme iddiası taşıyan siyasi birlikteliğin üzerinde mutabakat sağladığı siyaset programına dokunmadan, tarım konusunda olması gerekeni söylüyoruz.
Ülkeyi ve halkı sevmek bunu gerektirir.
SONUÇ OLARAK
Elbette ki, nice canlarımızı kaybettik, insanlar varlıklarını yitirdi, ülkenin bir kısmını yıkıp geçti deprem.
Herkes mahzun.
Yıkımın büyüklüğü karşısında çaresiz .
Deprem, bilime aykırı olanı yıktı; çürük binayı, temelsiz sistemi yerle bir etti.
Bu bize çok şey öğretmiş olmalı.
Ardından sel geldi.
Neden rahmet, zahmete dönüştü, ölüme ve yıkıma evrildi?
Yanlışlıklar yüzünden.
Doğru olmayan politikalarımızı çamur boyası gibi yüzümüze vurdu, geçti.
O meyilli alanlar, bilimin kuralları gereği teraslanarak bölgelerine göre meyve ormanları yapılmış olsaydı; su hem sel olmaz, hem de yararlı olarak toprağa dönerdi.
Dere yatağına ev, tarım toprağına yapılar ve soyup soğana çevirdiğimiz, çırılçıplak bıraktığımız dağlar…
Bir damla yağmur düştü, çıplak ve eğimli topoğrafyada, toprağı mücellâ, geçirimsiz hale getirdi. Ondan sonra gelen her damla birikip aktıkça sel yarıntıları oluştu; bitişe bitişe büyük bir ırmağa dönüştü ve şehirlerimizi vurdu.
Yerel politikalar, merkezi siyaset yapılanması, ne derseniz deyin, belki yüzyılların yanlış uygulaması; bu yoksul, bu mazlum, bu çaresiz insanların, hem malını, hem canını aldı gitti.
Bu felaketler, Türkiye’deki siyasi yapının, ilgili kurumların, millet olarak hepimizin aklını başına getirmeli değil mi?
İktidardakilerin ve iktidar olmaya hazırlananların radikal politikalarla gelmesi gerekmez mi?
Bu bize çok şey öğretmiş olmalıydı.
Turpun büyüğü torbada.
Öyle bir susuzluk, kuraklık ve çölleşme geliyor ki, ülkeleri batıracak derecede ve sonu da kıtlık. İsrail ve Arabistan gibi ülkeler, yıllardır çölü cennet etmeye çabalarken, biz, cenneti çölleştirme aymazlığındayız.
Akıllı insanlar ne yapar? Suyu en çok neresi harcıyorsa, oraya tedbir alır. Suyun %74’ünü tarım kullanıyor. Üç tedbir var, damlama sulamaya geçmek; suyunu, kendisi bulacak ve yağışı, yüzey akışa geçmeden yerinde tutacak meyve ormanları kurmak; başta buğday olmak üzere, kuraklığa dayanıklı tohumlar geliştirmek.
Bu ülkeyi yeni baştan kurmak yani.
Türkiye’nin toprak ve su düzeni külliyen değişmelidir. Bu verimsiz, hantal, bilim dışı düzen terk edilmeli, tarihi gerçeklere, insan yapımıza, dünyanın bugünkü gereklerine, bilime uygun yeni bir yapı ortaya konmalıdır.
Acaba, aklımızı başımıza devşirmek için deprem ve selin hüznü yetersiz mi kaldı? Bir de kuraklık mı kavurmalı bizi?
Gerisini, Anadolu evliyası Büyük Yunus, Yunus Emre Hazretleri söylesin, belki, ülkemizdeki politikayı ve politikacıları o uyarır:
“Tıfl-ı nareste gibi eteğin at edinüp
Ele çevgan almadan meydan arzu kılarsın”
“Meraklısı için not: Eskiden küçük erkek çocuklar(tıfl-ı nareste) zıbın giyerlerdi. Zıbının eteğini at başı gibi kaldırıp, at sesleri çıkararak, at yürüyüşünü taklit eder, koşarlardı.
Çevgan ise, atla oynanan, çevgan sopasıyla topu yönlendiren zor bir oyundur. Usta biniciler oynar. Bir bakıma bugünkü polonun atası .
Meydan da halkın seyre çıktığı yer, yani bugünkü siyaset meydanı!”
Siyasi programlar; “tarım, orman, gıda, çevre ve -nedeni tarım olan- sağlık” konusunda, bugünkünden farklı olmalıdır.
Türkiye yeniden yapılandırılırken, “insan”a odaklanmalıdır.
Gıda tüketen herkes, tarımdan yüzde yüz sorumludur.
———————————————-
Kaynak:
https://www.karar.com/gorusler/hepimiz-icin-tarim-1747925