Prof.Dr. Recep KÖK Hocamız ile son dönemde mâlî piyasalarda, özellikle de dolar kurunda yaşanan hareketliliğin sebepleri üzerine konuştuk…
─ Hocam, ne acıdır ki, bu “yas günü”nde mesleki sorumluluklarımız bakımından ekonomi konuşmak istiyoruz. Amerikan Doları karşısında Türk Lirasının son üç ay içinde yaklaşık % 15-16 nispetinde değer kaybettiğini görüyoruz. Dolardaki bu yükselişin sebebi nedir?
2016 Yılında Dolar Kurunun Seyri
─ Haklısınız, hepimiz sorumluluklarımızdan kopmadan ödevimizi yerine getirmek mecburiyetindeyiz. Türk milletinin terör belasına bir kez daha maruz kaldığı, İstanbul’da 40’a yakın şehit polisimiz ve sivil vatandaşlarımızın naaşları önünde boynumuzun büküldüğü bu “yas günü”nde, ihanet şebekesi-örgütlere karşısı teyakkuz halindeki ruh halimizle, infiale kapılmadan, milli tarih şuuru ve sorumluluk ahlakıyla nöbette olmalıyız. Şehitlerimize Allah’dan rahmet, 150 nin üzerindeki yaralı insanımıza şifa duasıyla sözlerime başlamak isterim.
Hemen şunu belirtmeliyim ki, iktisat bilimi penceresinden okumaya ve açıklamaya çalışacağımız son olayları değerlendirirken; iktisadi olaylar ne kadar evrensel, küresel ve yerel dinamiklerin etkisi altında olursa olsun; siyasetçinin ve hükümetlerin ödevi bu küresel olgular ile yerel menfaatler/imkanlar sepeti arasındaki dengeyi mili menfaat ölçeğine oturtmak ve istikrar süreci içinde toplumun refahını yükseltmektir.
Bu bağlamda kurlardaki yükselişler/inişler, bu dalgalanmaların uzantısı olarak Türk Lirasındaki %16 değer kaybı bir sonuçtur. Türkiye dalgalı kur rejimine 2001 de geçti. 1 dolar karşılığı 1,5 dolarla, bugün 3,48 dolara çıktı. Bunun sebeplerini iktisat diliyle açıklamalıyız elbet. Ancak, burada Sayın Cumhurbaşkanı’mızın yaptığı çağrıya atıf yapmamız gerekir: Yerel dinamikler veri iken, uluslararası “operasyonel” olgulara dikkat çekip, elinde ABD doları tutan ve önemli ölçüde küçük tasarruflarını koruma güdüsüyle hareket eden, tasarruflarını yastık altı tabiriyle âtıl bırakan vatandaşlarımıza ve işlemlerini dolarla yapan kamu kuruluşlarına, “Türk lirasına sahip çık” çağrısı oldukça yerindedir ve biraz da geç kalınmış bir çağrıdır. Bu sıcak çağrıyı vatandaşımız olumlu karşılamış, ilk etkiyle TL nispeten değer de kazanmıştır. Bu adımlar dalgaların kısmî sönümlemesine katkı yapmıştır. Bana göre bu çağrının beklentiler yönüyle, kaynakların doğru yerde ve doğru zamanda kullanılması açısından millî şuur üzerinde yaratacağı kalıcı etki daha önemlidir. Çünkü, her insan homo-economicus olduğu kadar, özü itibariyle dayanışma ve merhamet kültürüyle beslendiği sürece homo-sosyolojikus dur. Özellikle, “birey”lerin topluma karşı “körleştiği” zamanlarda “Devlet” adamlarının davranışsal alana yönlendirici müdahalesi “millî ve yerel” boyutta “uyaran” etkisi yaratır. İktisat biliminin retoriği içinde yer alan “beklentiler” hipotezi üzerinden, olumlu algı yaratacak fiskeleri de ihmâl etmemek gerekir. Dünyadaki kur dalgalanmalarıyla birlikte TL’nin kısmî olarak daha fazla değer kaybının arkasındaki sunî payı, rasyonal bir algı ile yönetmek gerekir. Yapılanın da bu olduğu kanaatindeyim.
Fiilî duruma gelince, sizin de belirttiğiniz gibi orta ve uzun vadede uygulanan ekonomi politikalarını değerlendirmek, konuyu akılcı/rasyonel boyutuyla ele almak, politika yapımcılarına yol göstericilik açısından daha sağlıklı sonuçlar elde etme çabasına katkı yapacaktır, diye düşünüyorum.
─ Bâzı uzmanlar, dolardaki yükselişin; dış etkenlerden ziyâde, iç etkenlerden kaynaklandığını, ileri sürüyorlar. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Bu görüşe hangi ölçüde katıldığımı, hangi boyutuyla katılmadığımı evet/hayır ötesinde irdelemek isterim. 100-150 yıllık dünya deneyimi göstermektedir ki, kur hareketleri, özellikle de 10 yıllık aralarla ortaya çıkan iktisadî buhranlar yurt içinde düzenleyici kaynak tahsisinin ve uluslararası servet aktarımlarının ana dinamiklerinden biri olarak görülür. Yakın tarihi esas alırsak, 2007 de başlayıp 2008 de etkisi derinden hissedilen, 2016 da başlayıp etkisi 2017 de daha derinden hissedilme ihtimali yüksek olan bu gelişmeyi doğru okumak mecburiyetindeyiz. Siyasetçinin iktisat bilimiyle olan bağı ne kadar soyo-psikolojik yanlı ise, iktisatçının, iktisadi olayları açıklamadaki rasyonelliği o kadar objektif ve yansız olmalıdır. Bu mesele iktisat ve siyaset etkileşiminden ziyade olaylar karşısında sorgulamayı bilim ekseninden ve iktisadi temel göstergeler üzerinden yapma zorunluluğudur. Okurken/dinlerken rakamlar sıkıcı olsa da, doğru işlenmiş/modellenmiş rakamlardan elde edilmiş sonuçlar boyutuyla üzerimizdeki etkisi can yakıcı olduğu kadar, yol gösterici de oluyor. Benim bakış açım, felsefî ve politik olduğu kadar, matematiğin diline inandığım için araştırmalarım daha çok tahmin tekniklerini kapsayan politika önermeleri yönlüdür. Burada sermaye hareketlerinin arka planını sadece dış borç göstergelerine bakarak neler oldu, neler olabilir, sorularınıza göre cevap vermek isterim. Bu kadar karmaşık olayı bana tanıdığınız zaman içinde bütün yönleriyle ele almak mümkün değil tabii…
Dünyadaki gelişmeler ve Türkiye özelinde şunları kastediyorum;
Birincisi, 2009 yılında dünya dış borç stoku 57 trilyon ABD doları, bunun yaklaşık 13 trilyonu sadece ABD ye ait; 2016 yılı itibariyle bu borç stoku, 17 triyon dolara ulaşmış ve GSMH içindeki pay % 94 düzeyindedir. Yurt içi tasarruf yetersizliğine bağlı olarak başvurulan borç skalası üzerinde neden duruyorum, borçlar verimli/üretken mal üretimine değil de, israf kültürü ve lüks tüketime yönelirse, 2008 yılında dünya ülkeler toplamında, türev/balon piyasalardan gelen yükle birlikte aileler 34 trilyon dolar değerindeki mal ve hizmetleri ─üretmeden─ tüketmiş olur ki; bu da kaçınılmaz bunalım demektir. Bu, ekonomik yükün etkin araçlarla, uluslararası finans akım pozisyonları ve yaratılan aktarım mekanizmalarını bulma zorunluluğunu getirir. Bu ne demek, Sayın Cumhur Başkanımızın siyasi olarak, özelikle gelişmekte ve az gelişmiş ülkeler adına dillendirdiği potansiyel olarak “dünya beşten büyüktür” serzenişi oldukça anlamlıdır. Nitekim Orta doğudaki yangın ve PYD/YPG-DAİŞ gibi örgütler üzerinden yeni devletçikler oluşturma için düzenleyici savaşların ana aktörü olma işlevini dikkate alırsak; buna iktisadî olaylar bağlamıyla ortaya çıkan etkileri ilâve edersek; ülkeler ve tüketici aileler üzerinden fiilî yansımalar, kaçınılmaz olarak yoksullaşan ve yurtsuzlaşan sosyal kesimlerin artmasına yol açmaktadır. Hatta fert başına milli gelir göstergesi yönüyle 40.000 doları aşan Kuzey Amerika insanı (bizim insanımıza göre dolar cinsinden 4 kat fazla gelire sahip), dünyada gelir dağılımı bozulan en kötü ülkeler sıralamasına Meksika dan sonra ikinci ülke konumundadır. Dünyayı kaynak tahsisini zımni olarak üstlenmiş olan, yaklaşık 150-200 çok uluslu şirketi kontrollerinde tutan 225 Dünya kapitalisti, dünya toplam katma değerinin %50 sini, dünyanın geriye kalan bütün girişimcileri de %50 sini meydana getirirse, “yorgun ve kindar maddenin içinde yaşayan, doymak bilmeyen hırslarla sürünen, egemen materyalizmin türevlerine sıkışan dünya insanının iki yakası bir araya gelmez”. Bu açıdan ABD merkez bankası, dünya “senyoraj” hakkını elinde bulundurarak dünya piyasalarının dolar arzına egemen olduğu için, piyasadan istediği kadar para çekme araçlarını etkin bir şekilde yönetebilmektedirler. Örneğin “faiz, döviz ve kontrol altındaki sömürge ülkelerden çıkarılan petrol ve benzeri emtea fiyatlarını belirleme gücü”ne bağlı olarak dünya ekonomisinin genişleme ve daralma politikaları üzerinde kısmen egemendirler. Örneğin, hafızalarda canlı kaldığını ümit ettiğim, “Irak petrol rezervleri Allah’ın Amerikan halkına bir bahşidir” şeklinde ABD eski Başkanı Bush’un ağzından dünya kamuoyuna verilen mesaj oldukça ibret verici idi. Hatta Birleşmiş Milletler Kalkınma Teşkilatı’ndan tutun, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Kredi Derecelendirme Kurumları vb. kuruluşlar da, tanımlanmış emperyalist güç odaklarının koyduğu kurallar üzerinden, “âkîl adamlarla” ikna odası kurumları olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda ulusal ekonomiler nezdindeki petro-dolar fazlalığı (1974-1975), kıtlık ve balon ekonomi yaratma (2007-2008) potansiyelleri çerçevesinde sermaye akımının uluslararası yönünü tayin edebilmektedirler.
Burada dış etken meselesinde şu soruyu kendimize soralım ve cevabını daha geniş bir ortamda vermeye bırakalım derim: Birinci dünya ile üçüncü dünya arasındaki bölünmenin kalıcı olduğu sanılmakta iken, birinci dalga ile Asya’nın kaplanları (Hong Kong,Singapur, Tayvan ve Güney Kore) ortaya çıkmış; ardından gelen ikinci dalga ile de Güneydoğu Asya’nın yoğun nüfuslu ekonomileri ve Çin’in şaşırtıcı yükselişi karşısında “yeni dünya düzeni”ne farklı bir ivme kazandırılmıştır. Yirminci yüzyıl biterken, kaplanları ve kaplan olma yolundaki ülkeleri, ABD dahil bunalıma götüren “Grizu/Metan Gazı” (kendi tabirim) nasıl birikti? Hangi düzenleyici güç, bugün yaşanan düzenleyici savaşı yürütmektedir. Çok dikkatli konuşmamız ve doğru akıl yürütmemiz gerekmektedir. Bugün yaşadığımız Ortadoğu yangını ve terör sarmalı hangi “çınkı” ile ardarda gelen patlamaları getirdi? Uluslararası iktisadi bağlamıyla kısaca şunu ifade edelim ki, 1990 yılında gelişmekte olan ülkelere akan özel sermaye tutarı, IMF ve Dünya Bankası gibi Resmi Kuruluşların Üçüncü Dünya ülkeleri nezdinde finanse ettikleri yatırımlar, özel yatırımlar boyutuyla 1997′ li yıllara gelindiğinde 256 milyar dolara ulaşmıştır.
İkinci bir husus, yukarıdaki gelişmelerden ve genişleyen ekonomi pastasından 2003 den itibaren Türkiye de pay almaya başlayacaktır. Ancak burada öz eleştiri yaparak, kendi başarısızlıklarımızı ört-bas etmemek kaydıyla dış etkenlerden büsbütün bağımsız olmadığını belirtmemiz gerekir. Bu sürecin “konvansiyonel desteği” ni küreselleşme olgusuyla ilişkilendirebiliriz. Yine, Türkiye açısından sadece Nisan 1994, Kasım 2000 ve Şubat 2001 finansal krizlerinin ardıl etkileri ve şiddetini dikkate aldığımızda ortaya çıkan “yenidünya düzeni” ve dünya ölçeğinde yoksullaşan kitlelerin konumu ve doğabilecek sonuçları ihmal etmeden, konuyu “tepkiler konsepti” içinde değerlendirmeliyiz.
Burada da öncelikle kalabalıklaşmadan sakınarak yakın tarihli şu göstergelere bir bakalım: Türkiye’nin 2007 Borç stoku 258 milyar ABD doları; bunun 43.148 milyarı kısa vadeli; borç stoku 2014 yılında 408 milyara çıkmış, bunun 133 milyar lirası kısa vadeli; 2016 yılı ortalarında 422 miyarı bulmuş, daraltarak ifade edelim ki, Türkiye nin bir yıl ya da daha az süre içinde dış finansman ihtiyacı 173 milyar dolar; hatta Aralık ayı içinde özel sektörün karşı karşıya olduğu ödemesi gereken yükümlüğü 26 milyar dolardır. Buradan şunu çıkarmalıyız ki, buhran dönemi 2008 de sermaye çıkışı 32 milyar; 2009 yılında ise 26.536 milyar iken; 2014 yılından itibaren net dış borç transferi olumlu bir ölçekle tekrar 21.706 milyarı bulmuştur.
Türkiye’nin net uluslararası yatırım pozisyonunu değerlendirirsek, 2008 yılı yükümlülükleri toplamı 451 milyar iken, 2016 yılı son çeyreğinde 611 milyar dolara çıkmıştır. Bunda yabancı şirket ve kişilerin yaptığı doğrudan yatırımlar, mali yatırımlar, bankaların verdiği kredi miktarları, yanı yatırılan mevduatlar etkendir. Bu yükümlülüklerin 156 miyar doları portföy yatırımlarıdır. Daralma ve genişlemelerin ölçeğini bilmek açısından belirtelim ki, 2006 yılına bu stok yükümlülük yarı ölçekte 84 milyar dolardır. Bu büyüklük en yüksek düzeyi ile 2014 yılında 192 milyar dolara erişmiş, 2016 yılı Eylül ayı itibariyle de 36 milyar dolar azalarak, ekonomi üzerinde negatif bir algı yaratmaya başlamıştır. 2006 yılından 2014 yılına artan 110 milyar dolar sıcak para girişinin iktisadi büyümeye olan katkısının altını çizmekte yara vardır. Nitekim, son on yıl içinde dünya ortalama yıllık büyüme hızı %3,66 iken; Türkiye de dünya ortalaması ile uyumlu olarak %3,77 lik bir artış sergilemiştir denebilir. Burada 2003 yılında düzenlenen ekonominin yeniden yapılanması programının yarattığı imkânlar üzerinden, 2004 yılından itibaren sermaye hareketlerinin kısmen lehimize dönüşünde; on yıla yakın bir zaman diliminde, yıllık 8- 16 milyar dolar düzeyinde olmak üzere “özelleştirme” den sağlanan 65 Milyar dolarlık gelirin, doğrudan yabancı yatırımlar sepetine katkı sağladığını da unutmamamız gerekir.
Şimdi de varlık-yükümlülük dengesine 2008 yılı itibariyle bir göz atalım: varlıklarımız 183 miyar iken, yükümlülüklerimiz 451 milyardı. Bu durumda açık pozisyonumuz 268 milyar olunca, ekonomi küçülmeye başladı, fakirleşme de kaçınılmaz oldu. Dünya buhranının etkisi 2011 den itibaren atlatılınca tekrar 3 yılı aşan bir genişleme süreci doğdu ve 2008-2012 arasında Lira/dolar kuru 1,30 dan 1.80 düzeyine çıkarak %40; 2013-2016 arasında da 1.80 den 3.48 düzeyine ulaşarak, Türk lirası %93 değer kaybına uğradı; bu durum da kaçınılmaz olarak nisbî fakirleşmeyi beraberinde getirdi. Görülüyor ki, döviz açıkları büyüdükçe, son dönem göstergeleriyle özetlersek; her ay kaba bir büyüklükle 11 milyar dolar ihracata karşılık, mal bileşenlerinin zorunluluk arz etiği 17 milyar dolara yaklaşan ithalat dikkate alınırsa; buna iç tasarruf yetersizliğini (%10-11 ler düzeyinde) eklersek, yukarda belirtilen dış finansman ihtiyacının şiddeti ortaya çıkar ki; bu dalgalanmaları tek başına dış mihraklar üzerine atmamız kolaycı bir yaklaşım olur. Burada geleceğe yönelik temel kaygılardan biri de, az önce de belirtilen geçmiş birikimlerimizden sağlanan özelleştirmeye eksenli kaynağın önemli ölçüde azalmış olmasıdır.
Üzerinde durmamız gereken asıl nokta, Türkiye ekonomisinin her şeye rağmen dünyanın ilk 17-18 ekonomisinden biri olması önemlidir. Ülkemizle ilgili tartışılan tehdit ve fırsat stratejilerinden yol gösterici bir ışık bulma ve kendi ışığımızla yolumuzu aydınlatma şansımız nedir? Böyle bir şans mevcut ise bunun itici güçleri nelerdir? Sorumluluk ahlakıyla Tartışmakta yarar vardır.
Türkiye ekonomisini az önce ifade ettiğimiz dalgalanmalardan korumanın ilk yolu TL’ ye sahip çıkma iradesiyle tasarruflarımızı TL üzerinden biriktirmektir. Ancak, insanların bu şekilde hareket etmesi için TL’nin iç değerini koruyan “enflasyon hedeflemesi” politikasının etkin yürütüldüğünden emin olunmalıdır. TL’nin dış değerini düşüren kur artışına gelince, uluslararası para hareketlerinden ve siyasi konjonktürden etkilenen kur artışının belli bir kısmını önlemek, çoğu kez bizim elimizde olan bir şey değildir. Ancak, belirttiğiniz boyutta “kurun iç etkenlerden etkilendiği görüşü” çerçevesinde kur artışının ülke içinden doğan kısmını önlemek de politika yapımcılarının, para ve maliye politikalarını etkin yönetmesine bağlıdır. Yani parasal sistemdeki riskleri azaltmak için makro göstergelerden gelen sinyallerin/şokların iyi izlenmesi gerekir. Ayrıca, kamu kesiminin piyasa yapıcı fonksiyonunu dikkate alınırsa (Hükümetin son ekonomik paketi bu içerikte) mal ve hizmet fiyatları, ücretler, tarifeler ve ihaleler hiçbir şekilde Dolara veya başka bir döviz cinsine endekslenmemelidir. Kamu kesimi fiyat ve ücretleri Dolara endeksleyince, kamu tasarrufunu/davranışını özenle takip eden vatandaş, beklentilerini buna göre ayarlamaktadır. Dolayısıyla “reel faizin” pozitif bir noktada olmasını ve serbestçe belirlenmesini oldukça önemsemeliyiz.
─ Hocam, sorumuza aynı minvâlde devâm edecek olursak, bâzı uzmanlar “15 Temmuz darbe girişimi, başkanlık sistemi konusundaki tartışmalar ve FETÖ ile mücadele kapsamında gerçekleştirilen bâzı uygulamaların yerli/yabancı yatırımcılarda tedirginlik yarattığını; bu durumun kısa vadeli yabancı sermâye girişinin azalmasına yol açtığını; bunun da dolar kurunun yükselmesine sebebiyet verdiğini” ileri sürerken, “asıl sorunun yapısal olduğunu” ileri sürenler de mevcut. Sizce, asıl sebep nedir?
─ Yukarıdaki sorunuzda da bu dinamiklerin nasıl ortaya çıkarıldığına zımnen işaret ettik. Bu bahsettiğiniz taşeron FETÖ nün ekonomik manipülasyonlarda da rol almamış olmaları mümkün değildir. Türkiye tarihi misyonu ve yaşadığı coğrafyanın stratejik önemi yönüyle dünyanın merceği altındaki önemli ülkelerden biridir. İnsan gücümüz ve Türk-İslam eksenindeki medeniyet tasavvurumuz, dünya zenginliklerinin transfer edildiği çağdaş enerji yolunu tutan coğrafya konumumuzdan dolayı, dünya egemenliğini uhdesinde gören, teknoloji canavarı devletlerin kaotik bir dünyada parsa topladıklarını tarih deneyimimiz bir kez daha teyit etmektedir. En başta okyanus ötesinden akıl alan FETÖ, PKK, PYD, YPG, DAİŞ ve benzeri yıkıcı ve bölücü örgütlerin Türkiye’mize tehdit şemsiyesi oluşturdukları hepimizin hemfikir olduğu bir husustur. Millet olarak en başta belirttiğim gibi teyakkuz halinde olmalıyız. Devlet içindeki FETÖ yapılanması, aslında 40 yılı aşan bir GLADYO yapılanmasının soğuk savaş versiyonlarından biridir. 1980 ihtilâlinin ardından dağ kadrosunu oluşturan PKK ve bugünün uzantısı aralarındaki muvazaa şapkalı örgütlerin tamamının ittifak sürecini etkin bir şekilde dünya kamu oyuna anlatmanın ötesine fiili tedbirlerle bu örgütleri etkisiz kılmaya, kendi çukurlarında boğulmaya mahkûm etmeliyiz. Yani bu tehdidi de aşma iradesinden hiçbir zaman kopmamalıyız. Kısacası bu milletin birlik ve bütünlüğünü inşaa eden tarihi birikimini yeniden ihya etmeye mecburuz. Uluslararası akıl ve yabancı kaynaklarla bu ülkenin sarsılmazlığına ve liyakat felsefesine, milli birlik iklimine zarar veren yapıları defetmeliyiz. Maalesef, maalesef ortak taşeronluklar yüklenenlerin, işbirliğinden doğan, dozu zamanla artan bu tehdit 15 Temmuz destanıyla savrulmuştur. Türk Milletinin vicdanı ve halkımızın engin feraseti bu tehditlere papuç bırakmayacağını dünya aleme ispatlamıştır. Bize düşen görev samimiyet ve liyakatla vatan ahlakını işlemek ve her cephede nöbet tutuğumuzu cümle aleme fiili duamız ve eylemlerimizle göstermektir.
─ Türk Ekonomisinde istikrarsızlığa neden olan “yapısal sorunlar” ne(ler)dir?
─ Türk ekonomisinin en temel yapısal sorunu, dünya ekonomisinin genişleme dönemlerinde yaratılan kaynakları etkin fırsatlara çeviremeyişidir. Yani yurt içi kaynakların yanısıra yurt içi tasarruf yetersizliğimizi telâfi mekanizmalarını etkin kullanmamamız, yurt dışı finansman kaynaklarını üretken/prodüktif yatırımlara sevk edemeyişimizdir. Dolayısıyla ihracat malı bileşenlerimizde özellikle teknoloji ve yenilik yaratmada yabancı ekonomilere bağımlılık katsayımızın küçülmesi yerine giderek artmış olması temel handikaptır. Buna emeğin niteliksek dönüşümünü sağlayacak, verimliliği yükseltecek, rekabetçi eğitim ve öğretimdeki yetersizliği de ilâve edersek, Almanya ve ABD gibi ülkelerdeki fert başına düşen milli gelirin, Türkiye ye göre neden 4 kat fazla olduğu anlaşılmış olacaktır. Gelişmiş ülkelerin verimlilikte sağladıkları artış gücü, özellikle teknoloji yoğun sektörlerde 2,5-3 kat daha etkin ve rekabetçi mal ve hizmet üretme konumlarıyla açıklanabilir. Ekonomi politikaları oluşturmak için etkin strateji geliştirme iklimini besleyen alt yapının varlığı oldukça önemlidir. Bir ülkede bunu yapacak olan kurumsal alt yapı zaafiyeti varsa, hükümetlerin politika tercihi taktik refah yaratma kotlarına yönelir ki, bu durum iktidar-muhalefet olgusunu kendi içinde alternatifsiz kılar. Toplumun güven kaybını besler, demokrasinin kural ve kurumlarına saygıyı daha da azaltır diye bilirim.
─ Yakın zamana kadar, pek çok uzman, Türk Ekonomisinin güçlü/istikrarlı olduğunu; refah seviyesinin yükseldiğini; AKP’ nin 2003 yılından sonra girdiği 13 seçimi kazanmasında ─sosyal yardımlarla birlikte─ bu durumun (yâni, ekonomik istikrarın) önemli payı olduğunu, ileri sürmekteydi. “Yapısal sorunlar” niçin etkisini şimdi gösteriyor?
─ İktidar uyguladıkları yaklaşım ve programlardan daha ileri bir politika ve eylem programı gerçekleştirememiştir. Muhalefet de halkı ikna edebilecek yeniden yapılanma ve alternatif strateji teklifleriyle halkı ikna edecek bir yol bulmadıkları için, toplumun geniş kesimleri taassup ölçütünde AKP iktidarına sahip çıkmıştır. Bunda sosyal dayanışma ve özellikle de devletin Anayasasında var olan “Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir devlettir” ilkesini işlevsel kılan AKP iktidarlarının başarısı büyüktür. Bu başarı on yıllık ortada vadede bir seçilme imtiyazı doğurmakla birlikte, toplumun orta yaş üstü ile genç kesimlerinde yarattığı tembellik ve devletten sağlanan sosyal kazanımlarla yetinme güdüsü, daha ileri ve müreffeh hayat standardını yakalama arayışı ivmesini tersine çevirmiştir, diyebilirim. Çalışma hayatının ilerlemeci refah yaratma katkısına zarar vermiştir, diyebilirim. Bu politika tercihi kısa vadede bana göre de gerekliydi, ancak uzun dönemde doğuracağı negatif etki öngörülerek, telâfi mekanizmalarının öngörülmesi ve geliştirilmesi de bir o kadar zarurettir.
─ “Yapısal sorunları” çözmek için, kısa, orta ve uzun vadede neler yapılması gerekiyor?
─ Kısa vadede yapılacak en önemli yaklaşım; ülkenin imkânlar sepetini, dış dünyanın sağlayacağı imkânlar sepetiyle buluşturacak, planlama tekniklerinden etkin yararlanma ve alternatif strateji oluşumlarını üretme ve kalkınma stratejilerini tartışmaya açacak bir güven duygusunun yaratılması gerekir. Orta vadede ekonomide rekabetçi sektör analizlerinden yararlanılarak, ihracat kapsamına giren ürün deseninde yaratıcılık ve teknoloji üretiminde ilerlemecilik eksenli, devletin ana partner, yönetimin girişimci yeteneğine bırakıldığı büyük ölçekli yeni fırsat alanlarını doğuracak kaynak tahsisi ön plana çıkarılmalıdır. Orta ve uzun vadede genç insan kaynağının çalışma disiplinini uyaracak, yurttaşlık bilinci sağlam-vatan ahlâkıyla donanmış olsun; insanı yaşat ki, devlet güçlensin; devleti kural kurumlarıyla etkin kıl ki, yüksek teknoloji rekabetinin bir parçası olasın. Bunun için de gerekli şart, bilimde evrensel değerlere katkı sağlayacak insan tipini yetiştirecek kurumsal yapıyı inşa ve ihya edebilmektir. Teknoloji egemen ülkeler arasında ana oyuncu olma şansının doğması, dünyada gelir dağılımında da öncü ve yol gösterici olma imtiyazını yakalamaya bağlıdır. Toplumsal zenginlikle bireysel zenginlik birbini yok edici değil, tamamlayıcı fonksiyonellikte bütünleşirse sosyal fonksiyonun optimal olacağı kanaatindeyim.
─ AB ile ilişkilerin gerilmesi Türk Ekonomisini nasıl etkiler?
─ İhracat yapımızın, %40-45 oranında AB ülkelerini kapsaması hassas bir konu. Benzer satın alma gücüne sahip alternatif piyasa arayışları, ekonomik menfaatleri kollamanın gerekliliğidir. Elbet haklı Elbet haklı tepkiler sürdürülecek, terör örgütlerine sahip çıkarak, Türkiye’ye düşmanlık sergilemek, vatandaşların karşılıklı olarak moral gücünü ve etkileşim imkanlarını hiçe saymak; bize nispet düşmanımıza dost olanlar veya açık destekçi konuma düşenlerle, hançerlenme pahasına kör AB sevicisi olmak abesle iştigal olur. Ancak, Dünya ve içinde bulunduğumuz coğrafya realizmi, orta ve uzun vadede karşılıklı işbirliğini zaruri kılmaktadır. Bana göre Avrupa Türkiye’den vazgeçmez, Türkiye’nin de ilişkileri koparma lüksü yoktur. Siyaset kısa dönemli konjonktürü uzun mesafeli, miyop olmayan bakış açısından görme sanatıdır. AB ülkelerinin mevcut siyasetçilerinin bizim öngördüğümüzü, öngörmedikleri düşünmek hem onlara, hem de Türk siyasetçilerine yapılacak bir haksızlık olur.
─ Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütüne üye ülkelerle iktisâdî/siyâsî ilişkilerini geliştirmesi, AB ile ilişkilerde yaşanan gerilimin ortaya çıkaracağı sorunları dengelemesi mümkün mü?
─ Türkiye’nin AB müzakerelerinde AB ülkelerinin yürüttüğü diplomasiyi mahcup edecek atakları yapması kendi menfaatimiz açısından da bir gereklilik. Her koşulda Şanghay İşbirliği Örgütüne üye ülkelerle iktisâdî/siyâsî ilişkilerini geliştirmemizde yarar vardır. Serbest ticaret anlaşmaları yaparak yeni pazar alanları bulmak orta vadede ödevimizin bir parçası olmalıdır.
─ Gelecek 30-40 yıl içinde Asya’nın dünyâ ekonomisindeki payında muazzam artışlar meydana geleceği, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye ülkelerin dünya ekonomisindeki paylarının, AB ve ABD’nin paylarına eşit düzeye yükseleceği yönünde tahminler yapılıyor. Eğer bu tahminler sağlıklı araştırmalara dayanıyorsa, Türkiye’nin sözkonusu ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye çalışması doğru bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir mi?
─ Az öncede belirttiğim ilkeler doğrultusunda, atılan adımları doğru buluyorum. Diğer teknik detay araştırma bulgularını değerlendirmemize ve karşılıklı mevzuatı incelememize bağlı.
─ Son olarak, Türkiye’nin önde gelen İktisat Hocalarından birisi olmanız münâsebetiyle, Türkiye’yi yönetenlere, yatırımcılara ve sâde vatandaşlara ne gibi önerilerde bulunmak istersiniz?
─ Çok şey konuştuk, öncelikle iltifatınıza teşekkür ederim. Bu soruya araştırma bulgularından cevap vermeye kalkarsak, uzun gider.. Ama İmam Gazali’nin özlü bir sözünü hatırlıyorum. Henüz iktisat, bilim disiplini olarak bilinmez iken, akıl süzgecinden, anonim İslâm kültüründen çıkarttığı bir söz: “gerekli yere harca, gereksiz yere harcama”. İktisat bilimi hem tüketim davranışlarını, hem de üretim ilkelerini açıklayacak bir sürü aksiyom ve varsayımlarla, matematiksel teoriler aracılığıyla bu iki ilkenin rasyonelliğini ispata çalışıyor. Her üretici aynı zaman da tüketici olduğuna göre basiret ve feraset diyorum. O da kendi aklımızı kullanma, başkasının aklı ve bize sunduğu kolaycılıklara aldanmama ilkesiyle bütünleşmek demektir.
─ Özetle, kendini mutlak akıllı kabul eden ve akıl gücüyle herkesi aldattığını zannedenler; aslında bencilliği üzerinden yaratılmış refah putundan zarar görecek olanlardır. Nobel ödüllü Arrow’un dediği gibi, “bireysel ve sosyal tercihler eşanlı olarak optimal olmadıkça soyal fonksiyon optimal olmaz”. Onun içindir ki, SOSYAL DÜZEN BUHRANDADIR, dolayısıyla DÜNYA KAYNAK TAHSİSİNE YÖNELİK «DÜZENLEYİCİ SAVAŞLAR» hepimizin canını yakmaktadır, ve artan şekilde de acıtmaktadır. Burada Misak-ı milli sınırlarımız içinde sınır güvenliğimizi teminat altına almak ve Türkmen –Arap etnisite gözetmeksizin mazlum insanların yaşama hakkına sahip çıkmak amacıyla, her tür düşman-terör örgütüne karşı mücadele veren Türk askerinin, muzaffer olması duasıyla sözlerimi bitirmek isterim.
─ Kırmızılar Âilesi olarak, verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ediyoruz, Kıymetli Hocam…
─ Ben de, Aile üyeleri olarak beni de fikir-düşünce sofranıza davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Okuyucularımıza da Saygı ve sevgilerimle…