“Almanya’dan Amerika’ya göç eden Yahudi bir ailenin kızı Margaret Marcus (1934-2012) Mevdudi’nin müridiydi. Müslüman olunca Meryem Cemile adını aldı. Arap milliyetçiliğine şiddetle muhalefet eden ‘Siyasal İslamcı’ Cemile; ‘Müslüman için vatan seccadesini serdiği yerdir.’ demiş, ‘Milliyetçilik ırkçılıktır, İslam’a aykırıdır.’ iddialarını savunmuş ve ‘Siyasal İslam’ın Arap coğrafyasında yayılmasına katkı sağlamıştır. 1961-1967 sürecinde ve sonrasında yazdığı kitap/makalelerle milliyetçi-dindar Araplar ile Siyasal İslamcı Arapların bölünmesine sebep olmuştur. Cemile’nin ‘milliyetçi dindarlık kötüdür, siyasî ümmetçilik iyidir’ merkezli kitap/makaleleri, görünmez eller tarafından milyonlarca basılıp Araplara dağıtılmıştır. 1970’lerden itibaren bu hastalık Türkiye’ye de sirayet ettirildi.” (Kurtoğlu, 2010) Ayrıca, Cemile’nin Ziya Gökalp hakkında ağır eleştirilerin yer aldığı bir kitabı 1970’lerde Türkiye’de dağıtılmıştır.
*****
Şerif BUDAK
Huntington, “Medeniyetler Çatışması” kitabında kesin bir önyargıyı ifade eden “İslam: Kenetlenmeden yoksun bilinç” alt başlığının açıklamasında: “Egemen ulus devletler fikri, Allah’ın egemenliği, ümmetin önceliği fikriyle uyuşmaz. Devrimci bir hareket olarak İslamcı köktendincilik, tıpkı Marksizm’in enternasyonal proletarya lehine ulus devleti reddetmiş olması gibi, İslam’ın birliği lehine ulus devleti reddeder” diyor. (Huntington,2006: 258)
İslam dünyasının bin parçaya bölünmüş hâli ortada olduğu için Huntington, rahatlıkla “İslam, kenetlenmeden yoksun bilinç” diyebilmektedir. İslam âleminin hâlihazırdaki durumu, özü itibarıyla rahmet ve birlik dini olan İslam’dan değil, Müslümanların marazlı zihniyetlerinden kaynaklanmaktadır.
“Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” diyen Peygamberimizin hadisi ve Al-i İmran suresi 103. ayetinde: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın!” emrine rağmen Müslümanlar parçalanıp, bölünmüşlerdir. Kur’an, açık bir ifadeyle “Çekişip birbirinize düşmeyin; çözülüp korkuya kapılırsınız, gücünüz elden gider!” (Enfal suresi-46) uyarılarına rağmen Müslümanlar bin parçaya bölünmüş ve her alanda zayıf düşmüşlerdir. Allah’ın emirleri yerine, uydurulmuş dogmatik inançları din edinmiş, ayrışmışlardır.
Müslümanlar, millet gerçeğini ve millî devletler fikrini reddetmeye devam etmektedir. Ancak her Müslüman millet, kendi içinde birliğini sağlayıp millî devletini kurmadan ve siyasal bağımsızlığını elde etmeden İslam birliğinin sağlanabilmesine imkân yoktur.
İslamcı köktendinciler, tıpkı Huntington’un belirttiği zihniyete sahiptirler. “Millî devletler, Allah’ın hâkimiyeti ve ümmetin birliğine aykırıdır” iddiasıyla reddettikleri millî devlet fikrine şiddetle karşı çıkarlar. Hatta millî devlet fikrini savunanları tekfir ederler. Ama etnik/mikro milliyetçilikleri meşru görür, pek itirazda bulunmazlar.
Ömrünün önemli kısmı Ortadoğu’da ve Türkiye’de geçmiş olan CIA istasyon şefi Graham Fuller’in bilhassa “İslamsız Dünya” isimli kitabı bir itirafname niteliğindedir. İslamcıların fikirleri, icraatları ve Batı ile ilişkileri hakkında oldukça çarpıcı tespitlere yer vermiştir.
Oliver Roy, Batılı istihbarat örgütleri hesabına, silah tüccarı kimliğiyle Afganistan’a gitmiş, işgalci Rus askerlerine karşı savaşan cihatçılar arasında bulunmuş. Afganistan ve Pakistan’da on yıl kadar kalmış olduğu için Siyasal İslamcıları hem fikir hem de muameleleriyle çok yakından tanımıştır. Dolayısıyla “Siyasal İslam’ın İflası” isimli meşhur kitabını, sahada şahit olduğu tespitlere göre yazmıştır.
Samuel Huntington, Graham Fuller ve Oliver Roy birbirinin aynısı denilebilecek kadar benzer olan tespitlerinde: “İslamcı köktendincilerin küresel emperyalist güçlerden aldıkları destekle Müslüman milletlerin kendi millî devletlerini kurmalarına engel olduklarını” belirtmektedirler. İslamcıların dogmatik fikirleri sebebiyle; Müslümanlar devletsiz, çaresiz, öz yurtlarında parya, Avrupa’ya sığınabilme ümidiyle ölümü göze alıp denizlerde boğulan ve emperyalistlerin lütfettiği kadar nefesle yaşayabilen, iradesiz canlılar hâline gelmişlerdir. Kur’an’a ve Peygamberin sünnetine aykırı olarak uydurulmuş ve bir ideolojiye dönüştürülmüş olan İslam anlayışından dolayı Müslümanlar sefalet içinde hayata tutunmaya çalışmaktadırlar.
İslam’ın siyasal ideolojiye dönüştürüldüğünün farkında olanların tepkileri
İslam’ın, Kur’an’ın Kerim’in hükümlerine aykırı olan siyasal bir ideolojiye dönüştürülmesinden şikâyetçi olan birkaç akademisyen, Müslüman olan ünlü düşünür Roger Garaudy’nin çok düşündürücü tespitlerine dikkat çekmektedir. Garaudy; Maverdi tarafından yazılan kitabı incelemiş ve demiş ki: “Hilafet teorisinin kurucusu Maverdi, İslam’da devlet yönetimi hakkında ‘El Ahkâmı Sultaniye’ isimli eseri yazmış. Fakat kitapta Kur’an’ın toplum yönetimine ilişkin en önemli prensibi olan şuraya hiç yer vermemiştir.”
‘El Ahkâmı Sultaniye’ incelendiğinde, “İslam halifesinin Kureyşli olması” şartı ile başladığı ve onunla bitirdiği görülmektedir. Kur’an’da emredilen; “meşveret”, “emanet” ve “liyakat” prensiplerine ise hiç yer vermediği görülmektedir. (bk. Maverdi, El-Ahkâmü’s Sultaniye)
“Yaptığı araştırmalar sonucunda, ‘Siyasal İslam, Kur’an’daki Müslümanlık değildir, Amerikan-Batı İslam’ıdır, ideolojisidir’ diyen Garaudy’in belirttiği gibi İslam dini, siyasal bir ideolojiye dönüştürülmüştür.” (Kurtoğlu, 2010)
“İslam’ın siyasal bir ideolojiye dönüştürüldüğü” gerçeğinden çok bahseden ve ömrünün önemli kısmını Siyasal İslamcılığa hasretmiş olan Dücane Cündioğlu’nun defalarca ikrar ettiği gibi: “İslamcılık, Müslümanların değil, Batı’nın ideolojisidir; yalnızca duygusu yerli. İslamcılık tamamen siyasî bir icattır. İslamcılığa ihtiyacı olan biz değil, Batılılardır. İslamcılık, Batılıların bizi yönetmesini kolaylaştırıyor.”
Dinî duygular üzerinden yürütülen sistemli algı operasyonlarıyla zihinleri bulanıklaştırılan Müslümanlar, istismar edilerek manipüle edilmektedir. Kur’an’a aykırı görüşler “gerçek İslam” diye Müslümanlara dikte ettirilmektedir. Düzenlenen sistemli entrikaların önemli aktörlerinden biri Meryem Cemile’dir.
“Almanya’dan Amerika’ya göç eden Yahudi bir ailenin kızı Margaret Marcus (1934-2012) Mevdudi’nin müridiydi. Müslüman olunca Meryem Cemile adını aldı. Arap milliyetçiliğine şiddetle muhalefet eden ‘Siyasal İslamcı’ Cemile; ‘Müslüman için vatan seccadesini serdiği yerdir.’ demiş, ‘Milliyetçilik ırkçılıktır, İslam’a aykırıdır.’ iddialarını savunmuş ve ‘Siyasal İslam’ın Arap coğrafyasında yayılmasına katkı sağlamıştır. 1961-1967 sürecinde ve sonrasında yazdığı kitap/makalelerle milliyetçi-dindar Araplar ile Siyasal İslamcı Arapların bölünmesine sebep olmuştur. Cemile’nin ‘milliyetçi dindarlık kötüdür, siyasî ümmetçilik iyidir’ merkezli kitap/makaleleri, görünmez eller tarafından milyonlarca basılıp Araplara dağıtılmıştır. 1970’lerden itibaren bu hastalık Türkiye’ye de sirayet ettirildi.” (Kurtoğlu, 2010) Ayrıca, Cemile’nin Ziya Gökalp hakkında ağır eleştirilerin yer aldığı bir kitabı 1970’lerde Türkiye’de dağıtılmıştır.
Meryem Cemile, Milliyetçi Araplarla Siyasal İslamcı Arapları kamplaştırarak birbirine düşürdüğü için İsrail’e çok büyük hizmetlerde bulunmuştur. Bugün birçok kaynakta MOSSAD ajanı olduğu belirtilen Cemile’nin ajanlığı tartışmalı olsa dahi İsrail’e büyük hizmetler yaptığı asla tartışılamaz. Zira Arapların 1967 Arap-İsrail savaşındaki yenilgisinde Cemile’nin payı büyüktür. (Kurtoğlu, 2010)
Zulüm ve işgallerden kurtulmaya çalışmak yerine, bütün enerjilerini birbirlerini yok etmek için sarf eden siyasal İslamcı Araplar ile milliyetçi Arapların içine düştükleri gaflet sebebiyle Ortadoğu’da yaşanan ağır hezimetler, Kurdoğlu’nun bu yorumlarıyla çok önemli bir hakikati ortaya koyduğunu göstermektedir.
Allah’ın yeryüzünde Hâkimiyeti
Siyasal İslamcıların can simidi gibi sarıldıkları “Allah’ın yeryüzünde hâkimiyeti” tezinin menşei ve esas işlevi netleştirilmeden bu mevzuların anlaşılabilmesi mümkün değildir. “Hüküm vermek Allah’a aittir” iddiasıyla ayaklanan Haricilerden kalma bu slogan hakkında Hz. Ali “kendisiyle batıl kastedilen hak bir söz” demiştir. Müslümanları birbirine düşüren Batılı müsteşriklerin “Milli devletler Allah’ın hâkimiyetine aykırıdır.” görüşünü savunan İslamcılar’la aynı fikirde olduklarını görmekteyiz.
Hâkimiyet tartışmaları yeni değil; 7. yüzyılda başlamış, günümüzde devam etmektedir. Başta Seyyid Kutub olmak üzere İslamcıların ısrarla savundukları “Allah’ın yeryüzünde hâkimiyeti” fikri, Haricilikten intihal edilmiştir. Kendi görüşleri haricindeki görüşlerin tamamını kayıtsız, şartsız reddeden İslamcı köktendincilerin “Allah’ın emri, İslam’ın yegâne doğru görüşü” iddiasıyla savundukları bu fikirler; Hz. Ali’yi şehit eden sığ düşünceli, fanatik, bedevi Arap kabilelerinin savunduğu görüşlerin aynısı ve günümüze taşınan sürümüdür.
İslam tarihinde hâkimiyet tartışmalarını ilk olarak başlatan Hariciler, Muaviye’ye karşı Hz. Ali’nin saflarında savaşırlarken, “Hakem Olayı” sebebiyle halife ordusundan ayrılarak, ayrı bir hizip oluşturan Hariciler, “Hüküm vermek Allah’a mahsustur. İnsanlar hakem tayin edemez.” iddiasında bulunmuşlardır. (Akbulut, 2018: 206)
“Siyasal İslamcılığın devlete karşı ve ulus devletleri ortadan kaldırmayı gaye edinen bir fikir hareketi” olduğunu belirten “20. Yüzyıl Uluslararası Tarihi” isimli kitabın yazarları şöyle yazmaktadır: “Harici hareketi, hakem olayını kabul etmeyenlerin Hz. Ali’nin ordusundan ayrılmasıyla ortaya çıktı. Harici ayrılıkçılar devlete muhalefet eden ilk dinî-siyasî hareket oldu. 20. yüzyılda ulus devletin ortaya çıkması, devlet karşıtı muhalefete yeni bir hız kazandırdı ve onunla birlikte ayrılıkçı hareket de canlandı. İlk meydan okuma, 1950 ve 1960’lı yıllarda Cemal Abdülnasır’ın rejimine karşı çıkan Mısırlı aydın Seyyid Kutub’dan geldi.” (Antoyn Best, Jussı M. Hanhımakı, Joseph A. Maıolo, Kırsten E. Schulze, 2020: 497)
Hakem anlaşması imzalandığı zaman güçlü, cahil bedevi kabilelere mensup olan Hariciler: “Hakeme müracaat etmenin kâfirlik olduğunu, Ali’nin artık kâfir olduğunu, öldürülmesi gerektiğini” şiddetle savundular. “Allah’ın emri olan bir konuda insanların hakemliğine müracaat ediyorsunuz. Hâlbuki hüküm vermek yalnız Allah’a mahsustur. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerdir.” demişlerdi. Hz. Ali’yi her gördüklerinde ona “kâfir” diyen ve bir slogan yüzeyselliğiyle “(Lâ hükme illâ lillah)” diyerek hadlerini aşan Haricilere karşı Hz. Ali, İslam’ın özüne uygun, tarihî bir açıklamayla cevap vermiştir:
“Bu ‘Lâ hükme illâ lillah’ kendisiyle bâtıl kast olunan, hak(doğru ) sözdür. Gerçekten hüküm ancak Allah’ındır; fakat Hariciler, ‘Emirlik ancak Allah’ındır’ demek istiyorlar. Kuşkusuz insanlar için muttaki olsun, günahkâr olsun, mutlaka bir emir gerekir ki; müminler onun emirliğinde çalışsın, kâfirler hayatlarını devam ettirsin. Allah, o emirlikte vadeleri tamamlar. Onun vasıtasıyla fey (vergiler) toplanır, düşmanlarla savaşılır ve yollar emniyette kavuşturulur, zayıfın hakkı kuvvetliden alınır. Böylece iyi insanlar huzura kavuşur, kötülerden kurtarılmış olur.” (Nehcü’l Belâğa, 2011: 62; Ebu Zehra, 1983: 26)
Haricilerin hâkimiyet tezlerinin Kur’an’a aykırı olduğunu ilk olarak ilan eden, onlarla savaşan Hz. Ali’dir. Hariciler, Hz. Ali’yi tekfir etmiş ve sabah namazında kılıç darbeleriyle şehit etmişlerdir.
Kur’an’a göre hâkimiyet
Hâkimiyet görüşlerini; Kur’an’ı Kerim’in En’am suresi 57, Yusuf-40 ile 67 ve Maide 44, 45, 47. ayetlerine dayandıran Hariciler “Hüküm vermek Allah’a aittir. İnsanlar hakem tayin edemez.” sloganıyla ortaya çıktılar. Hz. Ali, Haricilerin bu tezleri hakkında “Kendisiyle batıl kastedilen hak bir söz” demiştir. (bk: Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası)
Böylece, “Kur’an ayetleri yanlış yorumlanmış, Allah’a ait olan ontik egemenlik ile insana ait olan siyasî ve toplumsal egemenlik karıştırılmıştır. Bu anlayış yanlıştır. Yüce Allah’ın İnsanoğluna verdiği gücün/yetkinin de Allah’a ait olduğu düşüncesi, hem İslam’ın istismarına hem de Müslüman toplumların siyaseten ve ahlaken çökmesine sebep olmuştur.” (Akbulut, 1995:153)
Mutlak gücün Allah’a ait olduğu konusunda Müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur. Tartışma, Allah’ın insana hükmetme, hâkimiyeti kullanma gücü olan siyasi egemenliği verip-vermediği konusunda olmaktadır. Hâlbuki Kur’an’da siyasi egemenliğin insana ait olduğu açıkça belirtilmektedir. Yönetim konusunda Allah’ın emri, topluma ait işlerin toplumsal irade tarafından düzenlenmesidir. (Al-i İmran:159; Şura 38) İnsanoğlunun yaradılışı gerekçesinde, onun yeryüzünde “halife” olacağı bildirilmiş; hür iradeli ve kendi adına iş yapacak bir varlık olduğu açıkça belirtilmiştir (Bakara:30 ve En’am:165). (Akbulut, 1995:151)
“Hâkimiyet Allah’ındır” iddiasıyla hükmetmeye kalkmak ve kendi yetkisini Allah’ın iradesi saymak bir ilahlık davası olduğu için kabul edilmesine imkân yoktur. Aslında bu iddia sahipleri Firavunluğa özenmektedirler. Çünkü Firavun da siyasi egemenliğin tanrıya ait olduğunu ileri sürüyordu. Yalnız bir farkı vardı: Firavun, bu hâkimiyeti kullananın Tanrı’nın kendisi olduğunu açıkça söylüyordu. Şuara-29, Kasas-38, Naziat 21-24, A’raf 106-137, Yunus 75-91, Taha 44-76, Mü’min 23-38, Şura 11-60. (Akbulut, 1995:152)
Siyasi hâkimiyetin Allah’a ait olduğu iddiası, teokratik bir iddiadır. İddianın adresi İslam değil, Hristiyanlıktır. Fakat “İslam’ın demokrasi ile bağdaşmadığı” tezi, önce Batı’da ileri sürülmüş, sonra bazı Müslümanlar tarafından benimsenmiş ve Müslümanlara dikte ettirilmiştir. (Akbulut, 1995: 151)
Muhammed İkbal, İlahî hükümranlık meselesi (hükümranlık yetkisinin Tanrı’dan alındığı) hakkında yaptığı izahlarda bunun İslam’la alakasının olmadığını açıklıyor: “Kralların ilahi hükümranlık hakkı ilkesine göre, Doğu’da olduğu kadar Batı’da da kral, otoritesini doğrudan Tanrı’dan alan hükümran olarak görülmüştür. Bu teorinin, Doğu kökenli bir amentü olduğu ve Hristiyanlığın gelişiyle birlikte Batı’ya ithal edildiği anlaşılıyor.” Ayrıca İkbal: “Kraliyet yanlıları bütün Hristiyan krallarının, prenslerinin ve valilerin otoritelerini Tanrı’dan aldıkları görüşünü savunuyorlardı” diyor. (İkbal, 2022: 37-38)
İslam siyasi düşüncesinde iki aşırı ucu teşkil eden Harici ve Şii anlayışlar bu konuda farklı değildir, aynı kanaati paylaşmaktadır. Aralarındaki fark şöyledir: Haricilere göre Allah, siyasi hâkimiyetini Müslüman toplum vasıtasıyla; Şiilere göre ise “masum imamlar” vasıtasıyla gerçekleştirmektedir. Şii anlayışta, “Müslüman toplumun kendine özgü bir gerçekliği yoktur. İmamların otoritesini temin eden şey, imamların ilahî hakkı ve yanılmazlığıdır. Çağın imamını tanımayan toplum İslam toplumu olamaz.” Haricilere göre, Allah’ın vekili toplum iken, Şiilere göre bir birey olan imamdır. Her ikisinde de Allah’a ait olduğu ileri sürülen siyasi egemenlik, Allah’ın vekilleri tarafından kullanılmaktadır. (Akbulut, 1995: 150)
“Haricilerin hatası, otoritenin topluma ait olduğunu kabul etmeleri değil, toplumu oluşturan bireylerden her birinin, kendini toplumun yerine koyarak, toplumsal otorite adına hareket etmesidir.” (Akbulut, 1995: 150)
“Klasik Ehli Sünnet anlayışının da özünde Şii anlayıştan pek farkı yoktur. Eğer Müslüman topluma, siyasi anlamda Allah adına hükmetme yetkisi bir ailenin bireylerine (Hz. Ali ve soyuna) ait ise Şii anlayış; bir kabilenin (Kureyş’in) bireylerine ait ise Sünni anlayış söz konusudur. Aralarında önemli bir fark yoktur.” (Akbulut, 1995: 150)
Hariciler, Yusuf suresi-67 ve Maide suresi-44. ayetinde emredilen “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.” ilahî buyruğunu slogana dönüştürdüler. “Harici isyancıların ‘Hüküm Tanrı’nındır’ sözü, Kur’an’daki amacından koparılmış bir cümledir. Hüküm Allah’ındır, demekle iş bitmiyor, öyleyse Allah’ın hükmü nedir? Sorusunu kimse sormadı. Cahillerin kurnazlığına kimse susturucu cevabı vermeyince, çapulcular kendilerini Allah’ın yerine koyup, hükmün ne olduğunu kendileri istedikleri gibi verdiler.” (Atay, 2019: 223)
Yöneticiler Allah’ın vekili midir?
“Müslümanların siyasi paradigmasında egemenliği kullanan siyasi iktidarın kaynağı olarak Allah görülmüş ve bundan dolayı da devleti yöneten kişinin Allah’ın vekili olduğu varsayımı geliştirilmiştir.” (Akbulut, 1994:150)
Bu varsayımın Kur’an’a aykırı olduğunu belirten Akbulut; Atay’ın Kur’an’a göre Araştırmalar, IV. 37’den aktardığı dipnotta: “Yahudilikte dünyanın egemenliği yalnız Allah’a aittir. Allah, yeryüzünün hükümdarlarını ve imparatorlarını seçer.” ifadelerine yer vermiştir. Bu ifadeler, “siyasi egemenlik yalnızca Allah’a aittir.” tezinin İslam’la akalasının olmadığının delilleridir.
Atay’a göre; “Egemenlik Tanrı’nındır” sözünü söyleyen, kendisini Tanrı’nın vekili görmekte ve Tanrı’nın yerine o hükmün ne olduğunu kendisinin bildiği iddiasında bulunmaktadır.” (Atay, 2019: 229)
Tefsir alanında çok sayıda akademisyen yetiştiren Atay, En’am suresi 6/66; Yunus 10/108 ve Şura 42/6 ayetlerinde “Muhammed yalnızca Allah’ın elçisidir, vekili değildir.” diye emredildiği belirtiliyor. (Atay,2019: 67) Hz. Muhammed’in dahi Allah’ın vekili olmadığını bildiren bu ayetlerden anlaşılacağı üzere “Allah’ın vekilliği” inancı Kur’an’a aykırıdır.
Onat: “Toplumda işler, sıfatı ne olursa olsun tek başına hiçbir kimsenin tekeline bırakılamaz. Kur’an, Hz. Muhammed’in bile işleri, diğer insanlara danışarak (şura prensibi) yürütmesini emretmiştir. (Şura suresi:36-38; Al-i İmran:159) Ayrıca Kur’an’da, ‘Hiçbir şey körü körüne desteklenmemelidir’ (İsra suresi-36) diye emredilmiştir” diyor. (Onat, 1997:189)
Bu ilahî emirler, bütün yetkilerin tek bir kişinin tekelinde toplandığı yönetim şekli olan monarşinin veya saltanatın kesinlikle İslam’a aykırı olduğunun açık delidir. Bütün yetkileri şahsında toplayıp, nefsanî arzularına göre millete hükmetmek şirk olarak değerlendirilebilir. “Krallar, tıpkı vekilleri olma pozlarına büründükleri bir Tanrı gibi, olabildiğince ortalıkta gözükmemeye, halkın önüne çıkmamaya özen gösteriyorlardı.” (İkbal, 2022: 39)
Bir insanın, Allah’ın vekili olduğunu iddia etmesi veya Allah adına insanlara hükmetmesi İslam’a aykırıdır. İslamiyet’in reddettiği, Firavunlar’dan kalma zihniyetin kalıntısı olan sapkın bir düşüncedir.
“İnsan Allah’ın ne naibi, ne kalfası, ne de vekilidir. O yeryüzünde kendi adına hüküm süren, eylemlerinden lehte ve aleyhte sorumlu olan bir varlıktır. Allah için iş yapmak başka şey, Allah’ın yerine iş yapmak başka şeydir. Hiçbir insanın Allah’ın yerine iş yapmaya hakkı ve yetkisi yoktur. İnsan yeryüzünde kendi adına, kendi görevini yerine getirmek durumundadır. Yani, insana verilen yetki ve sorumluluklar söz konusudur. Bu husus Davud (a.s.)’a şöyle hatırlatılmaktadır: “Ey Davud, seni yeryüzüne hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet!” (Sa’d suresi:26) Yüce Allah’ın, insana adaletle hükmetmesini emretmesi, insanda hükmetme gücünün bulunduğunun delilidir. (Akbulut, 1994, s.151)
“Kur’an, adaletle hükmetmemizi emretmekte ve egemenliği nasıl kullanmamız gerektiğini de açıklamaktadır. Kısaca Kur’an’a göre hükmetme, egemenlik yetkisi insana Allah tarafından verilmiştir. İnsanın egemenliği, Allah’ın egemenliğinin bir alternatifi değildir.” (Akbulut, 1994: 152) Ancak, Allah insana kayıtsız şartsız hükmetme, egemen olma yetkisini vermemiştir. Kur’an’ın belirlediği ana ilkelere (ilahî emirlere) titizlikle bağlı kalmak şartıyla hükmetme yetkisini vermiştir.
İslam idare sistemi kısaca; Kur’an’ın emri olan adaleti uygulamak, toplum meselelerine istişare yoluyla çözüm bulmak, emaneti ehline vermek, bilhassa atamaları liyakat esasına göre yapmak, emanete ihanet etmemek ve maslahata uygun, yani işleri toplum yararına olacak şekilde yapmaktır.
İslamcı köktendincilerin hâkimiyet görüşlerinin kaynakları
İslamcı köktendincilerin “Allah’ın yeryüzünde Hâkimiyeti” hakkında referans kabul ettikleri başlıca eserler, Seyyid Kutub’un “Yoldaki İşaretler” kitabı ile Mevdudi’nin “Kur’an’ı Kerim’de Dört Terim” kitabıdır.
Seyyid Kutub, İslam toplumunun ölçüsünü “Allah’ın hükümlerinin (şeriatın) hayatın her alanında hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde eksiksiz uygulanmasıdır.” ifadeleriyle belirlemiştir. Kutub, sıklıkla kullandığı “cahiliye” ile birlikte önemli bir kavramı öne çıkarmaktadır: “Hâkimiyet.” “Allah’ın yeryüzündeki egemenliği anlamına gelen hâkimiyet, cahiliye kavramından bağımsız değildir.” diyor (Kutub, 2020: 71)
“Cahiliye kavramının temel unsurunun, Allah’ın yeryüzündeki hâkimiyetine, ulûhiyetin en belirgin vasfı olan ilahî otoriteye el koymaktır. Cahiliye düzeni, hâkimiyeti -Allah’tan alıp- insanlara vererek, onları birbirinin rabbi konumuna getirmektedir.” (Kutub, 2020: 12-13)
“Bugünün cahiliye anlayışı; bu sapıklığı, Allah’ın izin vermediği konularda kavramlar, değer yargıları, prensipler, kanunlar ve uygulamalar ortaya koyma hakkının kendisine ait olduğunu iddia ederek yapıyor.” (Kutup, 2020: 12-13)
“La ilahe illallah” sancağı dalgalandırılmadıkça insanlar sırf Allah’ın kulları olamazlar. Hâkimiyet sırf Allah’a mahsustur. Allah’tan gelenin dışında hiçbir şeriat, hiçbir hukuk düzeni yoktur. Hiç kimse, başkası üzerinde egemenlik kurmaya yetkili değildir.” (Kutub, 2020: 17) “Hâkimiyetin sırf Allah’a ait olduğu inancını benimseyen, Allah’tan başkasının hâkimiyetine dayanan her türlü statüyü reddeden bir Müslüman cemiyetin kurulması gerekir.” (Kutub, 2020: 22)
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O, size sırf kendisine kulluk etmenizi emretti.” Yusuf süresi-40. “Allah’a ait olan hâkimiyet yetkisini haham ve rahiplerin dışında başkalarına veren bugünkü insanlar, şirk ve küfürle nitelenmeye çok daha müstahaktırlar” diyor. (Kutub, 2020:112)
“Cahiliye toplumu sınıfına, Müslüman olduklarını iddia eden toplumlar da girer.” diyen Kutub: “Bu toplumlar, Allah’tan başka hiçbir varlığın ilahlığına inanmamakla birlikte ulûhiyetin başlıca vasıflarını Allah’tan başkasına verip, onların hâkimiyetini kabul etmekle düzenlerini, hukuk sistemlerini, değer yargılarını, ölçülerini, adetlerini, kısaca hayatlarının bütün boyutlarını bu uyduruk hâkimiyet kaynağına dayandırmaktadırlar” demiştir. (Kutub, 2020:113)
Ulu Allah yönetenler, egemenler hakkında buyuruyor ki (Maide-44): “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridirler.” (Kutub, 2020:113)
Kutub’un şaheseri sayılan “Yoldaki İşaretler” kitabından alınan bu görüşler yeni değildir; 7. yüzyıldan beri İslam dünyasında tartışılmaktadır. Fikir sefaletinin yoğunluk kazandığı buhranlı dönemlerde bu görüşler çok taraftar bulabilmiştir. Oysa Haricilerden intihal edilen hâkimiyet görüşünün Kur’an’ın ahkâmına aykırı olduğunu ilk olarak ilan ederek, karşı çıkan Hz. Ali’dir. Hz. Ali, bu sebeple Harici çapulcular tarafından şehit edilmiştir.
“Seyyid Kutub’un görüşleri çok taraftar bulduğu gibi, eleştirenler de olmuştur. ‘Yoldaki İşaretler’i neşrettiği yıl esere reddiye olarak bir kitapçık yayımlamış (Kahire 1964). Bunu 1965’te Ezher’den verilen bir fetva takip etmiştir. Fetvada, Kutub tarihteki Hariciler’in üslûbunu kullanmakla suçlanmıştır.” (Görgün, 2009: 67)
Kutub’un bazı fikirleri kendi dava arkadaşları tarafından da eleştirilmiştir. İhvan-ı Müslimin’in lideri Hasan İsmail el-Hudeybî, 1969’da hapisteyken yazdığı kitapta (1977) Kutub’un ismini zikretmeksizin görüşlerini eleştirmiştir. Hâkimiyet, cahiliyet, tekfir ve yönetim konularına açıklık getiren Hudaybî’ye göre, şehadet kelimesini hâkimiyetle ilişkilendirmek ve amelsiz imanın olmayacağını ileri sürmek yanlıştır. Günümüzde Müslümanları cahiliyetle suçlamak da doğru değildir; onların ancak bilgisiz oldukları söylenebilir. 1982’de İhvan’ın üçüncü lideri Ömer et-Tilimsânî Kutub’un görüşlerinin sadece kendisini bağlayacağını belirterek onun yazdıklarıyla örgütün resmî görüşleri arasına mesafe koymuştur. Kutub ve Mevdûdî’nin arkadaşı olan Hasan en-Nedvî de Mevdûdî ve Seyyid Ḳuṭub başlıklı eserinde (Kahire-1980) hem Mevdûdî’yi hem siyasî hâkimiyetle ulûhiyet arasında irtibat kurduğu için Kutub’u eleştirmiştir.” (Görgün, 2009: 67)
Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler kitabının ilki, Abdülkadir Şener’e ait (Ankara 1966) olmak üzere çok sayıda Türkçe tercümesi yapılmıştır. Fakat ne yazık ki, Kutub’un görüşleri hakkında Türkiye’de şimdiye kadar akademik bir eleştiri yapılmamıştır.
Hariciler, kendilerini haklı göstermek için Kur’an ayetlerinin arkasına sığınmış ve ayetleri işlerine geldiği şekilde yorumlamış; “Allah’ın emri budur”, “bizim görüşümüz kesinlikle doğrudur” diyerek tezlerini dayatmışlardır. Oysa, olması gereken Hz. Ali’nin yaptığı gibi; “Ben, bu ayeti böyle anlıyorum. Fakat Allah’ın muradının ne olduğunu, yani neyi emrettiğini ancak kendisi bilir.” şeklinde objektif ve tutarlı davranabilmektir.
Akbulut: “Allah’ın insanoğluna verdiği gücün/yetkinin de Allah’a ait olduğu düşüncesi, hem İslam’ın istismarına hem de Müslüman toplumların siyaseten ve ahlaken çökmesine sebep olmuştur.” diyor. Afganistan’da cihatçılar arasında kalmış olan Roy tecrübelerine dayanarak diyor ki: “İslami bir toplumun gelişi, devletin çöküşünü beraberinde getirir.” (Roy, 2005: 93) Hem devlet hem de toplumun çöküşüne mani olabilmek için öncelikle Kur’an’ın emirlerini en doğru şekilde anlamak, inanç ve düşünce sistemlerini tashih etmek gerekir. İslam’da devlet düşmanlığı yoktur. Dolayısıyla devleti yıkmak veya devletin gücünü zaafa uğratmak değil, milletin refahını sağlayabilecek güce sahip bir millî devleti kurmak gerekir. Bunu gerçekleştirebilmek için vahiy ve aklın ışığında çözüm bulmak ve köklü bir düşünce inkılabını gerçekleştirebilmek için kapsamlı tefekkür şarttır.
Siyasal İslamcıların millî devletlere düşmanlıklarının sebepleri
Millî devletler, İslam’ın hükümlerine aykırı değildir ve İslamiyet millî devletlere karşı değildir. Millî devletlere düşman olan ve şiddetle karşı çıkan siyasal İslamcılardır. Millî devletlere düşmanlık fikrinin İslam dışı birtakım merkezlerden İslamcılara dikte ettirildiğini Batılılar yazmaktadır. Başta B.Lewis, S.Huntington, G.Fuller ve O.Rov olmak üzere Batılı fikir ve istihbarat uzmanları, ‘İslam dünyasında, milliyetçiliğe karşı köktendinciliğin Batılılar tarafından desteklendiği’ itiraflarında bulunmuşlardır. Bu itiraflar, milliyetçilik ve devlet düşmanlığı fikrinin Batılılar tarafından İslamcılara aşılandığını göstermektedir.
G.Fuller “İslamsız Dünya” isimli kitabında, İslamcıların milliyetçilik ve millî devletlere düşmanlıkları hakkında diyor ki: “Milliyetçilik” kavramının şeytanî ve bölücü bir Batılı icadı olduğunu düşünen pek çok İslamcı, bu saydığımız nedenlerden, Arap milliyetçiliğine düşmanca yaklaşıyordu. Aslında en büyük korkuları Türkiye örneğinde gerçeğe dönüşecekti.” (Fuller, 2010: 279) Yani, ‘Arapların da Türkler gibi kendi millî devletlerini kurması ihtimalinden çok korktuklarını’ itiraf eden Fuller, bu kanaati Araplara aşılayanların da Batılılar olduğunu yazmaktadır.
“Yeni Ortadoğu Kimliği” konulu konferansta İstanbul’da konuşan (1996) Bernard Lewis, “Türk kimliği, Arap kimliği gibi kimliklerin yapay olduğunu iddia etmiş ve dinî kimliği ön plana çıkarmıştır.” (A. Bulut, 2013) “İslamcı köktendincilik, Allah’ın egemenliği lehine millî devletleri reddeder.” diyen Huntington da Lewis gibi, dinî kimliği ön plana çıkarmış ve İslamcıların fikirleri hakkında doğru teşhiste bulunmuştur. Zira İslamcı köktendincilerin “egemenlik”, “millet”, “devlet” algıları tam anlamıyla Huntington’un açıkladığı gibidir.
Huntington “Medeniyetler Çatışması”nda; Arapların Avrupalılar tarafından bölündüğünü, Arap birliğinin engellediğini yazmaktadır: “Arap dünyasında var olan devletler, çoğunluğu itibariyle Avrupa emperyalizminin kaprisleri değilse de keyfi birer ürünüdür. Avrupa devletleri, Arap milletini böldü ve Pan-Arap devlet asla hayata geçirilemedi.” (Huntington, 2006: 258)
“Emperyalizm Müslümanları bilhassa Arapları parçalayıp böldü” itirafında bulunan Fuller ise; “Emperyalizmin Müslümanlara bıraktığı trajik miraslar: Araplar kendi başlarına bırakılmış olsalardı bugün varlığını sürdüren Arap devleti sayısı kesinlikle daha az olurdu. Bugünkü Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin’i kapsayan Büyük Suriye gibi bir tabloyla karşı karşıya kalabilirdik. Ortaya çıkan bu yapay devletler, sözde bağımsızlıklarını elde etmişlerdir” diyor. (Fuller, 2010: 281)
“Araplarda, genelde Müslümanlar arasındaki siyasal bağlılık, Batı’da görülen yapının tersidir. Modern Batı’da siyasal bağlılığın doruğu ulus devlettir. Dile, dinî topluluklara veya medeniyetlere daha az bağlılık hissedilir. Ulus devlete bağlılığı gösteren çizgi ölçeğinde, Batı’da görülen bağlılıklar çizginin ortasında zirveye ulaşırken, bağlılık yoğunluğu eğrisi ters bir U çizer (Millî devlete bağlılık en üst seviyeye yükselir). İslam dünyasındaki bağlılık yapısı ise, bunun tam tersidir. İslam’ın bağlılıklar hiyerarşisinin ortasında bir çukur vardır (Millî devlete bağlılık yoktur).” (Huntington, 2006:257)
Huntington, Arapların millî devlete ilgisiz kalışlarını şöyle açıklamıştır: Arap toplumları ve siyasal sistemlerinde kabilecilik ve din(İslam) daima belirleyici bir rol oynamaktadır. Aslında, kabilecilik ve din; Arap siyasal kültürü ve Arap siyasal aklını şekillendiren, belirleyen en önemli etkenler ve değişkenlerdir.” (Huntington, 2006:257) Milletleşme şuurundan yoksun olan Arapların siyasal aklını şekillendiren başat faktör hiç şüphesiz kabileciliktir.
Batılılar milliyetçiliğe karşı köktendinciliği desteklemektedir
İslam dünyasında milliyetçiliğe karşı İslamcı köktendinciliğin desteklendiği gerçeğini, Prof. Noam Chomsky 18.01.2013’te Boğaziçi Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada itiraf etmiştir. “Arap dünyasında milliyetçiliğe karşı köktendincilik desteklendi” diyen Chomsky: “Arap dünyasında planlama uzmanlarının önündeki temel endişe milliyetçiliğin yükselişiydi. Burada milliyetçiliğe karşı köktendincilik desteklendi. Önemli bir örnek: 1967’de İsrail, müttefiki Suudi Arabistan’la birlikte Nasır’ın Mısır’ını hedef aldı.” itiraflarında bulunmuştur.
Fuller, Batılı emperyalistlerin darbeler yaparak, İslam ülkelerinin milliyetçi-Müslüman devlet başkanlarını tahttan indirdiğini yazmaktadır: “İran’ın petrollerini millileştirmesine engel olmak amacıyla, ülkenin demokratik yollarla seçilen ilk başbakanı Musaddık 1953’te ABD ile İngiltere tarafından devrilmişti. Petrol politikası, büyük güçler tarafından Müslüman toprakları üzerinde oynanan çok tehlikeli, yüksek riskli bir oyun olarak varlığını sürdürmektedir.” (Fuller, 2010: 281-282)
“20. Yüzyıl Uluslararası Tarihi” kitabında: “Muhammed Rıza milliyetçilerle başa çıkamadı. Milliyetçilerin lideri, İngiliz-İran Petrol Şirketi’ni 1951’de millileştiren Başbakan Musaddık’tı. İran siyasetinin gittiği yönden rahatsızlık duyan Britanya ve ABD Musaddık’tan kurtulmak için Şah’la birlikte ona tuzak kurdular. Şah 1953’te Britanya, ABD’nin yardımıyla tekrar iktidara geldi.” yazılmaktadır. (Best, Jussı Hanhımakı, Maıolo, Schulze, 2020: 499)
Musaddık olayını ABD kaynaklarında araştıran Prof. İskender Öksüz olayı şöyle aktarır: “1953’te Eisenhower ABD’nin başkanı olur. İngilizler taleplerini yeni başkana değişik bir hikâyeyle götürürler. Musaddık’ın komünist eğilimler taşıdığını, her an Sovyetler’e kayabileceğini söylerler. Yeni başkan ikna olur ve emrini verir. Musaddık’ı devirecek timin başında ABD Başkanı Rosevelt’in torunu Kermit Rosevelt vardır. İkinci darbe teşebbüsü başarılı olur, CIA uzmanlığı ve parasıyla sürgünden getirilen Şah tahta oturur. İran tek adam diktatörlüğüne döner. Şah İran’a dönerken yanındakilerden biri Humeyni’nin hocası Ayatollah Abolqassem Kaşani’dir. Kaşani’nin talimatıyla Fedaiyan-ı İslâm üyesi Humeyni de Musaddık’a karşı CIA operasyonunu destekler. Darbeden sonra Şah iktidarı ve ABD petrol şirketleri ise BP’nin bir kısım hisselerini devralır.” (Öksüz, 2019)
ABD’nin Vietnam’daki Mai-Lai köyü katliamını ortaya çıkaran ünlü gazeteci Stephen Kinzer ‘Şahın Bütün Adamları’ isimli bir kitap yazmıştır. Musaddık’ya yapılan darbeyi, Kinzer’in bitabından aktaran Dreyfuss: “Darbe hakkında yeni öğrenilen husus, Kaşani ve Humeyni’nin operasyona verdikleri destektir” demiştir. (Dreyfuss, 2005: 118-119) Musaddık’ın devrilmesi, siyasal İslamcıların emperyalistlerle işbirliğini ortaya koymaktadır.
Nasır milliyetçidir, o halde düşmandır ve Nasır’a karşı yaptırılan vekâlet savaşı
Mısır’ın zengin petrol yatakları yoktur, sömürülecek zenginlik kaynağı, Süveyş Kanalı’dır. İngiltere, Fransa ve İsrail’le anlaşır, Süveyş’i işgale kalkar. Fakat Amerika’nın muhalefetiyle karşılaşınca çekilir. Nasır ABD’yi de pek dikkate almaz. Bir başka güç olan SSCB de Nasır’ın peşindedir, ama umduğunu bulamaz. Nasır, Arap milliyetçisidir ve Arap egemenliğini kimseye devretmek, paylaşmak istemez. ABD, asker falan göndermez. Fakat Mısırlı birilerine vekâlet vererek, içerden Nasır’a darbe yapmak niyetindedir. Tam Ekim 1954’te, İngiltere’nin iki yıl içinde Süveyş’ten çekilmesini öngören anlaşmanın imzalanması sırasında, İhvan emperyalistlere vekâletten harekete geçer. Mısır hikâyesinin bu safhasını, eski CIA üst düzey mensubu Miles Copeland şöyle anlatmaktadır:
“Nasır ve ‘faşist yandaşları’na karşı aniden büyük bir saldırıya geçen Sovyet basını, aynı anda Müslüman Kardeşler’i Mısır’daki ‘en güvenilir antiemperyalist güç’ diye methediyordu. CIA [Kahire’deki istasyon] şefi, Washington’a bir telgraf çekerek İsraillileri aynı çizgide yayın yapmaya ikna etmelerini istedi. İsrail, İhvan’ın Nasır’ı devirebilme kabiliyetine vurgu yapmalı ve İhvan’ı öyle övmeliydi.” (Copeland, 1969:184)
“Benna ve Kutub’un Batı ve emperyalizm aleyhtarı teşkilatı emperyalistlerle işbirliği yapar hâle gelmişti. İhvan birinci derecede Batı’nın ahlâk ve din bozucu etkisine karşıdır. İhvan’a göre ülke ve millet önemsiz olduğu için ülkenin fizikî varlıkları da metafiziğinin (dinî inancın) yanında önemsizdir.” (Öksüz, 2019)
Fuller, Amerika ile Müslüman Kardeşler’in işbirliğini şöyle açıklamaktadır: “Washington, 1950’lerin sonlarında Mısır’da Nasır yönetimine muhalif Müslüman Kardeşler örgütüne para sağlamış, Suudileri de aynı şekilde (Nasır’a karşı) muhalefet etmeye zorlamıştı.” (Fuller, 2010: 283)
Müslüman Kardeşler’in kullanılması, Mısır’la sınırlı değildir. Çünkü İsrail, İhvan’ı Suriye’ye ve FKÖ’ye karşı da kullanmıştır. İhvan’ın İsrail tarafından kullanılması emperyalizm ile Siyasal İslamcıların işbirliği hakkında tekerrür eden önemli bir kanıttır.
Emperyalist güçler, Müslüman bir ülkede milliyetçi dirençle karşılaştıklarında milliyetçileri uzaklaştırmak için ya kontrol edebilecekleri bir diktatör buluyor yahut da siyasî İslam’ı kullanıyorlar. Filistin’de İhvan’ı Filistin milliyetçisi olan FKÖ’ye karşı kullandılar. Suriye’de Baasçı milliyetçilere karşı İhvan’ı kullandılar. Nihayet Afganistan’da siyasal İslamcıları bir başka emperyalist olan Rusya’ya karşı kullandılar.
Dreyfuss yazdığı kitabın “İsrail’in İslamcıları” bölümünün ilk paragrafında şunları yazmıştır: “ABD karşıtı bloğun iki üyesi Suriye ve FKÖ kendilerini Müslüman Kardeşler ve Müslüman sağının yürüttüğü iç savaşların içinde buldular. Müslüman Kardeşler örgütünü iki ABD müttefiki, İsrail ve Ürdün destekliyordu. ABD, Şam ve Yaser Arafat’ı sarsacak karışıklıkları müttefikleri vasıtasıyla el altından teşvik ediyordu.” (Dreyfuss, 2005:190)
Richard Dreyfuss, New York Times’ın eski muhabirlerinden David Shipler’den dinlediklerini şöyle nakletmiştir: “İslamcıların bazen siyasî bakımdan İsrail’e yararlı olduğunu düşünürdük. Çünkü İslamcılar, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün seküler destekçileriyle kavga içindeydiler. Gazze Şeridi’nin İsrail askerî valisi Tuğgeneral Yitzak Segev, ‘İslami hareketi FKÖ ve komünistlere karşı finanse ettiklerini anlattı. İsrail Hükümeti bana bir bütçe tahsis etti, askerî hükümet bunu camilere bağışlıyordu.’ İhvan’ın lideri Yasin; ‘FKÖ Allah’a hizmet etmiyor, FKÖ sekülerdir; İslamlaşmadan bizi temsil edemez.’ diyordu. Filistinli İslamcıların doğasında milliyetçiliğe ve Filistin devletinin kurulmasına muhalefet vardı.” (Öksüz, 2019. Bk. Emperyalizm Milliyetçilik ve İhvan)
“ABD, İsrail’in İslamcıları desteklediğinin farkındaydı. CIA kıdemli analisti Martha Kessler, ‘İsrail’in Filistin milliyetçiliğine karşı İslâmcılığı geliştirdiğinin farkındaydık’ diyor. Brzezinski ise, İsrail’in bu politikasını toptan uyguladı. ABD, Brzezinski’nin Yeşil Kuşak teorisini Türkiye dâhil, Asya’nın tamamına uyguladı.” (Dreyfuss, 2005: 197-198)
Milliyetçilik hareketlerini engelleyen vekâlet savaşçıları: İslamcı köktendinciler
Fuller “İslamsız Dünya” isimli kitabında “Sömürgecilik Karşıtı Radikalizm ve İslam” başlığı altında çok düşündürücü olan şu ifadelere yer vermektedir:
“İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Ortadoğu’nun ideolojik sahnesine sol görüşlü milliyetçi ideoloji hâkim olmuştu. Nasır’ın Mısır’dan yaydığı milliyetçilik mesajı yankılanmaya devam etmektedir: Batı’nın Ortadoğu’ya müdahale etmesinin kınanması, Müslümanlardan kendi enerji kaynakları üzerinde bağımsız denetime sahip olmalarının istenmesi, Batılı ülkelerin Ortadoğu’daki askeri üslerinin kaldırılması, mal ve mülkleri ellerinden alınmış Filistinlilerin kanayan yarasına adil bir çözüm bulunması…” (Fuller, 2010: 282) Nasır’ın bu çağrısına en sert muhalefet İslamcılardan gelmiştir. Emperyalistlerin verdikleri görevleri eksiksiz yerine getiren İslamcı köktendincilerin, İslam ülkelerini işgal eden ve kaynaklarını sömüren Batılılara karşı herhangi bir mücadele veya itirazları pek görülmemiştir.
Allah yolunda cihat ettiklerini iddia edenler, İslam dünyasının Batı tarafından sömürülmesine karşı çıkmak yerine, zulme engel olmaya çalışanlarla savaşmışlardır. Siyasal İslamcıların bütün düşmanlık ve mücadeleleri, emperyalizme karşı mücadele edenlerle savaşmak olmuştur. Örneğin, Batılıların sömürü, işgallerine karşı şerefle mücadele vermiş olan; başta Atatürk’e, eski İran devrik Başbakanı Muhammed Musaddık’a ve eski Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdülnasır’a karşı “cihat” ilan etmişlerdir.
Graham Fuller, Washington yönetiminin Müslüman Kardeşler örgütüne para verdiğini yazmaktadır: “Washington, 1950’lerin sonlarında Mısır’da Nasır yönetimine muhalif Müslüman Kardeşler örgütüne para sağlamış, Suudileri de aynı şekilde muhalefet etmeye zorlamıştı. Ayrıca bu örgüt ile birlikte çalışarak 1962 yılında Yemen’de Nasır yanlısı yönetimin devrilmesine yardımcı olmuştu. İsrail de aynı oyunu oynamıştı: İsrail, İslamcıların milliyetçilere oranla daha rahat yönetilebilir oldukları gibi aptalca bir inanç içerisinde, 1960’lı yıllarda Hamas lideri Şeyh Ahmet Yasin’i hapisten çıkarmış ve Yaser Arafat önderliğindeki Arap milliyetçisi FKÖ’ye karşı kullanacağı bir araç olarak İslamcı Hamas’a para aktarmıştı. Aynı İsrail 2004 yılında Ahmet Yasin’i bir suikast sonucu öldürecekti.” (Fuller, 2010:283)
Fuller, Batı’nın varlığına tahammül edemediği, yok etmeye çalıştığı milliyetçilik şuurunu nasıl bir tehdit olarak gördüğünü şöyle açıklamaktadır: “1950-60’lı yıllarda Batı’nın Ortadoğu’daki menfaatlerine yönelik en büyük tehdit olarak Arap milliyetçiliğinin görüldüğünü zaman zaman unutuyoruz. Böylesi bir ortamda Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere; İran ve Suriye’deki liderleri devirmek, Mısır’ın siyasi sahnesini kendilerine göre oluşturmak amacıyla gizli operasyonlar düzenlemişti. Bugün akıllara hayret verici gelse de ABD ve İngiltere İslamcıları çoğunlukla milliyetçi Arap yönetimlerini ve Sovyetlerin bölgedeki çıkarlarını zayıflatmanın silahı olarak görmüştü.” (Fuller, 2010: 282)
Fuller’in ifşaatlarına benzer itiraflarda bulunan CIA’nın önemli diğer bir elemanı Oliver Roy diyor ki: “Amerikalılar İslamcılığı hiçbir zaman ideolojik bir düşman olarak görmediler. Radikallerin (ulus devlet taraftarı milliyetçilerin) ayağını kaydırmak için, fundamentalist muhafazakârlığı desteklediler: Suudi Arabistan, Pakistan, Numeyri’nin Sudan’ı, Müslüman Kardeşler’in ve bütün muhafazakâr fundamentalistlerin kültürel plandaki Batı karşıtlığını, ehven-i şer olarak kabul ettiler. Körfez Savaşı’na kadar, radikal İslamcıların geniş kesimlerini desteklediler. Afgan Hizb-i İslam örgütü, 1989’a kadar Amerikalılar tarafından silahlandırıldı. Cezayirli FİS, Tunuslu Gannuşi de öyle.” (Roy, 2005:174)
ABD çeşitli ülkelerde kendisine yakın yönetimleri görevde tutabilmek amacıyla, düşmanca yönetimler, gizli operasyonlar veya doğrudan askeri müdahalelerle devirmekten asla çekinmemiştir. ABD müdahalelerinin listesi baş döndürücüdür. (Fuller, 2010: 283) “İslam olmasaydı Washington, dönemin radikal milliyetçilik hareketlerini zayıflatacak veya yok edecek başka ideolojik kuvvetler bulacaktı.” (Fuller, 2010:283)
Soğuk Savaş’ta Komünist bloku oluşturan SSCB’nin mücadeleyi kaybetmesinden hemen sonra aradıkları yeni düşmanı bulmuşlar. Yeni düşman, Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” kitabında tanımlanmıştır.
Adeeb Khalid, “Komünizm Sonrasında İslam” isimli kitabında: “Huntington’ın medeniyetler çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı kitabının son ABD baskısındaki, İslam’ın yeşil simgesi ile Amerikan bayrağının (bütün Batı’yı temsil eden) savaştığı kapak resmi, bu çatışmanın basit göstergesidir” diye yazmaktadır. (Khalli, 2011: 18)
“Küresel politika medeniyetler politikası olmaktadır. Süper güçlerin rekabeti yerini medeniyetlerin çarpışmasına bırakmıştır.” diyen Huntington: “Yenidünyada en yaygın, önemli ve tehlikeli anlaşmazlıklar sosyal sınıflar, zengin ve yoksul veya diğer ekonomik olarak tanımlanmış gruplar arasında değil, farklı kültürel varlıklara ait halklar arasında ortaya çıkacaktır. Kabile savaşları ve etnik anlaşmazlıklar medeniyetler içinde cereyan edecektir” ifadelerini yazmaktadır. (Huntington, 2006: 25-26)
Eski ABD Başkanı Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik yardımcılığını yapan Zbigniew Brezinski, önce “Kontrol edilemeyen dünya” kavramını kullanmıştı. Sonra “Kontrol dışı dünyanın kontrol altına alınması için yoğun çalışmaların yapıldığını” açıklamıştır. Huntington ise, adı “Medeniyetler çatışması ve dünya düzeninin yeniden kurulması” olan meşhur kitabında: “Kabile savaşları ve etnik anlaşmazlıklar, medeniyetlerin içinde cereyan edecektir.” ifadeleriyle projenin içyüzünü ifşa etmiştir. Böylece, Brzezinski’nin “dünyanın kontrol altına alınması” diyerek gösterdiği hedefin stratejisini Huntington belirlemiştir. Huntington’un Medeniyetler Çatışması ile Brzezinski’nin “dünyanın kontrol altına alınması” projesi amaç bakımından özdeştir ve ikisi birbirini tamamlamaktadır. Huntington, “dünya düzeninin yeniden kurulması” hedefine, düşman veya rakip kabul edilen medeniyetlerin içinde çıkarılacak etnik veya mezhepler temelinde iç savaşlarla ulaşmanın teorisini tasarlamıştır.
Süper güçlerin rekabeti, Komünizm sonrasında yerini medeniyetler çatışmasına bırakmıştır. Hesaplaşmanın şekli değişmiştir. Huntington’un “Medeniyetler çatışması, medeniyetin içinde olacaktır” cümlesi de küresel mücadelenin stratejisi ve aktörlerin rollerinin değiştiğinin açık ifadesidir. “Dünya tek kutuplu hâle geldi” ifadesiyle eşzamanlı olarak, Ortadoğu’da çok sayıda silahlı terör örgütü ortaya çıkmıştır. Medeniyetler içi savaş, bilhassa Ortadoğu’da açıktan terör örgütleri tarafından gerçekleştirilmektedir. Müslüman’ın Müslüman’ı katlettiği şiddet ortamında, hem öldüren hem de öldürülen “Allah’u Ekber” nidalarıyla bağırmaktadır.
İslam millete veya millî devletlere karşı değildir
Siyasal İslamcılar da tıpkı Huntington gibi ve hatta şiddetle milli devletlere karşı çıkarlar. Hâlbuki “İslamiyet’in insanları tek bir millet haline getirme şeklinde bir davası yoktur. Üstelik milletlerin ayrılığı kabul ediliyordu.” (Güngör, 1989: 180)
Maide suresinin 48.ayetinde: “Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı.” buyurulmaktadır. Hucûrat suresinin 13. ayetinde: “Ey insanlar, sizi milletler ve kabileler halinde yarattık ki, birbirinizi tanıyasınız.” Rum suresinin 22. ayetinde: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O’nun varlığının belgelerindendir.” buyurulur. Tevbe suresi-39. Ayetinde ise: “(Savaşa) çıkmazsanız, Allah sizi can yakıcı azapla azap eder ve yerinize başka bir kavim getirir.” (Sezen, 1994: 33) Allah’ın hükmü olan bu ayetlerden anlaşılacağı üzere İslam dini millet gerçeğini kabul etmektedir.
Hz. Muhammed’in, hükümdarlara yazdığı İslam’a davet mektupları, “Millî devletler fikri, İslam’a aykırıdır.” tezini çürüten önemli delillerdir.
Peygamberimizin; Sâvâ Bahreyn valisine yazdığı mektup: “Seni İslam’a davet ediyorum. İslam’a gir, emniyet ve selamet içinde olursun. Allah şimdiden ellerinde bulunan (iktidarı) senin yapacaktır.” (Hamidullah, 2003: 376)
Umman yöneticileri olan Ceyfer ve Abd’a gönderilen mektupta: “İkinizi de İslam’a davet ediyorum. İslam’a giriniz. Emniyet ve selamette olunuz. Ben Allah’ın, bütün insanlar için gönderdiği bir Resulüyüm. İslam’ı kabul ederseniz, ikinizi de idare (iş) başında tutacağım.” (Hamidullah, 2003: 410)
Ğassanlı Kral el-Haris Ebi Şemir’e 628’de gönderdiği İslam’a davet mektubunda: “Mülklerin (ülken, krallığının) senin elinde kalması.” ifadeleri yazılmıştır. (Hamidullah, 2003: 329)
Peygamberimizin hükümdarlara yazdığı İslam’a davet mektupları, İslam’da millî devletler fikrinin meşru kabul edildiğinin somut delilleridir. Peygamberimizin millî devletleri tasvip ettiğinin ispatı olan mektupları “Millî devletler, hâkimiyeti -Allah’tan alıp- insanlara vermektir; Allah’ın hâkimiyetine aykırıdır.” iddialarını çürütmektedir. İslam’ın emri zannedilen bu yanlış kanaat; Müslüman milletlerin devletsiz, dolaysıyla eli-kolu bağlı, çaresiz kalmasına ve emperyalist güçlerin esaretine girmesine sebep olmaktadır.
İslam’ın böyle idrak edilmesi sebebiyle, dünyada Müslümanların haklarını koruyabilecek güce sahip bir devlet mevcut değildir. Sonuç itibarıyla, Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine yapılan insanlık dışı vahşet ve katliamlar engellenemiyor. Filistin halkına yapılan zulümlere mani olunamıyor. Bosna Hersek’te (1995) Sırplar tarafından yapılan Srebrenitsa Soykırımını durdurabilen Müslüman bir devlet olmadığı için, “Amerika, neden Bosna’da Müslüman katliamını durdurmuyor?” diye epey feveran edenler olmuştu.
Hâlbuki Müslümanların millî iradelerini kayıtsız şartsız kullanabilecekleri, yani tam bağımsız millî devletlere sahip olmadan (her Müslüman millet, önce kendi içinde teşkilatlanarak millî birliğini ve devletini kurmadan) ümmetin birliğinin sağlanabilmesi mümkün değildir?
Birlik olmasını arzuladığımız İslam ümmeti, enerjisini iç çatışmalarla heba etmektedir. Cennetle müjdelendikleri rivayet edilen sahabeler dahi Sıffîn Savaşı ve Cemel vakasında şehit edilmiştir. “İslam ümmeti birlik olacak, birleşecek.” sözleri muhaldir, bu zihniyetle/kafayla İslam birliğinin gerçekleşebilmesine imkân yoktur.
İslâm âlemi, tarihî ve kültürel bakımdan çok parçalanmış, dağınık hâldedir. İran, Pakistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır, Nijerya ile Türkiye’nin kültür birliği olmadığı gibi, coğrafî birliği de yoktur. İslâm ülkelerinin halkları homojen değil, heterojendir (ayrışıktır). Suudi Arabistan’ın İslâm anlayışı Vahabîliktir; İran’ın Şiilik… 1920’lerden itibaren bağımsızlığını kazanmış olan İslâm ülkeleri, 1970’lerin sonunda başlayıp devam etmekte olan savaşlarla harap ve bitap düşmüşlerdir.
Afganistan’da Sovyetlere karşı yapılan cihat ve sonrasında İslâm adına savunulan görüşler; ötekileştirme, ölüm ve Müslümanların kendi yurtlarını terk etmeleriyle sonuçlanan muhaceretten başka hiçbir şey kazandırmamıştır. İslâmcılık ideolojisi, aşırı derecede parçalanmış ve bölünmüş olan marjinal grupların siyasî maksatlarına göre şekillenmiştir. İslâmcılık, ülke yönetimini ele geçiren egemen sınıfın keyfine göre şekil kazanan bir ideolojiye dönüşmüştür.
İslam etnik milliyetçiliği yasaklamıştır
Erol Güngör’ün “Çağın hastalığı mikro milliyetçilik” ikazlarıyla dikkat çektiği etnik milliyetçilik veya mezhepler arası çatışmalar, İslam ülkelerinde hiç yadırganmıyor. Aksine, mikro milliyetçilik İslam coğrafyasında meşru görülmektedir.
Medineli Evs ile Hazrec kabileleri Müslüman olduktan sonra eski kan davalarını tazeleyip, savaşmak üzere tekrar karşı karşıya gelince, iki kabilenin arasına giren Peygamberimiz; fanatik tutumlarından sakınmalarını şöyle buyurmuştur:
“Ey Müslümanlar! Allah’tan sakının! Ben henüz aranızdayken, Allah Teâlâ size selamet yolunu gösterdikten, sizi İslam’la yükselttikten, Müslümanlık sayesinde sizdeki cahiliyete son verdikten, sizi kâfirlikten kurtardıktan ve aranızı bulduktan sonra, cahiliye devri iddialarına düşerek, eski haliniz olan küfre mi rücu ediyorsunuz!..”
Bu olay üzerine Al-i İmran suresinin 99’dan 105’e kadar ayetleri nüzul olmuştur. 100. ayetin mealinde: “Ey iman edenler! (sizden evvel) kendilerine kitap gönderilenlerden bir takımın (Yahudilerin) sözünü dinlerseniz, sizi, mümin olduktan sonra yine kâfir ederler/küfre döndürürler.” Al-i İmran suresi 105. ayette ise; “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayınız. Onlar için büyük bir azap vardır” ikazları yapılmıştır.
Asabiyeti ısrarla savunan, kabilecilik taassubuyla savaşan veya mikro milliyetçilik için din kardeşinin kanını döken Müslümanların, Allah’ın meşru saydığı millet realitesine itiraz ederek şiddetle kaşı çıktıklarının acı örneklerini görmekteyiz.
Kabilecilik taassubunu aşamayan Araplar milletleşememektedir. Arap aydınları bile millî devletlere karşı çıkmakta ve herhangi bir imparatorluğun esaretinde yaşamayı tercih etmektedir. Bunun en somut örneği, “Milliyetçilik yüzünden dünyanın kâbusa döndüğünü” iddia eden Amin Maalouf’tur. “İmparatorluklar milletlerin zindanıdır” fikrini savunanları eleştiren Maalouf: “İmparatorlukların milletlerin zindanı olduğunu, milletlerin kendi sınırları dâhilinde, kendi hükümetleriyle yaşamak için bu imparatorluklardan kurtulmaları gerektiğini savunan teorinin modern zamanların en yakıcı teorisi olduğunu düşünüyorum.” diyebilmiştir. (Maalouf, 2020:162)
Çözüm nedir?
“Batı’nın ezici üstünlüğünden, siyasi ve iktisadi baskılarından tek kurtuluş yolu İslam ülkelerinin modernleşmesidir. Bu fikrin gerçekleşmesi evvelemirde her Müslüman ülkesinin kendi başına kuvvet kazanmasına, sonra aralarında kuvvetli ittifakın kurulmasına bağlıydı.” (Güngör, 1989:162)
“Türkçüler, Türk birliğinin İslam birliği demek olduğunu düşünüyorlardı. Ziya Gökalp 1918’de neşredilen ‘Yeni Hayat’ adlı kitabında İslam İttihadı konusunda bir görüş ortaya attı ki, bu fikir o devirde bütün milliyetçi çevrelere tesiri olmuş; Ankara’da kurulan Cumhuriyet hükümetinin ileri gelenleri de bunu benimsemişlerdi. Bu bir İslam Konfederasyonu’dur: Her İslam ülkesi önce kendi istiklaline kavuşacak, sonra bütün bu müstakil İslam devletleri aralarında birlik kuracaklardır.” (Güngör, 1989: 174)
Gökalp, İslam ittihadını bir “müderrisler kongresi şeklinde düşüyordu. İslam ümmetinin uyanık bir dimağa sahip olması için, bütün İslam ülkelerinin din âlimleri bir araya gelerek İslam’ın kültürel meseleleri hakkında kararlar alacaklar, yayınlar yapacaklar. (Güngör, 1989:174-175) Gökalp’ten sonra bu fikir, İkbal ve daha sonra Fazlürrhman tarafından savunulmuştur.
Milli kimliklerin tahrip edilmesi
İsrail’in güvenliği için strateji belirleyen Oded Yinon, hazırladığı “1980’lerde İsrail İçin Millî Strateji” başlıklı raporun amacını şöyle açıklamıştır: “Bugün bizim en yüce ve temel amacımız başta Ortadoğu olmak üzere Müslüman ülkelerin demografik, stratejik, etnik ve ekonomik bakımdan yeni bir dengeye oturtulmasını sağlayacak stratejiler geliştirmektir.” (Acar, 2018:300)
Yinon, 1982’de İsrail Enformasyon Dairesinin İbranice Yayın organı Kivunim’de yazdığı raporda özetle: “Ortadoğu, birbirine düşman azınlıklardan ve etnik gruplardan oluşturulmuş, on dokuz devlete bölünmüştür. Dolayısıyla her Müslüman Arap devleti, içten etnik ve mezhepsel bölünme tehdidi altındadır. Sosyolojik anlamda Suriye milleti ya da Irak milleti gibi bir millet olgusu yoktur. Bu devletlerin sınırları içinde farklı dini ve etnik guruplar vardır. Irak Suriye’den daha güçlüdür. Yakın gelecekte İsrail için en büyük tehdit Irak’ın gücüdür. Bizim için Irak’ın bölünmesi, Suriye’nin bölünmesinden daha önemlidir.” (Acar, 2018:300) Yinon’un hedeflediği bölünme, Irak ve Suriye’yle sınırlı değildir.
“Yeni Ortadoğu Kimliği” hakkında 1996’da İstanbul’da konferans veren Bernard Lewis, “Türk kimliği, Arap kimliği gibi kimlikler yapaydır” diyerek dinî kimliği ön plana çıkarmıştır.” (A. Bulut, 2013) Dinî kimlik, İslam coğrafyasındaki milli kimlikleri ve devletleri tahrip etmek amacıyla ön plana çıkarılmıştır.
Lewis’den yıllar sonra, Naom Chomsky, Boğaziçi Üniversitesi ev sahipliğinde 18.01.2013’de düzenlenen “Türkiye ve Oluşan Dünya Düzeni” konferansında konuşmuş. Chomsky, konuşmasında ulus devletlerin zamanla ortadan kalkacağını iddia etmiş; “Belki öyle bir gün gelecek ki, bir seyyahın serbestçe Kahire’den Bağdat’a oradan da İstanbul’a gideceği günlere geri döneceğiz. İnsanların mahalli yönetimlerle yönetimi üstlendiği günlere döneceğiz. Osmanlı’nın o bölgede yüzlerce yıl yürüttüğü politikalar, yönetim şekli ve Osmanlı’nın o günleri bizlere yeni ders olacak. Belki de bölgedeki herkes için daha iyi bir hayat olacak” demiştir.
Eski Başbakanlık Müsteşarı ve Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, 1997’de Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun milletsizleştirilerek, etnik aidiyetler ve mezhepler temelinde yeniden örgütlenmesi görüşünü savunmuştur. Bu açıklamasıyla; Bernard Lewis, Siyonist Oded Yinon, Richard Perle ve Neo-con’ların siyasî tasavvurlarıyla birebir benzeşen siyasî bir düşünceyi ortaya koyan Dinçer görüşlerini şöyle açıklamıştır:
“Uluslararası iş birliği giderek siyasallaşmakta ve ulusal devlet fikri, daha çok bölgesel devletlerin oluşturduğu bir yapıya dönüşmektedir. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin öngördüğü ulusal devlet yahut milliyetçilik esaslarına dayalı devlet fikri yerine, uluslararası işbirliği yapan ve belki de siyasi olarak bütünleşen ülkeler olacaktır. Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve laiklik ilkesinin yerine İslam’la bütünleşmenin gerekli olduğu kanaatindeyim. Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi temel ilkelerin yerini, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğunun bulunduğunu ve bunun zamanının geldiğini düşünüyorum” (Özdağ, 2013).
B. Clinton, 2000 yılında CNN’e yaptığı açıklamada: “Küreselleşme gevşek sınırlar ister. Üniter devlet yapıları, küreselleşmeye uygun değildir. Küresel hegemonyanın önündeki en büyük engel olan millî devletleri ortadan kaldırmak istiyoruz.” itiraflarıyla ilanda bulunmuştu.
“Sınırların şiddete sebep olmaktan başka bir anlamı yoktur” tezi/propagandası millî devletleri ortadan kaldırmak maksadıyla uydurulmuş, mesnetsiz bir görüştür. Bu tezler, bütün dünyayı hâkimiyetlerinin altına almaya çalışan küresel güçlerin menfaatlerine engel gördükleri millî devletleri ortadan kaldırmak ve ülkeleri kolaylıkla talan etmek için uydurdukları entrikalardır. Sınırları kaldırmanın, insanlığın başına bela olan küresel vampirlerden başka kimseye faydası olmayacaktır.
Eski MİT Müsteşarı Emre Taner, tehlikenin farkında olduğu için 2007’de, “Ulus devlet tehdit altındadır.” uyarısında bulunmuş ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ciddi tehditlerle karşı karşıya olduğuna dikkat çekmişti.
Küresel sömürünün önündeki tek ve en büyük engel millî devletlerdir. Ama ne yazık ki, millet gerçeğine şiddetle karşı çıkan Siyasal İslamcılar, millî devletler aleyhtarlığında emperyalistlerden daha şiddetli düşmanlık etmektedirler. Siyasal İslamcıların millet tasavvurları, devletin şekli ve yönetimi hakkındaki düşünceleri, Müslümanların mahvolmasına sebep olan yanlış ve zararlı fikirlerdir.
Sonuç
İslamcı köktendincilerin referans gösterdikleri eserler ve görüşler İslam’ın ana kaynağı Kur’an’a aykırıdır. İslam dünyasına yayılmış olan hâkimiyet görüşü, haklı olmadığı gibi özgün de değildir. 7. yüzyılda Müslümanların kanını akıtan fanatik Haricilerden intihal edilmiştir. İslamcı köktendinciler de tıpkı taklit ettikleri Hariciler gibi, kendi görüşlerini haklı göstermek için İslam’ı istismar etmektedir. Haricilerin sloganlara dönüştürdükleri ayetlerin arkasına sığınmaktadırlar. Haricilerin görüşlerini Kur’an’a aykırılığından dolayı şiddetle reddeden Peygamberimizin “İlim beldesinin kapısı” övgülerine mazhar olan Hz. Ali’dir.
Kur’an ayetlerini kendi emellerine göre tevil eden istismarcılara karşı hakikati savunmalı; Hz. Ali gibi, bâtıl görüşleri reddederek, hakikate yönelmeliyiz. Etnik ve mezhep temelli ayrışma, bölünme ve çatışmalara fırsat vermeden, engel olmalıyız. Emperyalistler ile İslamcı köktendincilerin birlikte Müslümanların ayaklarına vurdukları prangaları kırmalıyız. Köklü bir zihniyet inkılabını gerçekleştirebilmek için titreyip kendimize dönmeli; milletleşmeyi sağlamalı ve millî devlet fikrine sadakatle sarılmalıyız.
Kaynaklar:
Acar, Ünal (2018). “Oded Yinon’un İsrail İçin Bir Strateji Raporu”nun Değerlendirmesi” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 2018 Ekim Cilt:11 Sayı:59.
Akbulut, Ahmet(2018) “Sahabe Dönemi İktidar Kavgası”, Ankara: OTTO yayınları.
Akbulut, Ahmet (1997). İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ankara: Anka Yayıncılık, Türk Yurdu Yayınları No:38.
Akbulut, Ahmet (1995).“Kur’an Açısından Egemenlik Meselesi” İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt:8, Sayı:3-4.
Antoyn Best, Jussı M. Hanhımakı, Joseph A. Maıolo, Kırsten E. Schulze, (2020). “20. Yüzyıl Uluslararası Tarihi,3. Baskı, Çeviren: Taciser Ulaş Belge, Ankara: Siyasal Kitapevi.
Atay, Hüseyin (2019) Ben Akıl ve Kur’an Işığında 1400 Yıllık Süreçte İslam’ın Evreni, İstanbul: Destek yayınları.
Bulut, Arslan (2013). Yeniçağ Gazetesi 13.12.2013
Bulut, Arslan (2013). “Erdoğan bizi niye sevmiyor?” Yeniçağ Gazetesi, 21.01.2013.
Chomsky, N. (2013). Boğaziçi Üniversitesi Konuşması. İstanbul: 18.01.2013 Tarihli Gazeteler.
Copland, Miles.(1969). The Game of Nations, Simon and Schuster1, s.184.
Dreyfuss, Richard, (2005). The Devil’s Game, Owl Books- Henry Holt and Company, s. 118-119.
Ebu Zehra, (1983) İslam’da Siyasi ve İtikadı Mezhepler, İstanbul: Hisar Yayınevi.
Ebu’l Hasan Habib El Maverdi, (2016). El-Ahkâmu’s Sultaniye (İslam’da Devlet ve Hilafet Hukuku). Ankara: Bedir yayınları, Tercüme: Prof. Dr. Ali Şafak.
Eş-Şerif er-Radi, (2011). Hz. Ali Nehcü’l Belâğa (Hz Ali’nin Konuşmaları, Mektupları ve Hikmetli Sözleri) Derleyen: eş-Şerif er-Radi, Çeviri: Adnan Demircan, 5. Baskı, İstanbul: Beyan Yayınları.
Fuller, Graham E. (2010). İslamsız Dünya, İstanbul: Profil Yayıncılık.
Görgün, Halil. (2009) Seyyid Kutub TDV İslam Ansiklopedisi, cilt:37, Ankara: TDV Yayınları.
Güngör, Erol (1989). İslam’ın Bugünkü Meseleleri, İstanbul: Ötüken Yayınları.
Hamidullah, M.(2003). İslam Peygamberi, İstanbul: İrfan Yayıncılık, 6.Baskı, Cilt:1. Çeviren: Salih Tuğ.
Huntington Samuel P. (2006) Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, İstanbul: Okyanus Yayınları, 15. Baskı. 2006. Çev: Mehmet TURHAN Y. Z. Cem Soydemir.
İkbal, Muhammed (2022). İslam Düşüncesi Çeviren: Yusuf KAPLAN. İstanbul, Külliyat Yayınları. 8.Baskı.
Khalid, Adeep (2011). Komünizm Sonrası İslam Orta Asya’da Din ve Politika, Ankara: Sitare Yayınları Tercüme: Aslıhan Tekyıldız.
Kinzer, Stephen (2004). Şahın Bütün Adamları, İstanbul: İletişim Yayınları.
Kurtoğlu, Ramazan (2010). “Türk Milliyetçiliğine Karşı, Siyasal İslam” Ortadoğu Gazetesi 2010-01-23.
Maalouf, Amin (2020). Uygarlıkların Batışı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Onat, Hasan (1997). İslam’ın Bugünkü Meseleleri Türk Yurdu Yayınları No:38. Ankara: Anka Yayıncılık.
Öksüz, İskender (2019). “Emperyalizm Milliyetçilik ve İhvan” Ankara: Milli Düşünce Merkezi 13.3.2019.
Özdağ, Ümit (2013). 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Dergisi, “Ortadoğu’da Milli Devletlerin Tasfiyesi ve Yeni Osmanlıcılık.”
Roy, Olivier (2005). Siyasal İslam’ın İflası, İstanbul: Metis Yayınları, 3. Basım, Çeviren: Cüneyt Akalın
Kutub, Seyyid (2020). Yoldaki İşaretler İstanbul: Beka Yayıncılık, Çeviren M. Çetiner
SEZEN, Yümni (1994). “Millî Kültürler İle İslam Arasındaki İlişkiler” İslamiyet, Millet Gerçeği ve Laiklik Kitapçığı, İstanbul: Aydınlar Ocağı yayını.
TANER, Emre (2007). Hürriyet gazetesi, 6 Ocak 2007.
***
Kaynak: Türk Yurdu Dergisi, Yıl: 112, Sayı: 433, Eylül – 2023