Sizlersiniz bu ân’ı ışıklarla Türk eden!
Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden…!
Yahya Kemal BEYATLI
2 Aralık 1884’te Üsküp’te doğdu. 1 Kasım 1958’de İstanbul’da yaşamını yitirdi. Asıl ismi Ahmed Agâh. Üsküp Belediye Başkanı Nişli İbrahim Naci Bey’in oğlu. Annesi Nakiye Hanım ise şair Leskofcalı Galib‘in yeğeni. Çocukluk yılları Üsküp’teki şiirlerine de yansıyan Rakofça çiftliğinde geçti. İlköğrenimini özel Mekteb-i Edep’te tamamladı.
Yahya Kemal, 1892’de Üsküp İdadisi’ne girdi. Bir yandan da İshak Bey Camii Medresesi’nde Arapça ve Farsça dersleri aldı. 1897’de ailesi Selanik’e taşındı. Annesinin ölmesi, babasının tekrar evlenmesi yüzünden aile içinde çıkan sorunlar nedeniyle Üsküp’e döndü. Tekrar Selanik’e gönderildi. 1902’de İstanbul’a geldi. Vefa İdadisi’ne (lise) devam etti. Jön Türk olma hevesiyle 1903’te Paris’e kaçtı. Bir yıl kadar Meaux okuluna devam edip Fransızca bilgisini geliştirdi. 1904’te siyasal bigiler yüksek okuluna girdi. Jön Türkler’le ilişki kurdu. Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Samipaşazade Sezai, Prens Şahabettin gibi dönemin ünlü kişilerini tanıdı. Şefik Hüsnü ve Abdülhak Şinasi Hisar‘la arkadaşlık kurdu. 1912’de İstanbul’a döndü.
Yahya Kemal, 1913’te Darüşşafaka’da edebiyat ve tarih öğretmenliği yaptı. Medresetü’l-Vaizin’de uygarlık tarihi dersi verdi. Mütarekeden sonra Âti, İleri, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliye dergilerinde yazılar yazdı. Arkadaşlarıyla “Dergâh” dergisini kurdu. Yazılarıyla Milli Mücadele‘yi destekledi. 1922’de barış anlaşması için Lozan’a giden kurulda danışman olarak yer aldı. 1923’te Urfa milletvekili oldu. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Varşova ve Madrid’de ortaelçisi olarak görevlendirildi. Daha sonra sırasıyla Yozgat, Tekirdağ, 1943-1946’da da İstanbul milletvekili oldu. Halkevleri Sanat Danışmanlığı yaptı. 1949’da Pakistan Büyükelçisi iken emekli oldu. Yaşamının son yıllarını İstanbul’da Park Otel’de geçirdi. Tutulduğu müzmin barsak kanamasının tedavisi için 1957’de Paris’e gitti. Bir yıl sonra Cerrahpaşa Hastanesi’nde aynı hastalık nedeniyle öldü.
Selanik yıllarında “Esrar” takma adıyla şiir yazmaya başladı. İstanbul’da Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin‘in şiirleriyle tanıştı. İrtika ve Mâlumât dergilerinde “Agâh Kemal” takma adıyla Servet-i Fünun‘u destekleyen şiirler yazdı.
Paris’te Fransız simgecilerinin şiirlerine yakınlık duydu. Fransız şiiriyle kurduğu yakınlık, Türk şiirine faklı bir açıyla bakmasını sağladı. Türk şiiri ve Türkçe söz sanatlarını inceledi. “Mısra haysiyetimdir” sözüyle şiirde dizenin bir iç uyumla, musiki cümlesi halinde kusursuzlaştırılması gerektiğini anlatır.
Şiirleriyle olduğu kadar şiirle ilgili görüşleriyle de büyük yankı uyandırdı. Ona göre divan şiiri “yığma” bir şiirdi. Parçacılık ve belirsizlik üzerine kuruluydu. Tanzimat şairleri bu şiiri birleştirme çabalarında yetersiz kalmıştı. Servet-i Fünun’cular yapay ve yapmacık bir dille yetinerek öze inememişlerdi. Oysa sanatçı kendi ulusunun dilini bulmalıydı. Batı’dan edindiği yüksek beğeniyle, Batı şiirine öykünmeyen yerli bir şiire yöneldi. Biçime ağırlık tanıdı. Esinlenmenin yerine dil işçiliğini getirdi. Arka planında bir tarih bulunan şiirlerinde imgeye de yer vermedi. Dize çalışmasındaki titizliği “az ve güç yazıyor” izlenimi uyandırdı. Yaşadığı sürede hiç kitap yayınlamaması da bu izlenimi pekiştirdi. Karşıtları tarafından “esersiz şair” olarak adlandırıldı. Hemen her kesimden eleştiriler aldı.
Yahya Kemal Beyatlı, 1918’de Yeni Mecmua’da yayınlanan ürünleriyle büyük ilgi uyandırdı. Daha sonra Edebi Mecmua, Şair, Büyük Mecmua, Şair Nedim, Yarın, İnci, Dergah gibi dergilerdeki şiirleriyle kendini yol gösterici olarak kabul ettirdi.
Yahya Kemal’in ölümünden sonra yayınlanan eserleri iki bölüm halinde değerlendirilir. “Kendi Gök Kubbemiz” ve “Eski Şiirin Rüzgarıyla.” Bu iki eser Yahya Kemal’in baş yapıtlarını bir araya getirir. “Eski Şiirin Rüzgarıyla”daki şiirlerden “Açık Deniz”, “Itrî”, Erenköyü’nde Bahar”, “Nazar”, “Ses”, “Çin Kâsesi”, “Deniz Türküsü” şairin çok özel ürünleridir. Daha çok Nedîm’den yola çıktığı bu şiirlerde, günlük yaşamın parıltısını elden çıkardığı, dekadan bir girişimin aşırı incelikleri ve dil yabancılaşmasıyla bir tür resim sanatına yöneldiği görülür. “Kendi Gök Kubbemiz”deki şiirlerde ise temelde bir “aşk” ve “İstanbul” şairi olarak görünür. “Vuslat” şiiriyle erotik temaları örselemeden şiire getirir. Bir yandan da tarih tutusuyla dinci ve milliyetçi bir görünüm kazanmaya başlar. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Ziyaret”, “Atik Valide’den İnen Sokakta” gibi şiirleri bu durumun örnekleridir. Düzyazıları “Peyam” gazetesinde yayınlanan yazılarıyla, “Çamlar Altında Sohbetler”den oluşur. Bu yazılardan bazıları “Süleyman Sadi” ya da “S.S” imzasını taşır. Ayrıca Büyük Mecmua ve Dergah’ta söyleşiler yaptı, eleştiriler yazdı, bunları Hakimiyet-i Milliye gazetesinde sürdürdü. Bitmemiş şiirlerinin bir bölümü 1976’da “Bitmemiş Şiirler” adıyla yayınlandı.
Aşağıdaki metin http://www.turkedebiyati.org/yahya_kemal_beyatli.html sayfasından alınmıştır.
YAHYA KEMAL BEYATLI İÇİN
Vefa Lisesi Ulu Hakandan yadigârdır mâlum ve hayli ünlü yetiştirir zamanında…
Adnan Adıvar, Hasan Âli Yücel, Hüseyin Cahit, Mehmet Âkif, Mithat Cemal, Sıddık Sami, Tarık Minkari…
Evet, ben de Vefalıyım ama vefalı olamadım. Hiç değilse şu isimlerinden birini anlatabilirdim pekâlâ…
Ama bu gün diyeti ödeyecek, mektepdaşlarımızdan birini yâd edip vaziyeti kurtaracağım inşallah.
Değerli bir edebiyatçımızdan söz açacağım size… Yahya Kemal Beyatlı’dan…
Söz açacağım dedim, doğru. Tamamen anlatmak için kitap çıkarmak lazım zira…
Efendim, şairimiz Üsküp’ün köklü ailelerinden birine mensuptur, 1884 yılında bir zemheri günü doğar, adını Ahmed Agâh koyarlar.
Tahsiline Üsküp’te başlar, idadiyi Selanik ve İstanbul’da tamamlar.
O günlerde güçlü esen muhalefet rüzgârı onu da önüne katar, Jön Türklere kapılır, Paris’e doğru yelken açar.
Siyaset daha caziptir ama babasına verdiği sözü tutar, fakülteye devam eder, Mülkiye diplomasını alır, duvara asar.
Bu arada Avrupalı edebiyatçılarla tanışır, yeni tarzlar üzerine kafa yorar. Tuhaftır ama Paris’te Doğu Dilleri Okulu’na devam eder Arabi ve Farisi okur Fransızlardan…
Paris’te geçirdiği 9 yılın ardından sıla hasreti ile yanar. Ani bir kararla yurda döner (1913) Darüşşafaka’da tarih, edebiyat muallimliği yapar.
O zamanlar öyle memur seçme sınavları filan yoktur tabii, nazır beyi selamla, git ertesi gün işe başla!
Derken Medresetü’l-Vaizin ve Darülfünun’da da derslere girer çıkar. Değişik bir üslubu vardır ve bu talebeleri pek sarar.
MEBUS, SEFİR, MÜSTEŞAR
Mütarekeden sonra Âti, İleri, Tevhid-i Efkâr, Hakimiyet-i Milliye dergilerinde yazılar yazar. “Dergâh” dergisini kurup bilfiil matbuat alemine adım atar.
Milli mücadelenin yanındadır ama eline silah milah almaz.
Kurtuluş savaşından sonra Lozan Konferansı’na katılır. Suriye ile sınır tespit komisyonlarında vazife alır.
O da arkadaşları gibi isim değiştirme modasına kapılır. Soyadı hususunda dedelerine sadık kaldığı söylenebilir. Şeyh suvar (atlı bey) lâkabına küçük bir takla attırır “Beyatlı” da karar kılar.
1923’te Urfa mebusu olur. Şimdi Üsküplü’nün Urfa’da ne işi var diye sorup da beni zorlamayın. Zaten bildiğimiz manada seçim de sandık da yoktur ortada. Hal böyle olunca Urfa’yı ve Urfalıları tanıması icap etmez, şehrin dertlerini ondan soracak değillerdir ya?
Aynen Yozgat ve Tekirdağ’ın problemlerini de sormadıkları gibi.. (Yozgat ve Tekirdağ’dan da mebusluk yaptığı anlaşılıyor inşallah)
O yıllarda Çankaya’ya yakın duranlar bir nevi ulufe alır, mebus ya da sefir yapılırlar. Yahya Kemal her iki nimete de kavuşur, başına adeta devlet kuşu konar. Avrupa’nın çeşitli başkentlerine (Varşova, Madrid, Lizbon) elçi olarak yollanır. Doğrusunu isterseniz diplomatlıkta zorlanmaz. Hem mülkiyelidir, hem de temsil kabiliyetine haizdir, lisanı vardır en azından…
Nedendir bilinmez korunur, kollanır, kayrılır. Hatta bir ara Halkevleri Sanat Danışmanlığı gibi bir makam sunarlar.
İsmet Paşamızın milli şef olduğu yıllarda da değişen bir şey olmaz. Seçimler yapılır ama süreta… Valiler hem şehremini (belediye başkanı) olur, hem de CHP İl teşkilatını uhdelerine alırlar. Belli bir kadro işte… Tek kale maç yapar. Ki kitaplar buna zümre iktidarı (oligarşi) diyorlar.
Paşa, Yahya Kemal’i de unutmaz, İstanbul milletvekili (1943-1946) olarak çağırır Ankara’ya.
Yahya Kemal müzmin bekarlarımızdan biridir, Pakistan Büyükelçiliğinden emekli olduktan sonra bir süre İstanbul Park Otel’de (Gümüşsuyu sırtlarında lebiderya bir binadır) yaşar. Düzensiz hayatı yüzünden vücudu çöker, tedavi için Paris’e yollanırsa da şifa bulamaz. Son günlerini Cerrahpaşa’da geçirir ve böylesi bir 1 Kasım günü (1958) gözlerini hayata yumar.
HALBUKİ, OYSA…
Şimdi plağı çevirelim ve madolyanın öbür yüzüne bakalım…
Yahya Kemal şairdir bir kere, sanatkârdır. Bu konuda dostu düşmanı mutabık kalır. O, ecdada sövmenin marifet sayıldığı günlerde büyük bir boşluğu doldurur, mısraları ile kâh bin atlı akınlara katılır, kâh Süleymaniye avlusunda secdeye kapanır. Üstüne basa basa “maneviyatçıyım” der ve bedeline katlanmaya hazırdır.
Ki bu kararlı tavrı ile bazı amcaların ezberini bozar.
Anadolu’ya, Rumeli’ye ve hassaten İstanbul’a saf temiz samimi bir sevgi besler, ancak tutkuyla bağlananların söyleyebileceği beyitlere imza atar.
Uydurukçaya asla bulaşmaz, hece vezninin “kanun” olduğu yıllarda aruzdan caymaz (Dört Aruzcular). Büyük şair ve çok büyük bir alim olan Bakî’nin yolunda yürür, taklitçisin diyenlere aldırmaz.
Devlet adamıdır. Mustafa Kemal’in sofrasına oturabilen sayılı isimden biridir ama devrin çapsız şairleri gibi “atam atam” diye çığırma basitliğinde bulunmaz.
Hatta o davetlerden birinde Behçet Kemal Çağlar Atatürk’e ayaküstü bir şiir yazar, boyun damarlarını şişire şişire okumaya başlar. M. Kemal, Y. Kemal’e sorar: “B. Kemal’i nasıl buldun?”
“O bir fenomen” der, laf sokar kibarca…
Çıkarlar… Behçet Kemal övüldüğünü sanmaktadır, eğilir yılışır. Yahya Kemal elinin tersi ile yıkıl işareti yapar, “Git başımdan!”
M. Kemal yine sofrasına çağırdığı gecelerden birinde sorar “Ankara’nın nesini seviyorsun?”
“İstanbul’a dönüşünü!” der diğerlerinin şaşkın bakışlarına aldırmadan. “İstanbul’a dönüş” sarsıntılı bir şimendifer yolculuğu olmasa gerektir, mana içinde mana!
Onun bu sağlam duruşunun sebebini araştırırsanız şunlar çıkar karşınıza.
Çocukluğunda yaşadığı şehir, aldığı terbiye, ailesi.. Ki kısaca Üsküp ve Üsküplüler diyebiliriz buna.
EVLAD-I FATİHAN
Ona ait ilk kayda meşini yıpranmış bir Mushaf-ı şerifin ilk sahifesinde rastlanır.”Mahdumum Ahmet Agâh dünyaya geldi. 20 Teşrinisani 1300… Saat on bir buçuk raddeleri”
İshakiye Mahallesinde büyük valide Adile Hanımın konağında açmıştır gözlerini. O gece kar yağmıştır, Üsküp nadiren boyanır böyle buzlu beyaza…
Babası bir ara Belediye Başkanlığı da yapan ehil bir memurdur. Dedeleri, büyük dedeleri hürmet edilen zatlardır. Annesi Nakiye Hanım, Leskofçeli İsmail Paşazade Dilâver Beyin kızıdır. Bilirsiniz bu aileden şairler çıkar. Her iki tarafın cetleri de Şehsuvar Paşa’da (III. Mustafa devri sancak beyi) birleşirler. Ki şeksiz şüphesiz evlâd-ı fatihandırlar.
Şairimiz dadılar, uşaklar elinde büyür. Dadısı Fatıma Hatun hususi meziyetlerle mücehhez bir hanımdır. Çocuğu yoktur bu yüzden AA’a pek bağlanır.
Nanasının (Fatıma Hatunun) kocası Ali Zaim asırlar evvelki kâhyaları andırır. Kadim bir insandır, pos bıyıklıdır. Vakurdur, heybetlidir, sadıktır. Özenle işlenmiş, mavi çakşır giyer, lâhor işi kuşak sarınır. Cepkeninin cebinden kösteğinin zinziri sallanır.
Leskofçe muhacirlerinden Hüseyin Ağa sıradan bir uşaktır ama şairimiz önünde saygı ile eğilir ve Lala der ona. Battal Gazi Destanı’nı ilk kez ondan dinlemiştir zira. Hüseyin Ağa bazen yanık türküler mırıldanır, kâh gurbet havaları ile hüzün yüklenir, kâh kahramanlık ezgileri ile ağlatır.
AYAĞI ÖPÜLESİ ANA
Bütün bunlar bir yana Yahya Kemal’in üzerinde annesinin inanılmaz bir tesiri vardır. Nakiye hanım Ehl-i takva bir kadındır. Gün boyu Muhammediye okur, şairimiz ilk Kur’ân-ı kerim derslerini ondan alır.
Türkçe’yi onun dizi dibinde sever, güzel lisanımız için “anamın ak sütü gibi tatlı” diyecektir yıllar sonra…
Annesi sık sık “bak uğulcaazım” der, “dünyada iki insanı çok seveceksin tamam mı?… Önce yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve selem, sonra Sultan Murat efendimizi!…”
İyi de hangi Murat? Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci?
Üsküplüler Murad-ı Hüdavendigâr’la, II. Murat’ı mecz eder, ikisinden ulu bir hayal kurar, götürüp Murat Camiinin bulunduğu tepeye oturturlar. Murat dendi mi “devlet” gelir akla, o sıralar tahtta kimin oturduğu pek de umurlarında değildir aslında…
MÜREKKEP YALAMIŞ
Şairimiz anlatır: “Annem, beni bir gün kucağına aldı. Gözleri yaşlıydı. Saçlarımı okşadı. ‘Seni Mektep’e başlatacağız Agâh’ dedi, ‘korkma, sıkılma, orada oyun oynaycaksın akranlarınla’
Çarşıdan bana savatlı bir divit ile sırmalı bir cüzdan aldılar. Mektep sabahı büyük annem Adile Hanımın Elini öptürdüler; ninem beni bağrına bastı ve bir sarı lira sıkıştırdı avucuma.
Sonra annemin, teyzelerimin ellerini öptüm. Evin harem kısmında veda işi bittikten sonra beni selâmlığa çıkardılar. Aman ya Rabbi! Minderlerde çepçevre insan, kimisi bağdaş kurmuş, kimisi diz kırmış. Bana bakarak: Maşallah! Maşallah! Diyor, iltifat ediyorlar. Babam kolumdan tutarak Hoca Sabri Efendinin önünde diz çöktürdü. Önünde bir rahle, üzerinde de yeşil bir kâğıt var Sabri Efendi elimi tuttu, kamışı hokkaya daldırdık yeşil kâğıdın üzerine “Rabbi yessir…” yazdırdı. Güya ben yazmışım gibi aferin. aferin diyorlar. Sonra yazının üzerine toz şeker döktü, ‘haydi göreyim seni mürekkebi yala’ . Kâğıdı yaladım. Alkışlar alkışlar. Maşallah… Subhanallah…
Derken eller açıldı, dua … Mahalle arkadaşlarıma (ki artık mektep arkadaşım olacaklardı) şerbetler sunuluyor külah külah şeker dağıtılıyor bu arada. Beni faytona bindirdiler, çocuklar ardımızda.. Kafile mektep yoluna koyuldu, koro halinde başladık mı ilâhîye, sokaklar çın çın çınlıyor:
Şol cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu
Çıkmış İslam bülbülleri
Öter Allah deyu deyu
Esnaf dükkanlarının önüne çıkmış gülümsüyor, kafes arkalarında, saçaklarda tülbentli başlar sallanıyor. Nitekim Saat Bayırından çıktık, Beyanbaba Türbesi denilen o muhteşem türbeden sonra Yeni Mekteb göründü. Hocam Gani Efendi beni yüksek tavanlı, geniş bir divanhaneye aldı. Kendi rahlesi, dipte, değirmi bir sofa hâlinde. Çocuklar postekiler üzerine çökerek okurlar.
MEKTEPLİ AGÂH
Agâh, annesinin özenle oyaladığı şilteyi Muallim Gani Efendinin arkasına koyar ve tedrisat başlar. İlk okuyabildiği eser bir ilmihal kitabıdır ve başında “Elhamdülillah biz Müslümanız… Din-î mübîne ser – beste – gânız!” yazar.
Artık evde annesi ile Muhammediye okur, cennet cehennem sırat köprüsü hakkında sorular sorar.
Sekiz yaşına girdiğim bir sonbahar günü beni Yeni Mektepten aldılar, hakikaten yeni bir mektep olan Mekteb-i Edeb’e yazdırdılar. İşte bu şarktan garba ilk geçişim oldu. On bir yaşımda iken buradan şahadetname aldım.
Biricik validesi vefat ettiğinde 13 yaşındadır. Artık kendi deyişi ile sofu olmuştur, her gün İsa Bey camisine gider ve Yasin-i şerif okur anacığının aziz ruhuna…
“Üsküp’te, biz Türkler, en maddî, riyazî ve doğru bir tarih hesabiyle, Milâdın 1392 senesinden 1914 senesine kadar tam beş yüz on sene oturmuştuk. Lakin 1392’de fethedilen Üsküp şehir filan değil bir kaleciktir. Yıldırım Beyazıt Üsküp’ü hem feth hem de tesis eder II. Murat ise mamur kılar Rumelinin önemli merkezlerinden biri yapar.
Şehrin imarı ile uğraşan Paşa Yiğit adlı Türk beyi ile onun oğlu Oruç Paşa’nın adı mahallelerde yaşar. Üsküplüler II. Murat’ın kurmaylarından Sırbistan fatihi Gazi İshak Bey’i ve onun oğlu Gazi İsa Beyi (ki o da Fatih’in silâh arkadaşıdır) yaptırdığı muhteşem camilerden tanırlar.
Şehrin ötesinde berisinde mezar taşları vardır ve hepsi hakkında bir şeyler anlatırlar.”
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer!
KULAĞINDAKİ EZAN
Şehir o kadar Türk o kadar müslümandır ki kokusu sinmiştir toprağına.
Üsküp ki Şar Dağında devamıydı Bursa’nın
“O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Ezan-ı Muhammedi başladığı zaman evimizde ruhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mabet sükûnu kaplardı. Annemin dudakları ism-i celâlle kımıldardı. 1300 sene evvel, Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra hem dinî hem millî sedamız olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim.
Lâkin bu sesler, beni bütün ömrümde bırakmış değildir. Müslüman Türk çocuklarının dinî ve millî terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesiri olduğuna inanırım. Paris’te iken bile, hiç münasebeti olmadığı hâlde, kulaklarımda Üsküp’teki ezan seslerinin akseddiği anlar olmuştur.”
İşte şairimiz, böylesi faziletli bir annenin evlâdıdır.
Ve nurlu Üsküp, Skopje olmamıştır daha.
Üstteki yazı sayın İrfan ÖZFATURA’nın http://www.saatlimaarif.com/detay.asp?ContentID=3559 sayfasında yayınlanan yazısından alınmıştır.
Yahya Kemal Beyatlı’nın edebi kişiliği
· Başta şiir olmak üzere 20. yüzyıl fikir, kültür ve sanat hayatının önemli simalarındandır.
· Türk toplumunun Tanzimat’tan bu yana yaşadığı kimlik problemine şiirleriyle cevap üretmeye çalışmıştır.
· İlk şiirlerini Selanik’te “Esrar” mahlası ile yayımlamıştır.
· Tahsilini tamamlamak üzere geldiği İstanbul’da Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin ve diğer Servet-i Fünûn sanatçılarını tanır ve dönemin çeşitli edebiyat dergilerinde ilk şiirlerini bu çizgide yayımlar.
· Yahya Kemal’in Paris yılları sanat ve düşünce hayatının şekillenmesinde önemli bir yer tutmuştur.
· Tarih konusundaki birikimini Albert Sorel’e borçlu olduğunu çeşitli vesilelerle dile getirmiştir.
· Paris yıllarında Servet-i Fünûn edebiyatının Fransız taklidi bir edebiyat olduğunu fark etmiş ve sanat hayatının büyük bir bölümünde Servet-i Fünûn karşıtı bir anlayışa sahip olduğunu dile getirmiştir.
· Fransız şiirini büyük bir dikkatle mercek altına almıştır.
· Fransız şiirine o yıllarda hakim olan parnasizm mükemmeliyetçiliği, sembolizm musikisi, neo-klasisizmin tarihiliği Yahya Kemal’i öz şiire götürecektir.
· Yahya Kemal, saf şiir anlayışının Türk edebiyatındaki iki önemli kurucu isminden biridir.
· Yahya Kemal, genel anlamda Türk şiirinin en önemli iki parnasyen şairinden biri olarak kabul edilir.
· Yahya Kemal’in şiirlerini etkileyen en önemli eser, Les Trophes’tir. (Jose de Heredia)
· Paris’ten döndüğü yıllarda neo-klasisizmin tesiri altındadır. Nitekim bir süre Yakup Kadri ile birlikte Nev-Yunanilik veya Havza edebiyatı anlayışına bağlı kalır ve bu doğrultuda şiirler kaleme alır.
· Nev-Yunanilik etkisiyle kaleme aldığı şiirler şunlardır: Adonis, Bergama Heykeltıraşları, Biblos Kadınları, Sicilya Kızları
· Nev-Yunanilik etkisiyle kaleme aldığı meşhur yazısı ise “Çamlar Altında Musahabe’dir.”
· Nev-Yunanilik ile birlikte Türk şiirini ve Türk zevkini Arap Acem etkisinden koparıp doğrudan doğruya Yunan ve Latin kültür- edebiyatına bağlar.
· Balkan ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında Nev-Yunanilikten tamamen uzaklaşmıştır.
· Yahya Kemal, Türk aydını hakkında da fikir sahibidir.
· O, Türk kültür tarihinde geniş bir yankı uyandıran “mektepten memlekete dönmek” çağrısının sahibidir.
· Ona göre Tanzimat sonrası Türk şiirinin ve edebiyatının uğradığı sekteler, aydınların mektepten memlekete dönmemeleridir.
· Yahya Kemal, “Ok” şiiri dışındaki eserlerini aruzla kaleme almıştır. Aruz konusunda oldukça başarılıdır.
· Gazel, rubai, şarkı Yahya Kemal’in en çok tercih ettiği divan edebiyatı nazım biçimleridir.
· Divan edebiyatını sadece biçimsel bağlamda kullanmıştır.
· Yahya Kemal; nazmı nesre yaklaştırma ilkesine şiddetle karşı çıkmış, şiirin ayrı bir dili olduğu görüşünü savunmuştur.
· Yahya Kemal hayattayken herhangi bir eseri yayımlanmamıştır.
· Eserleri Nihat Sami Banarlı öncülüğünde kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından Yahya Kemal Külliyatı adı altında13 cilt olarak yayımlanmıştır.
· “Mısra benim namusumdur.” sözü şiirdeki mükemmeliyetçi yaklaşımının yansımasıdır.
· “Beyaz lisan” sözü ile Tabii Türkçe kastedilmiştir. Türkçeleşmiş Türkçe.
· “Musiki” sözü Mallarme etkisinin ürünüdür. Şiirde ritm duygusunun önemini ifade etmektedir.
· “Çok İnsan anlayamaz eski musikimiz ve ondan anlayamayan bir şey anlamaz bizden” Bu dizeler eski musikiye verdiği önemi ifade etmektedir.
· “Söylediğimiz lisan” terimini İstanbul Türkçesi için kutlanmıştır.
· ” Bu dil ağzımda annemin sütüdür.” Türkçeye olan sevgisini dile getirdiği meşhur mısradır.
Yahya Kemal Beyatlı’nın eseleri ile ilgili kısa bilgiler
Eserleri -Şiir
· Kendi Gökkubbemiz (1961)
· Eski Şiirin Rüzgarıyla (1962)
· Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş (1963)
· Bitmemiş Şiirler (1976)
Kendi Gökkubemiz
Yahya Kemal’in günümüz Türkçesiyle kaleme aldığı ve hem yapı hem de tarz itibariyle yeni olan şiirlerini ihtiva eder. Kitap üç ana bölümden oluşmaktadır: Kendi Gökkubbemiz, Yol Düşüncesi, Vuslat.
Eski Şiirin Rüzgarıyla
Divan şiirinin şekil ve söyleyiş özellikleriyle kaleme alınmış klasik şiirlerden oluşur. Yahya Kemal’in neo-klasik tarafını yansıtan eserdeki gazellerin hemen hepsi, yek-avaz ya da yek-ahenktir. Manzumlardan arınmış, yek-ahenkliğe sahip bu şiirler bir anlamda divan şiirinin 20. yüzyıldaki son örnekleridir. Bu eser Selimname, Gazeller, Şarkılar, İthaf, Kıta-Beyitler gibi bölümlerden oluşmaktadır.
Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş
İki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde kendi rubaileri; ikinci bölümde ise Ömer Hayyam‘ın rubailerinin şair tarafından kaleme alınmış Türkçe söylenişleri mevcuttur.
Yahya Kemal Türk edebiyatındaki birkaç rubai şairinden biridir. (Azmizade Haleti, Arif Nihat Asya, Cemal Yeşil, Fuat Bayramoğlu)
Eserleri -Nesir
· Eğil Dağlar: İstiklal Harbi yazılarını içerir.
· Siyasi Hikayeler
· Edebiyata Dair: Bazı tarihi olayları hikaye tekniğiyle anlatmıştır.
· Aziz İstanbul: İstanbul’un semtlerini, tarihini, kültürünü anlattığı eseri
· Tarih Musahabeleri
· Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım: Yakın tarihimizle ilgili bir eserdir.
· Makaleler, Mektuplar
· Siyasi ve Edebi Portreler (1968)
· Edebiyata Dair (1971)
· Çocukluğum Gençliğim Siyasi ve Edebi Hatıralarım (1973)
· Tarih Musahabeleri (1975)
· Mektuplar-Makaleler (1977)
Sayın Sait BAŞER’in “Bir Kurucu Akıl Olarak Yahya Kemal” başlıklı yazısına http://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/217-bir-kurucu-akıl-olarak-yahyâ-kemal adresinden ulaşabilirsiniz.
Yahya Kemal BEYATLI’nın Şiirlerinden örnekler
Akıncılar
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kaafilelerle…
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan.
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla…
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde!
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!.
İstanbul’u Fetheden Yeniçeriye Gazel
Vur Pençe-i Âlî’deki şemşîr aşkına
Gülbang-i âsmâni tutan pîr aşkına
Ey leşker-i müfettihü’l-ebvâb vur bugün
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl içün
Gelmiş bu şehsüvâr-i cihângîr aşkına
Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-i Firenk
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Fecr-i hücûm içindeki tekbîr aşkına
Sessiz Gemi
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli,
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinde
Süleymaniye’de Bayram Sabahı
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye’de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübârek, ne garîb âlem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayâletle dolu…
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayâlet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya.
Tanrının mâbedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor.
*
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı.
En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi;
Taşımış harcını gâzîleri, serdârıyle,
Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmâriyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevî bir kapı açmış buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezelî rahmete ruh orduları..
Bir neferdir, bu zafer mâbedinin mîmârı.
*
Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir vârisin olmakla bugün mağrûrum;
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, îmânî bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını;
Büyük Allah’ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbîr oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
*
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbîr’i
Ne kadar saf idi sîmâsı bu mü’min neferin!
Kimdi? Bânisi mi, mîmârı mı ulvî eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşayan vârisi hem sâhibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
*
Karşı dağlarda tutuşmuş gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, çok uzaklardan mı?
Üsküdar’dan mı? Hisar’dan mı? Kavaklar’dan mı?
Bursa’dan, Konya’dan, İzmir’den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Bâyezîd’den, Van’dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübârek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hâtırâlar rüzgârını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
*
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosova’dan, Niğbolu’dan, Varna’dan, İstanbul’dan..
Anıyor her biri bir vak’ayı heybetle bu an;
Belgrad’dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar’dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra dağlardan mı?
*
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar’dan mı? Tunus’dan mı Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi
Yeni doğmus aya baktıkları yerden geliyor;
O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?
*
Ulu mâbedde karıştım vatanın birliğine.
Çok şükür Allaha, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşayanlarla beraber bulunan ervâhı.
*
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.
Üsküdar’ın Dost Işıkları
Ötmekte fecre karşı horozlar birer birer ;
Geçtikçe her dakika belirmektedir seher.
Bilmem kaçıncı fecri vatan toprağında, biz ,
Görmekle şimdi bir yaşatan vecd içindeyiz.
Etrafı okşuyor mayısın tâze rüzgârı
Karşımda köhne Üsküdâr’ın dost ışıkları…
Kimlersiniz? Ya bağrı yanık kimselersiniz!
Yâhut da her sabah uyanık kimselersiniz.!
Dünyâ yüzünde, bir sefer olsun, tanışmadan
Öz çehrenizle sizleri görmekteyim bu an.
Sizlersiniz bu ân’ı ışıklarla Türk eden!
Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden. !
Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizden’im;
Dünya ve âhirette vatandaşlarım benim.