Sayın Prof.Dr. Milay Köktürk hocamızla, bugünlerde önemli bir tartışma zeminini oluşturan, bazı aydınlarımız tarafından bir medeniyet tasavvurunun ön şartı olarak görülen “Felsefe” ve “Türk Felsefesi” konularını konuştuk. Hocamızın cevapları ufkumuzu açtı, zihnimizi aydınlattı.
Kıymetli Milay Hocam, “Felsefe”, “Türk felsefesi” konularını esas alan söyleşimiz için yaptığınız çok değerli yorumlara, değerlendirmelere içtenlikle teşekkür ediyoruz.
İzninizle ilk sorumuzla başlayalım:
Felsefe nedir ve felsefe ile varlığa, bilgiye, kültüre ve değerlere bakmaktan ne anlamalıyız?
Felsefenin ne olduğu sorusu ilkçağlarda da tartılmıştır. Önce bunun nedeni üzerinde duralım. Felsefenin ne olduğu sorusunun İlkçağda tartışılmasını doğal görebiliriz. Denebilir ki, sahip olunan bilgi kapsamlı olmadığı için, bilgi ve bilme türlerine ilişkin bilinç durumu yeterince gelişmediği için, felsefe bu bağlamda soruşturma konusu yapılmıştır! Ancak büyük bir bilgi birikiminin olduğu, sayısız bilgi etkinliğinin ve bilme biçimlerinin mevcudiyet kazandığı çağımızda halen “felsefenin ne olduğu” soruluyorsa, çıkan sonuç, felsefe gerçekten de farklı bir dal/alan demektir.
Yaygın ve bilinen anlamıyla, bilgelik sevgisi, hikmet sevgisi, hikmet ve hakikat arayışı dense de, bu karşılıklar kendi başlarına anlaşılır olmadığı gibi açıklayıcı da değildir. Bu ibarelere tanımlama demiyorum, karşılık diyorum. Çünkü tanımlama, tanımlanan şeyde bir anlam genişlemesine yol açar. Bunlar sadece, felsefe teriminin kavramsal karşılığıdır. Tanımlamak ise zordur, hele felsefe gibi soyut bir etkinliği! Hemen ifade edelim, çağımızda felsefe nasıl alışılmışın dışında ve farklı bir etkinlik, karmaşık bir içeriğe sahip ama çekici bir bilgi kümesi olarak adlandırılmaktaysa, ilk çağlarda da durum pek farklı değildi. Felsefe daima “farklı bir etkinlik” olarak görülmüştü. Halen de öyle!
Felsefenin ne olduğunu, özellikle saha dışından ilgi duyanlara teorik olarak ve soyut ifadelerle anlatmak yerine, daha somut biçimde anlatmak uygun olur. Bunun en kolay yolu, benzetmelere dayanmaktır. İki önemli ve meşhur benzetmeden söz edelim. İkisi de Platon’a ait. Biri mağara benzetmesi, diğer de üç hayat öğretisi.
Mağara benzetmesinde, yüzleri mağaranın dibine dönük şekilde hayatlarını geçiren insanların gerçeklik algıları konu edilir. Bu benzetmeye göre, mağaranın dışında büyük bir ateş yanmakta, ateşin ışığı mağaranın duvarını aydınlatmaktadır. Ateşin önünden geçirilen taştan tahtadan kuklaların gölgeleri mağaranın duvarına yansır, insanlar da bu gölgeleri hakikat zannederler. Bu kuklaları taşıyanların çıkardığı sesi de bu gölgelere ait olarak algılarlar. Bir gün biri zincirlerinden kurtulur, ayağa kalkıp mağaranın önüne doğru ilerler ve gözleri kamaşsa da, hakikatin duvarda yansıyan gölgelerden çok farklı olduğunu görür. Geri döner, diğerlerine, kendisini garip karşılayacaklarını bile bile bu hakikati bıkıp usanmadan anlatır…
Üç hayat öğretisinde ise, üç değişik yaşantıdan yola çıkılır. Bunlardan biri, olimpiyatlarda şan şöhret ve para için koşmaya gelen atlet, diğeri para kazanmak için gelen ve kalabalıkta satış yapmaya çalışan tüccar, üçüncüsü de olup biteni temaşa eden, eylemlerin amaçlarını, olup bitenin doğasını, diğerlerinin hangi amaçlarla eylem sergilediklerini anlamaya çalışan filozoftur. Filozof olup biteni anlamaya çalışırken aynı zamanda insanları peşinden koşturan şeylerin gerçek değerini, bu bağlamda da hayatın bütününü keşfetmeye çalışır.
İşte felsefe bu benzetmelerde betimlenen bakış biçimi ve hakikat arayışı, filozof da karakterize edilen bilge kişidir. O, “Acaba hakikat diye sunulan gerçekten de hakikat midir? Hakikat böyledir de niye başka türlü değildir?” sorularında ifadesini bulan merak, hayret ve kuşkuyu sadece hakikat uğruna kendinde taşır. Kendini sınırlayan bağlardan kurtulunca hakikati kavrar ve onu ötekilere iletip onların da kendi zincirlerini kırarak hakikate bizzat kendilerinin ulaşmasını sağlamaya çalışır. Bir tanıma göre filozof “uyanan ve konuşan insan”dır. Onun amacı, bizatihi yaşanan veya cereyan eden gerçekliğe müdahale etmek değildir. O, sadece bilgelik sevgisi uyandırmayı ve bu sevgiyle hakikat peşinde olanların olup biteni kavramalarını sağlamak ister. Filozof bu nedenle eylemci değildir.
Bilgiye, kültüre ve değerlere felsefe ile veya felsefi açıdan bakmayı açıklayabilmek için önce felsefenin kendini gösteriş biçimlerini hatırlamak gerek. Felsefe bir duruş, duyuş, düşünüş biçimidir. Bilgi, kültür veya değerlere bu duruş/düşünüş biçimi açısından bakmakla ne yaparız? Akılcı, deneyime dayalı ve bunun yanında doğası gereği duygusallık ve tarihsellik de barındıran bu unsurları sırf akılcı biçimde çözümlemiş oluruz. Bu bakış biçimi ne sağlar? Yönelim konusu olan olgunun farklı bir yönünü, farklı bir boyutunu görmeyi, temellerini soruşturmayı, anlamayı, yeniden inşa gerekiyorsa bu yolda adım atabilmeyi sağlar. Onları akıl süzgecinden geçirmekle yeniden didik didik etmiş ve içeriğini yeniden gözden geçirmiş oluruz. Böylece çelişki ve çatışmalarla da yüzleşiriz. Bu süreçte değerler ve kültür de tekamül eder. Unutmamak lazım ki, felsefe, değdiği her şeyi bir cennet bahçesine dönüştüren kutsal bir şey değildir. Sadece akılcı bir bakış ve akılcı bir duruştur. Şayet felsefe sözünü söyleyecekse, örneğin herhangi bir şeyi kutsamaz, kutsalı kutsallık tahtından indirmeyi de amaçlamaz; çözümler. O, kutsalın niçin kutsal olduğunu, kutsal olmayanın doğasını, kutsanan şeyin de niçin kutsandığını akılcı biçimde ortaya koyar. Kültüre akılcı olduğu kadar duygusal, sezgisel ve tarihseldir. Felsefe işte bize kültürün bu doğasını, bu unsurları birbirine karıştırmadan, birbiriyle özdeşleştirmeden kavramayı sağlar. Bu, entelektüel bir vukufiyet demektir. Entelektüel düşünce de felsefi bir perspektif taşımazsa eksik kalır.
Felsefe yaparken genel olarak bütün arayışların temelinde “varlık fikri / varlık anlayışı” olduğu kabul edilir. Özgün “varlık anlayışı”na dayanarak insanlığa yön veren dünya görüşlerinin bir felsefeden yola çıktığını söyleyebilir miyiz? Bir diğer ifadeyle bir felsefi anlayışın bir “dünya görüşü” oluşturabilme imkânı olur mu?
Arayışın nedeni ve hedefi hakikati bulmak, hakikat aşkı yahut hakikate duyulan ihtiyaçtır. Neyin hakikati? Elbette varolanın hakikati… Bir şeyden, o şeyin hakikatinden söz ediyorsak, bir varolandan söz ediyoruz demektir. Yani felsefi analiz, bakışını varolana çevirmek zorunda. Varolandan yola çıkmak zorunda. Varolan, bu dünyadaki varlıktır. Felsefe de dünyalı bir etkinliktir. Varlığın uhrevi olanıyla dinler uğraşır. Felsefe uhrevi varlığı ret ve inkâr etmek zorundadır denemez. Sadece, böyle bir varlık felsefenin konusuna girmez. Felsefe varlığın hakikatini bu dünyada arar, bu dünyadaki bireyin akıl ya da algısıyla arar.
Varolan, dünyadaki ve temeldeki varolandır, asıl varolandır; o da varlıktır. Varlık hakkındaki yargılar dünyada bulunuşun anlamı hakkındaki yargılardır. Dolayısıyla varolana verilen anlam, varolana yüklenen değer aynı zamanda dünyanın, dolayısıyla da hayatın anlamı olur. Çünkü dünya varlık dünyası ve varolanlar toplamıdır; hayat da bu toplamda geçen hayattır. Varoluş örneğin sadece maddi mevcudiyetten ibaretse, maddi varoluşun üzerine yükselen bir “manevi” yoksa, madde dünyası üzerinde icra edilen hayatın da manevi derinlik taşıması mümkün veya anlamlı olmayacaktır. Burada örneğini verdiğimiz şekildeki anlam tespitini veya arayışını felsefe gerçekleştirebilirdi. Başka bilgi ve düşünce etkinliklerinin konusu değildir bu da, ondan! Bu nedenle, insanlığı etkileyen fikir ve görüşler felsefeden, felsefenin varlık hakkındaki hakikat yorumlarından çıkmıştır. İnsanlık tarihinde, insanlığa yön veren dünya görüşleri var olmuştur. Onlar dünyada bulunuşun anlamını belirleyen varlık anlayışlarından beslenmişlerdir. Bunun doğal sonucu olarak da, çağlara göre egemen varlık anlayışı değiştikçe o çağlarda insanlığı etkileyen düşünce içeriği de değişmiştir. Fakat çağımıza yaklaştıkça, eski çağların felsefesindeki anlamıyla varlık ve varoluş, sözü edilen bu belirleyici etkinliğini kaybetmiştir. İnsanlığı etkileyen, yönlendiren zihniyet biçimleriyle duyuş ve düşünüş tarzları artık varlık anlayışından ve varoluşun anlamından beslenmemektedir. Çünkü varlık artık doğa bilimlerinin bilgi ve araştırma ilgisini oluşturmaktadır. Yeni etki kaynağını oluşturan akım ve eğilimler insana, hayata ve bilgiye yönelik felsefi bakış ve arayıştan çıkmaktadır. Yani insanlığı etkileyen görüşler yine felsefeden çıkmış olmaktadır. Bu felsefe bir zamanlar varlık felsefesi idi, bu çağlarda bilgi, bilim ve ahlak felsefesi (etik) ağırlıklıdır.
Bu arada şunu belirtelim: Felsefe ile dünya görüşünü ayırmak lazımdır. Felsefe dünya görüşü değildir. Dünya görüşü, yaşama biçimini, insan ve eşya ilişkilerini düzenleme amacıyla dünya hakkında bir fikri olmaktır. Dünyaya bir şekilde tavır almak ve kendini, hayatı ona göre düzenlemektir. Dünyanın mevcut anlamı içinde kendine bir yaşama biçimi, bir yol çizmektir.
Felsefe ise dünya görüşü değildir. Ondan, düzenlenmek istenen güncel yaşantıya ilişkin pratik ve uygulanabilir bir amaç taşıması yahut çözüm üretmesi beklenemez. Dünya görüşü bir bireye yahut topluma ait olması bakımından ve bu anlamıyla öznel karakterlidir. Oysa felsefe bütün insanlığa, insanlığın bütün çağlarına, toplumlarına ve bireylerine hitap eden, tüm çağlara ve bilinçlere sunulmuş bir kurgu, sistematik ve daha önemlisi rasyonel bir üründür. Filozof insanlık adına düşünen düşünce, insanlık adına ve insanlığa konuşan bir sestir. Felsefe, filozof veya felsefi anlayış bir dünya görüşü oluşturmaz. Amacı da bu değildir. Ama dünya görüşü, belli bir felsefi anlayış ya da sistemden kaynaklanabilir, ondan esinlenebilir, ilke ve esaslarını bu felsefeden alabilir. Örneğin, materyalizm felsefe olarak bir hakikat araştırmasıdır. Ama bir zihin, düşünen bir düşünce materyalizmden “materyalist dünya görüşü” türetebilir. Bu noktada dünya görüşü artık felsefeyle bağını koparmış, ayrı bir düşünsel ürün olmuştur.
Türk tarihi ve coğrafyasında, eski zamanlardan bugüne devamlılık halindeki Türk düşüncesi ve Türk kültürünü, bizim için yerel amaçla ama dünyaya da evrensel mesajlar verebilecek güçte felsefenin diliyle anlatmak mümkün müdür? Bu noktada bir “Türk Felsefesi” öne sürmek mümkün olabilir mi?
Sondan başlayalım: Her ne kadar bazı felsefe dostları bir Türk felsefesinin varlığından söz etseler de, şahsım aynı kanaatte değil. Bir felsefe geleneğimiz yok; coğrafyamız bin yıldır sistematik bir felsefi etkinlikten mahrum. Daha önce başka bir yerde yaptığım değerlendirmenin bir kısmını takdim edeyim: “Bir Türk felsefesi yoktur ama, bu, olmayacağı ve olamayacağı anlamına gelmez. Bir şeyin varolduğunu söyleyebilmemiz için onu ya bizzat unsurları, karakteristik özellikleri ve yapısal nitelikleri bakımından gösterebilmemiz ya da onun kendini gösteriş biçimini ve işlevini ortaya koyabilmemiz gerekir. Böyle bir iddia, o felsefenin konuşması gerektiği zaman darmadağın olur. Yapılmamış ve bu yüzden var olmayan felsefe konuşamaz. Bu coğrafyada bir Türk felsefesinin var olduğunu iddia edenler, Türk felsefesi denince kültür dünyasında dile gelmiş bazı duyuş ve düşünüş biçimlerine dayanır. Özellikle bu noktada halk kültürüne sığınmak adettendir. Oysa halkın felsefesi olmaz. Şekillenip netleşmemiş, sistematik, bütüncül ve temellendirilmiş biçimde ortaya konmamış, insan dünyasındaki problem alanlarını kuşatamamış bir düşünce felsefe değildir. Felsefeyi diğer düşünüş biçimlerinden özenle ayırmak lazımdır. Halk kültürü derinlikli bir duygu, algı veya tasarım barındırıyor olabilir. Halk kültürümüzün düşünsel içeriği, duygusal veya akılcı formda dile getirilen, yaşama dünyası merkezli deneyim ve ilkelerdir. Onlar olsa olsa bu coğrafya kültürünün dünya görüşü sayılır. Üstelik bu deneyimler toplamı sistematik olmadığı gibi pratik amaca, kendi varlığını sürdürme ve kendi varoluşunu yüceltme amacına hizmet eder. Halk kültürünün doğası budur.” Felsefe ise daha başka bir şeydir. Azıcık derinlik bulduğumuz kültür ürününe felsefe muamelesi yapmamak lazımdır.
Sorunuzun ilk kısmındaki şu ifade üzerinde durmamız lazım: “Türk tarihi ve coğrafyasında, eski zamanlardan bugüne devamlılık halindeki Türk düşüncesi ve Türk kültürü…” Niye üzerinde durmak gerek? Bu yargının anlamını, gerçeklik bağlantısını netleştirmeden, söylenecek şeyler “duygu dolu, gurur okşayıcı boş sözler” (yani hamaset) olacaktır.
Bu ifade kendi içinde bir değer biçme ve bir varsayım içeriyor. Türk düşüncesini ve Türk kültürünü eski zamanlardan bugüne “devamlı” sayıyor. Bu yargıda, dile getirilmeyen ama sezilen anlam ise, bu kültürün “hep aynı biçimli devam ettiği” kabulü. Evet, bir Türk kültüründen söz ediyoruz, eski çağlarda Türkler var olduğuna göre, geçmişten bugüne uzanan bir kültürel devamlılık mevcut. Ama kültürün değişen çağlarda ve tarihsel akışta devamlılığı ne demektir, bunun hem kültür tarihi açısından hem de kültürün derin anlam yapısı bakımından açıkça ortaya konması lazımdır. Kültür etkileştiği unsurlara göre değişip dönüşerek, kendini taşıyan ruhların tarihsel süreçte farklılaşan ilgi ve eğilimlerinden etkilenerek yoluna devam eder. Lakin bu etkilenmenin, değişip dönüşmenin boyutu nedir, farklı aşamaların birbiriyle bağlantısı nedir, bunlar ortaya konmalıdır. Yoksa, tarihin derinliklerinde oluşmuş bir müşterek ruhun her çağda derinlerde bir yerde kültürü belirleyerek temeli/asıl unsuru oluşturduğunu söylemiş oluruz ki, bu da toplumsal-insani tekamül gerçeğine aykırı olur. Sanki sosyoekonomik ve teknik değişimler hiç yaşanmamış yahut yaşanmış olsa da Türk kültürü bunlardan hiç etkilenmemiş gibi değerlendiriliyor. Türk kültürü adeta her etkenden arınmış, dokunulmaz, elbirliğiyle özenle muhafaza edilen bir yekûn! Böyle bir tablo çiziliyor. Böyle bir şey olamaz. Bu nedenle birçok sorunun cevabı aranmalıdır. Kültürün geçirdiği değişim dönüşüm nedir? Onun bugün, bu çağdaki mevcudiyeti ne durumda? Yani internet çağında! Şimdiye kadar kesintisizce ve benzer biçimli devam etmiş olsa bile, elektromanyetik sanayi devrimi ve bunun ürünü olan internet teknolojisinin egemenlik çağlarında da bu mevcudiyetini sürdürebilecek mi? Bütün bunlar, entelektüel düzeyde, kılı kırk yarıcı çözümleme yapmak demektir. Büyük zihinler bunu yaptıklarında, kültürün mesajları felsefenin diline söyletilmiş olur. Lakin çağın getirdiği problemler demeti kültürü tehdit etmeyi sürdürür.
Yukarıda zikredilen “Türk düşüncesi” kavramına gelince, doğrusu bunun içeriği belirsizdir. Olmadığını iddia etmiyorum, ama varsa bile net ve açık biçimde ortaya konmuş değildir. Türk düşüncesi kavramından pür akılcı bir tasarım dizisini anlıyoruz ki, onun devamlılığı iddiası çok da akılcı durmamaktadır. Böyle bir devamlılık iddiasıyla, belki farklı çağlardaki toplumsal muhayyileler kastediliyor olanilir. O takdirde de, bu “muhayyel tasarımlar”ı tek bir kavram altında, yani Türk düşüncesi kavramı altında toplamanın nedeni ve imkânı ve doğruluğu kanıtlanmalıdır.
Yukarıdaki ifadenin ikinci kısmını ele alalım: “…eski zamanlardan bugüne devamlılık halindeki Türk düşüncesi ve Türk kültürünü, bizim için yerel amaçla ama dünyaya da evrensel mesajlar verebilecek güçte felsefenin diliyle anlatmak…” Felsefenin diliyle Türk kültürünü anlatmak, ama bizim için yerel amaçlarla, dünyaya da evrensel amaçlarla! Neden bizim için yerel amaçlarla anlatalım? Bizim için de evrensel amaçlarla anlatma seçeneğini niye yok sayalım? Ayrıca Türk kültürünü felsefenin diliyle anlattığımızda ne olacak? Niye felsefenin diliyle anlatmayı özellikle öne çıkarıyoruz? Bu minvaldeki beklentiler ve yargılar çok tartışmalı. Ayrıca anlamı da belirsiz. “…bizim için yerel amaç, dünyaya da evrensel mesajlar…” ibaresine gelince; felsefe ilkini yaparsa, felsefe olmaz, edebiyat, ideoloji, yahut sosyal-kültürel bir edebi/düşünsel söylem olur. Felsefenin yerelle işi yoktur. Yerelde takılıp kalmaz. Ama felsefe yerelden beslenip evrensel mesaj verebilir. O noktada felsefe yerel değildir zaten. Onun yeni dile geliş biçimi olarak evrensel, tüm insanlığa tekliftir. Böylece bu kültür tüm insanlığa mal olmuş olur. İşte bu, uygarlıktır. Yani kültürün değer, duygu ve tasarım içeriğini yerel amaçlarla değil evrensel amaçlarla felsefenin diline taşımak mümkündür. Böylece milli kültür evrensel bir boyut kazanır, bu kültürün içindeki ilkeler insanlığın tekâmülüne hizmet etmiş olur. İnsanlığın onurlu bir mensubu olan bir millet/kültür olmak da böyle bir şeydir. Amaç, evrensel zeminde kültürü dile getirerek herkese kendi kültürünü aşılamak, onları doğrudan etkilemek değildir. Bu, diğer topluluklara uygulanan bir kültür emperyalizmi olur. Buna ne gerek vardır, ne de hakkımız. Bırakınız her kültür kendine özgülüğü içinde varlığını sürdürsün, ama birçok kültürden etkilenerek tekâmül etsin! İşte felsefenin diliyle dile gelmiş bir Türk kültürü ya da Türk düşüncesi, bir Türk Felsefesi halini almış demektir.
Türk Felsefesi’nin temel prensipleri ve teklif ettiği değerleri neler olabilir ya da olmalıdır?
Belirttiğim gibi, bugünün ufkundan bakınca Türk Felsefesi ortada görünmüyor ama bu, gelecekte olmayacağı manasına gelmez. İlk başta şu soruyu sormadan geçemeyiz: “Türk Felsefesi”nden ne anlamak gerekir? Bir anlam karmaşasına veya yanlış kullanıma sebebiyet vermemek için bu kavramı açıklamak lazımdır. Daha önce bu konuda kaleme aldığım bazı fikirleri burada tekrar dile getirmem uygun olacak.
Bu kavram etnik veya politik mecraya çekilmemelidir. Zira etnik veya politik zeminde ve söylemde kavramlar anlam kaybına uğrar ve kolaylıkla karşıtlık doğurur. Yüksek kültür ürünleri dünyasını anlatan kavramlar ise zaman ve mekânın veya biyolojik varoluşun sınırlarını buharlaştırır. Diğer yandan, Türk felsefesi kavramı felsefenin özelleşmesi olarak anlaşıldığında, felsefe kavramıyla çelişir. Felsefe yerel yahut ulusal bir etkinlik değildir. Onun anavatanı ve hedeflediği dünya, tüm zamanlardaki ve mekânlardaki insanlık evrenidir. Bu adlandırma sadece Türklere ait bir felsefe olarak anlaşılırsa, felsefe etkinliği sınırlandırılmış olur. Aslında bu anlamda bir düşünsel etkinlik felsefe de olmaz.
Kelimenin gerçek anlamında felsefe olarak bir Türk felsefesi denince, bu coğrafyadaki kültür dünyası bireyinin dünya, hayat ve varlık algısını felsefi düzeyde yansıtan, bu coğrafyanın değerlerini felsefenin diline taşıyan, Türkçe ile dile getirilmiş sistematik kurgular anlaşılmalıdır. Bu, var olmayanın ama var olması arzu edilenin ifadesidir. Böyle bir felsefede bireysel yahut kültürel deneyim ve problemlere ilişkin çözümleme ve kurgular da, insanlık düşüncesine eklemlenebilecek formda, felsefenin diliyle söylenmiş ve temellendirilmiş akılcı hakikat yargıları olarak inşa edilip sunulur. Bir kültür çevresinde, o kültürün adıyla adlandırılabilecek felsefe böyle olabilir. Yani bir “Türk Felsefesi” mümkündür. Daha önemlisi, Türk aydınının önünde Grek, İslam ve Rönesans sonrası Batı felsefesi mirası vardır. Özellikle kendi coğrafyasında neşvünema bulmuş bir uygarlığın mirasçısı olmak, bu coğrafya aydınlar olarak henüz el atmadığımız bir imkânlar alanıdır. Bu miras yanında Batı felsefesinin birikimine ve düşünme yöntemine, çözümleme mantığına da sahip olan bir akıl, Türk kültür coğrafyasında yeni felsefi hareketleri oluşturabilir.
Bu manada bir felsefe, yani bu coğrafyadan filizlenecek bir Türk Felsefesi “yaşama felsefesi” olabileceği gibi, etik ve estetik ağırlıklı bir yapı da taşıyabilir. Onun düşünme malzemeleri ve imkânları neler olabilir? İnsan ve yaşantının yeniden tanımlanışı ve çözümlenişi, manevilikle yoğrulmuş bir yaşama ve insan algısı, değerler üzerine inşa edilen bir dünya tasarımı, yaşama dünyasının realist bir çözümlemesi ve yorumu, akılcı ve değer temeline dayalı bir varoluş tasarımı, estetiğin etiğe ve yaşantıya taşınması; bir “yaşama estetiği.”
“Türk düşüncesini felsefenin diliyle anlatmak” için ya da daha müşahhas bir ifadeyle “Türk Felsefesi’ni hayata geçirmek” için hakim kılınacak bir metodoloji olabilir mi? Bu metodolojiden bir “ideoloji” oluşturulabilir mi?
Bu sorunuz, doğabilimsel bir mantıktan sorulmuş gibi. Doğa bilimlerinde bir metot, yürütülecek çalışma için atılacak adımlar dizisini planlar ve hayata geçirirsiniz; sonuçta da planlanan hedefe ulaşırsınız. Doğa bilimleri penceresinden bakanlar, belli bir metodoloji ile felsefenin de inşa edilebileceğini düşünebilirler. Fakat felsefi gelenek, felsefe ortamı ve felsefi düşünce inşasında, bu manada bir metodik kurgu söz konusu olamaz. Felsefenin ortaya çıkması, gelişip yaygınlaşması için yapay kurgular, görevlendirmeler, teşvikler, eğitim etkinliği gibi planlı programlı etkinlikler işe yaramaz. Felsefe belli bir kıvama gelmiş olan düşünce ve kültür ikliminde, belli bir toplumsal ruhla, ilgililerince yahut sevdalılarınca filizlendirilir. Dünyanın en zeki insanlarının bir araya toplandığını ve onların da bir Türk felsefesini hayata geçirmek için el birliğiyle yola koyulduklarını düşünelim; sonuçta fevkalade nitelikli, derinlikli ve kaliteli metinler/eserler ortaya konabilir. Ama asla, özgün bir düşünce hareketi olarak Türk felsefesi oluşturulamaz. Felsefeyi, önceden kurgulanan, planlı programlı bir etkinlik olarak görmek, onu adeta bir proje gibi algılamak demektir. Oysa o bir proje değildir. Felsefeyi inşa ve geliştirme projesi diye bir proje olmaz. Felsefenin metodolojisi bellidir: Karşılıksız ve beklentisiz bir hakikat sevdası, hakikati akılcı yoldan aramak, aklını kullanarak tüm gerçeklik iddialarını ve gerçekliğin görünen kısımlarını didik didik etmek.
Bilim, felsefe yahut yüksek kültür, değerinin bilinmediği coğrafyalardan başka yerlere göç eder. Felsefenin bir coğrafyada neşvünema bulması, yaygın ve sürekli bir ilgi, içten bir eğilim oluşumuyla, bu ilgi ve eğilimin uzun zaman dilimlerini aşacak şekilde devamlılığıyla gerçekleşir. Örneğin, düşüncenin, düşünce insanlarının, düşünce içeren eserlerin herhangi bir değerinin olmadığı bir coğrafyada, felsefe filizlenemez. Kimsenin kimseyi doğru düzgün okumadığı, bırakınız okumayı, dinlemediği bir coğrafyada bir felsefi-düşünsel hareket başlamaz. Kitabın öneminin kalmadığı bir kültür dünyasında felsefe geleneğinden söz edilemez. Böyle bir kültür coğrafyasında, başlatılmaya çalışılan düşünce hareketleri de eğreti durur ve üretici olmaz.
Sorunun ikinci kısmına geçelim: Türk felsefesini hayata geçirmeyi temenni etmek veya bunun olabilirliği işaret etmek yetmez. Mevcudiyet koşullarını inşa etmek lazımdır. Bunun için ilkönce siyasal kavgalardan, güncel yaşantının kısır çekişmelerinden kurtulmak lazımdır. Siyasal kavgalar ve kısır çekişmeler genel ve bütüncül bir bakış ve varoluş yorumu dairesinde değil, iktidardan pay almak gibi pratik bir ilgiden ve çıkar sağlama amacından doğar. Felsefe sırf güncel hayatın kısa vadeli problemlerine, her an değişip dönüşen veya kılık değiştiren yaşama pratiğine dönük bir düşünsel etkinlik değildir. Onun dili genel, kurgusal, teorik ve çözümleyici niteliklidir. Güncel yaşantının pratik problemleri felsefenin dünyasında genel ve ilkesel düzeyde düşünülüp tartışılır. Orada teorik iyi kurgusal yoldan inşa edilir. Bu demektir ki, felsefe yapmak güncel siyasal kavgalara herhangi bir katkı sunmaz, bu kavgalar da felsefeye! Diğer yandan filozofa yahut felsefeciye, sistem karşıtlığı dışında, felsefi problemlere ilişkin çözümleme yahut kurgularını herhangi bir şekilde ifade edebilme hakkı verilmediği takdirde, o kültür coğrafyasında düşünce asla gelişemez. Felsefe geleneğinde ihtiyaç duyulan özgürlük, olup biten karşısında filozofça tavır ve fikir beyanının sergilenebilmesidir. Aslında bu çerçevedeki özgürlük alanını felsefe sevdalıları genişletir. Yoğun bir dünya görüşü kavgasının yaşandığı, belli bir dünya görüşünü egemen kılmak için devlet aygıtının kullanıldığı Türkiye’de, bu kavga sona ermedikçe yahut entelektüeller bu kavganın dışına çıkmadıkları sürece, bu coğrafyaya özgü felsefi kurgular dizisinin ortaya çıkması zor görünmektedir.
Sorunuzun son kısmı ideoloji…. Diyorsunuz ki “Türk felsefesini hayata geçirecek bir metodolojiden bir ideoloji oluşturulabilir mi?”
Sanıyorum ideolojiyi değerli ve masum bir şey olarak görüyorsunuz. Çünkü sorunuz örtülü olarak “olsa iyi olur” anlamı ve onaylaması içeriyor. Kastınız muhtemelen “ideoloji” değil de “fikir sistemi.” Her ideoloji aynı zamanda bir fikir sistemidir, fakat her fikir sistemi ideoloji değildir. Fikir sistemi, dünyevi yahut toplumsal olgu ve sorunlara ilişkin tutarlı bir açıklama, derinlikli bir kavrayış tarzı içerir. Dolayısıyla Türk felsefesini hayata geçirecek bir metodoloji bulunsaydı, bu metodolojiden de entelektüel bir üretim olarak bir fikir sistemi oluşturulabilseydi, bu, fevkalade olumlu olurdu. Böyle bir metodoloji olmadığı için, ondan da planlı-programlı, plan-program dahilinde bir fikir sistemi oluşturulamaz.
İdeolojiyi kısaca anlatalım… İdeolojiler, bu çağda ulaştığımız anlayış düzeyinde, hiç de olumlu ürünler/yapılar değildir. 20. yüzyıl ideolojiler yüzyılı idi ve kan ve gözyaşı doluydu. Çünkü ideolojilerin tarihi kanlıdır. İdeolojiler doğası gereği kıyıcıdır. İdeoloji, mutlak doğruluk yargısı taşıyan siyasal nitelikli tasarımlardır. Bir fikir sisteminin önermelerine “mutlak doğruluk” ve “ideal gerçeklik” kalıbı ekleyin, ideoloji elde etmiş olursunuz. İş bununla kalmaz, bu fikir ürününden, doğal olarak şu sonuç çıkar: Mademki öne sürülen bu tezler mutlak doğrudur ve ideal gerçekliktir, bunların dışındaki her şey yanlış ve batıldır. O halde onlara varolma hakkı vermemek lazımdır… İşte ideolojiler ve doğuracakları zihinsel ortam budur. İdeolojiler, aklın icat ettiği din gibidir. İdeoloji akıl süzgecinden geçirilerek, mantıksal ve reel tezler içeriği için kabul edilen önermeler bütünü değildir. İdeolojiye “iman” edilir.
Bugün düşünce hayatımızda yer alan fikir sistemleri Türk felsefesine filan dayanmıyor. Bu fikirler, doğrudan yaşama dünyasının, tarihsel sürecin gerçekleriyle bağlantılı, politik proje niteliğindeki düşünce sistemleridir. Elbette, Türk kültürünün ilke ve değerleri evrenselleştirilerek bir felsefi sistem ortaya konabilir; başka zihinler de bu ilkeler bütününden bir dünya görüşü türetebilir. Bu, aklın katı ve tek biçimli kullanımı değil entelektüel çizgide, çok yönlü ve özgürlükçü kullanımı olur. Bu çağda olması gereken de budur. Bu tarz bir kullanım da aklın tekâmülünden başka bir şey değildir. Topluma ya da insanlığa, sadece kendini aşan büyük zihinler, tekâmül yolunda ilerleyen akıllar ufuk açabilir.
Sayın Prof. Dr. Milay KÖKTÜRK
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğretim üyesidir.
Bilimsel makalelerinin yanısıra öncelikle Türk Yurdu Dergisi’nde olmak üzere basılı genel okuyucuya da yönelik çok sayıda eğitici yazısı yayınlanmıştır.
Mesleki – akademik çalışmaları dışında “Millet ve Milliyetçilik”, “Kültür’ün Dünyası”, “Kültür ve Sembol” isimli yayınlanmış kitapları vardır.