“Yüksek değerler, gayeler istikametinde hayatı gerçekleştirebilmek için, sonsuz ihtimaller karmaşığının doğurduğu kuşkuları, korkuları yenmek gerekir. Gerçek hürriyete bu kapıdan geçilir ve insan hayatın efendisi olur. Hayatın efendisi olmak hayat korkularını yenmekle, bu sonsuz ihtimallere karşı güvende ve pervasız olmakla, bu dahi, Mülkün Sahibini bilmekle mümkündür.”
*****
Hüseyin Raşit YILMAZ
Esasında bu yazının başlığı “Ahlaki Bir Meydan Okuyuş…” yerine “İmani Bir Meydan Okuyuş…” yahut “Türki Bir Meydan Okuyuş…” da olsa gaye hâsıl olurdu. Bunun ötesinde yalnız “Nevzat Kösoğlu Duruşu” desek dahi onu bilenler bunun aynı zamanda ahlaki, imani ve Türk’e has bir duruş olduğunu bileceklerdi. Mevcut haliyle karşınızda olması bir tanesini seçme zaruretinden.
Nevzat ağabeyin varlığından haberdar oluşum, onu ilk görüşüm 14-15 yaşındayken olmalı. 12 Eylül Mahkemesi’nde çekilmiş bir fotoğrafta; O’nun gıyabında daima “reis” hitabıyla andığı Alparslan Türkeş Bey’in hemen sağında, beyaz takım elbisesi ve sanki idamla yargılanmıyormuş umursamazlığında, herkesin elleri önünde, o dirseklerinden büküp kollarını geriye yaslanmış, bacakları açık. Onun bu duruşunun, ilk bakışta bile, cihangirane bir hal olduğu aşikârdı. İlaveten bu halin kuru bir cihangirlik olmadığını öğrenmemiz için biraz daha zaman geçmesi gerekti. Nevzat Kösoğlu’nu okudukça, onu bilenlerden dinledikçe ve nihayetinde onunla sohbetler etme imkânına kavuşunca mahkemedeki o duruşun zahire taşan manasının altında pek kuvvetli bir ruh kökü olduğunu anlamış olduk. Bendenizin meseleyi idraki biraz zaman alsa da Nevzat Ağabey’in bu duruşunun mahkemedeki muhataplarından savcı tarafından anlaşılması uzun sürmemiş olacak ki, mahkeme başkanına “Nevzat Kösoğlu hali, tavrı ve oturuşuyla beni tehdit ediyor.” diye şikâyette bulunacaktı. Mahkemedeki bu durumu Cengiz Aydoğdu gayet isabetli bir şekilde “Nevzat Kösoğlu duruşu, millet varlığını kaale almayanlara ve milli değerlere bigâne duranlara karşı kendiliğinden bir tehditti.” 1 diyerek açıklıyor.
Kamuoyu ve hassaten milliyetçi camia Nevzat Kösoğlu’nu mütefekkir yönüyle tanımakta. Eserleri nesillere ışık tutmakta, irfan geleneğimizin son dönemdeki en mühim referans kaynaklarından kabul edilmekte. Ama bu kadar değil, ötesi var. Onu bu fevkalade önemli tarifin de ötesine taşıyan ne peki? Bu mesele üzerine düşününce, ona dair hangi izi takip edersek edelim sonunda varacağı yere çıkıyoruz: İman. Onun yazdığı, söylediği, hâl ile beyan ettiği ne varsa muhakkak imanî bir rabıtası olduğunu müşahede ettik. Nevzat Ağabey’in 20’li yaşlarının ikinci yarısında yazdığı makalelere bakınca bu istikameti ve düşünce yapısını çok erken yaşlarda kazandığını görüyoruz. “İmanını sırf psikolojik bir hâl olmaktan yükseltip, hayatın yaşanma prensipleri olarak uygulama gücünü gösterebilenler saygı ve takdir ile anacağımız kimselerdir.”2 tespitini yapan genç Kösoğlu dünya görüşünün ahlakî vechesini de Nisan 1970’de kaleme aldığı ‘Milliyetçi Hareket ve Metod Meseleleri’ başlıklı makalesinde şöyle ifade eder: “Milliyetçi ahlak İslamîdir; kaynak itibariyle ilâhîdir ve kuralları millî seciyemizin bu ilâhî öz ile tarih içindeki yoğuruluşundan teşekkül etmiştir.”3
Veciz bir şekilde “Kitap Şuuru” olarak adlandırdığı bilinci, milletimizin ve milletimize ait olan her şeyin yükselişi ve çöküşünde temel âmil olarak kabul eder Nevzat Kösoğlu. O’na göre hakanla köylüyü, karşılaştığı meselelerde sorduğu “Kitapta yeri var mı?” sorusu aynı yüksek seciyenin insanı yapar. Bu sorunun “kitaba uydurmaya” dönüşmesi de kötü günlerin başladığını gösterir. Nevzat Ağabey diyor ki: “İslam tarihinin insanlığa en büyük hizmetlerinden biri sayılabilecek olan fetva müessesesi kitap şuurunun içtimai sahadaki teşkilatlanması idi. Devletimiz harp kararlarından, ferdin en küçük sosyal davranışlarına kadar her şey fetvanın süzgecinden geçerek varlık kazanırdı. Sonra bir gün fetva, kitabına uydurma sanatı olmaya yöneldi. İşte, biz o gün bittik. Ve artık zaman, bizi çiğneye çiğneye kişimizi nefsine, milletimizi bugünkü zillete mahkûm etti.”4
O’nun kalem oynattığı, söz söylediği meselelerin hacmi ve tespitlerinin derinliği dikkate alındığında, ilaveten bilhassa erken yaşlarda neşredilen makalelerinin kıymeti hesaba katıldığında pek nadir rastlanılan türden bir münevverle karşı karşıya olduğumuz ortadadır. Nevzat Ağabeyin devlet ve muhafazakârlık üzerine erken yaşlarda yazdığı makalelerin aradan geçen bu kadar zamana rağmen aşılabildiğini söylemek güçtür. Onun erken pişmesinde ve istikamet sahibi olmasında fikren yetiştiği çevre ve istifade etme imkânı bulduğu “büyükler”in etkisi göz ardı edilemez. Necmettin Turinay O’nun ve arkadaşlarının meselelere yaklaşımında bu hususa dikkat çeker: “Her türlü alt kültürün, kendini siyasal bir vakıa olarak arz ettiği böyle bir dönemde asla paniğe kapılmadı. Köşeye sıkışmış, daralmış ruhların sığındığı marjinal bir muhalefet diline de asla teslim olmadılar. Çünkü onlarda çeşmesinden su içtikleri, büyük tarihçi Ziya Nur Aksun’dan sürüp gelen bir yan vardı. Hemen her gelişmeyi milletimizin engin tarihi ile bir arada mütalaa etmek, her dalga karşısında paniğe kapılmamak gibi bir zihin salâbeti. Tarihin ve insanlığın maruz kaldığı derin sarsıntılar karşısında çözülmemek, milliyetimizin geleceği hususundan daima emin bulunmak gibi bir hal…”5
Nevzat Ağabey’in “çeşmesinden su içtikleri”nden bahsederken büründüğü hâl dahi pek çok bakımdan öğreticidir. Onun “Fethi Ağabey” (Gemuhluoğlu) derken gözlerinin nasıl parladığına, “Üstad” (Necip Fazıl) dediğinde yüzünde beliren tebessüme şahit olduk. Hayrü’l-halefi olduğunu söyleyebileceğimiz Gökalp’e, hayranlığını daima belirttiği Peyami Safa’ya, Taşer’e, Yahya Kemal’e nasıl kıymet verdiği herkesin malumudur. Lakin bir hakkın teslimi kabilinden bir noktaya temas etmeden geçmeye gönlüm el vermiyor. Nevzat Ağabey “çocuk gönlümün cenneti” dediği ve “Geçmiş Zaman Peşinde yahut Vaizin Söyledikleri” eserinden de anladığımız kadarıyla bu toprakların, Türklüğün, “biz”liğin temsil kabiliyeti hayli yüksek bir numunesi olan İspir’de doğmasaydı, çocukluğunu, ,ilk gençliğini orada geçirmeseydi “Nevzat Kösoğlu” olabilir miydi? İspir’in yamaçlarına oturup, dağlarına bakarak türküler söylemeseydi türkülere bu denli derin manalar yükleyip, biz olma ile türküler arasındaki muhkem köprüleri keşfedebilir miydi? Belki de bunlardan da mühimi her bayram namazından çıktıktan sonra evine gidip çoluk çocuğu ile bayramlaşmadan evvel elinde hediyelerle mahpushaneyi ziyaret edip garibanlarla bayramlaşan, İspir’in meşhur delilerinden Büyük Mahmut’la aynı tasa kaşık sallayan Dava Vekili Tayyip Bey’in6 evladı olmasa, bu durumu o güzel babasının ölümünden uzun yıllar sonra öğrenen, öğrendiğinde “nefesi düğümlenen” Nevzat Kösoğlu olur muydu?
Nevzat Ağabey’in yazımıza konu olan duruşu, şüphesiz O’nun bütün düşünce yapısının, kültür ve zihin kodlarının çatısı hükmünde olan “iman” ile ilişkilidir. Bununla birlikte O’nun üç hâlinin, bu çatının altında bulunan ve “Nevzat Kösoğlu Duruşu”nu ortaya çıkaran vasıfların başında geldiği kanaatindeyim: Tevekkül, tenezzülsüzlük ve tabiîlik.
Tevekkül hali. Mütevekkildi Nevzat Ağabey: İhtilalin sabahında ağabeyinin “Kalk ihtilal oldu.” uyarısına “Ya öyle mi?” diyerek mukabele edip tekrar uyumasına neden olan hâl, idamla yargılandığı dava devam ederken O’na “Bari İngilizce öğreneyim.” diye düşündürten hâl. Raci Tetik’i mahkeme salonundan azarlayarak kovan7 Nevzat Kösoğlu’nun tevekkülünü anlayabilmek için yine ondan yardım alacağız: “Tevekkül hareketin prensibidir; besmele gibidir, her işin başında vardır, sonunda değil. Bir kere karar verdin mi, artık Allah’a yaslanacaksın; teşebbüsünü köstekleyecek her türlü vesvese ve zaaftan kurtulacaksın; iraden keskinleşecek, çekilmiş kılıç gibi olacaksın. Kaldıramayacağın yük kalmayacak.”8 1974’te, 34 yaşındaki Nevzat Kösoğlu ‘Tevekküle Dair” makalesinde şöyle diyor: “Tevekkül hayatın kahramanca yaşanmasıdır; güzelden, doğrudan yana hayat hadiselerine Bismillah ile ve korkusuzca atılıştır. Savaşta siperine çökmüş askerin, silahı başında tevekkülü vardır; alnıma yapışacak kurşunda adım yazılı olmalıdır der, adım yazılı ise beni nerde olsa bulur diye düşünür. ” Bil ki, senden yan çizen şey(kader) sana erişecek değildir. Sana erişecek şey, senden yan çizecek değildir.”(Ayet) hükmünce savaşırlar; bunlar kahramanlardır. Yüksek değerler, gayeler istikametinde hayatı gerçekleştirebilmek için, sonsuz ihtimaller karmaşığının doğurduğu kuşkuları, korkuları yenmek gerekir. Gerçek hürriyete bu kapıdan geçilir ve insan hayatın efendisi olur. Hayatın efendisi olmak hayat korkularını yenmekle, bu sonsuz ihtimallere karşı güvende ve pervasız olmakla, bu dahi, Mülkün Sahibini bilmekle mümkündür.”9 Nevzat Ağabey’in duruşunun kuru bir cihangirliğin çok ötesinde bir mana ifade etmesi O’nun erken yaşlarda “Mülkün Sahibi”ni bilmesiyle açıklanabilir. O’nda tevekkül, fark edebilenlerce görülebilen bir cezbe halindedir. Bu cezbe hali hem o gün, hem anda hem de gelecekte yüz akımız olan askerî mahkeme savunmalarında da dikkat çeker. “Canım saldırıya uğradığı zaman, müdafaamı meşru sayan hukuk, devlet; bir yandan, bu değerleri canından aziz bileceksin, gerekirse onlar uğruna öleceksin derken, öbür yandan, onları savundum diye beni cezalandıramaz.”10 Nevzat Kösoğlu’nun askeri mahkemedeki konuşmalarının içeriği ve üslubu şahsi bir kaygının ne kadar uzağında olduğunu, bütünüyle ülkücüleri savunan bir tavırla iddialara cevap verdiğini, aktüel konular hakkında konuşurken tıpkı meclis konuşmalarında olduğu gibi geniş bir perspektiften, tarihi misallerle zenginleştirerek hitap etmeyi tercih ettiğini açıkça gösteriyor. Bakınız idamla yargılanan Kösoğlu askerî mahkemede tarihe nasıl not düşüyor: “Güney Afrika’nın siyah insanları üzerine çökmüş beyazlar cumhuriyeti kâbusundan tiksiniyorum; Vietnam’ın sarı insanlarını bir mal gibi, kobay gibi kullanan güçlerden nefret ediyorum. İnsana, rengi cinsi ne olursa olsun, insan olarak yaratılmışlığının haysiyetini istiyorum. Kendi vatanının yanı başında vatansız yaşayan Filistin göçmenleri için acı çekiyorum. Sefaletle sefahat dünyada yan yana bulunduğu sürece, dünyadan memnun değilim. Hâkimiyet ve istismar mücadelelerinin dünyayı bir insanlık mezbahası haline getirmesini istemiyorum. Güneşin aydınlattığı her yerde adalet istiyorum; insanların gerçekten insanlaşabileceği bir huzur istiyorum. Daha saatlerce devam ettirebileceğim bu sözleri size, savunma olsun diye söylemiyorum. Çünkü böyle düşünüyorum ve hep böyle düşündüm. Güney Amerikalı yahut Afrikalı insan için istediklerimi kendi milletim içinde istiyorum… Kırım’da tek bir Türk bırakmayan, tarihin en vahşi tehcir ve katliamının da acısını duyuyorum. Kim benim yüreğime zincir vuracak?”11 Bir manifesto niteliğindeki bu ve benzeri konuşmalar, şahitlerden öğrendiğimize göre, yüksek perdeden bir üslupla birleşince yargılanan ülkücüler için de ciddi bir özgüven artışına ve ferahlamaya vesile oluyordu. Savunma babında ama savunma endişesinin zerresini barındırmayan konuşmasının son bölümü ondaki tevekkülün boyutunu apaçık gözler önüne sermekte: “Bana öyle geliyor ki, biz insan için, ülkemiz için istediğimiz ve savunduğumuz fikirlerden ötürü değil, bu düşüncelere layık kimseler olamadığımız için yargılanabilirdik. Zahiri sebepler neler olursa olsun, belki de yargılanmamızın gerçek sebebi budur. Ve belki bizi yargılayan güç de bunun sıradan bir vesilesidir. Gerçeği Allah bilir.”12
Tenezzülsüzlük hali. Nevzat Kösoğlu’nun erken yaşlardan itibaren karşısına çıkan, dünyaya dair nimet kabilinden kabul edilebileceklere dair tavrı tam bir tenezzül etmeme istidadının tezahürüdür. Evet, Nevzat Ağabey’in bu tavrı nadir bulunan bir istidattır. Üniversitede talebeyken MTTB seçimleri için arkadaşlarına liderlik ederken ne kadar azimliyse, seçimler kazanıldıktan sonra görev alma konusunda da bir o kadar tenezzülsüzdür. Türkeş’in en yakın çalışma arkadaşlarından biriyken Erzurumlular’ın yoğun baskısına rağmen vekillik meselesini ısrarla gündeme getirmemesi de bu halin göstergesidir. Erzurum’da seçim çalışmaları devam ederken rakibi hakkında kendisine gönderilen, rakibini büyük sıkıntıya sokacak bir çuval dolusu belgeyi yaktırması da bu asil tenezzülsüzlüğün misallerindendir. Nevzat Ağabey’in pek erken yaşlarda edindiği istikamet düşünüldüğünde O’nun bu halinden başka bir hal üzere olmasının zaten mümkün olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. O, “zamanın saldırısı” na karşı “hayatı kahramanlaştırma”nın reçetesini Ekim 1969’da, ‘Siz Yahut Âsım’ın Yeni Nesli’ makalesinde: “İnsanımızı ortaya koyacaksınız; Tanrı emaneti altında ezilmeyecek, çökmeyecek insanımızı hayatınızla gerçekleştireceksiniz. Zaman bütün kudurganlığı ile cemiyetimize saldırsa da, siz yıkılmaz kayalar gibi kalacaksınız. Asım’ın yeni nesli, siz hayatı böyle kahramanlaştıracaksınız.”13 Şeklinde yazdığında henüz 30’una varmamıştır.
Tabiîliği. O’ndaki tabiîlik hali bir azim ve kararlılığın sonucu değildir. Allahu alem buna dair bir çabası hayatının hiçbir döneminde olmamıştır. 28 yaşında: “Şimdi en basit vazife yapışlar kahramanlık, en ilkel mükellefiyetler, boyun eğişler fazilet olarak vasıflandırılıyor. Rüşvet almayan, devlet malını çalmayan veya terazisinde doğru tartanlar, cemiyetimizin faziletlerle bezenmiş kişileri olarak görülüyor. Bu ortam içinde mefkûreci insanlar Don Kişot olarak görülür ve bıyık altı bir tebessümle hafife alınırlar.”14 der. Bu tespiti yapar ama mevcut hâli ne kadar yadırgadığını da okuyucuya hissettirir. Bizler O’nun sağlığında “Nevzat Kösoğlu” ile yaşadığımızı biliyorduk, farkındaydık. Zaman zaman beraberken bunu göz ardı edenler varsa bu O’nun tevazuyu aşkın bir hâle tekabül eden tabiîliğinden olmuştur. Mustafa Çalık’ın ifadesiyle: “Mürşidlik iddiası olmayan bir mürşid” di O!15 O’nun iddiasının olmaması O’nu olduğu şey olmaktan alıkoymuyordu, ilaveten bu hâli O’ndaki duruşun kıymetini arttırıyordu.
Tevekkül, tenezzülsüzlük ve tabiîlik. Biz bunları belki çağında kimsede olmayan ölçüde O’nda gördük. Ülkücülüğü Türk Milliyetçiliği’nin ahlakî duruşu olarak tarif eden Nevzat Ağabey’in hayatı bu tarifinin bir ömre aktarılmış seçkin örneği olarak milletin ve tarihin hafızasında kalacak. Her biri muhkem referans kaynaklarımız olan eserleri, zamana karşı duruşu ve aziz hatırası daima gözümüzün, gönlümüzün önünde olacak.
Son söz yerine Nevzat Ağabeyi ebedi âleme uğurlarken cereyan eden bir hadiseyi, tarihe not düşme gayesiyle, aktarmış olalım:
“…1555-60 yılları arasında İstanbul’da elçi olarak bulunan Busbeq, duvarlara sıkıştırılmış kağıt parçalarını her yerde gördüğünden bahseder. Soruşturduğunda Türklerin mukaddes bir metin yazılı olabileceği endişesiyle kağıtları yerde bırakmayıp, duvar aralarına sıkıştırdıklarını öğrenir. Aradan geçen dört buçuk asırda esasında ne kadar az şeyin değiştiğini gösteren bir misal Nevzat Ağabeyi Gölbaşı’nda defnederken yaşandı. Pek çoklarınca “makbul” kabul edilmeyen bir meşhurumuz yerden tozlanmış bir kağıdı aldı. Arkasındaki yazıyı görünce büyük bir edeple temizledi, katladı ve cebine koydu. Yerden alınan kağıt Nevzat Ağabeyin tabutuna iliştirilmiş ismiydi. Ve Nevzat Kösoğlu’nun kağıt üstündeki ismi bile derin bir hürmete fazlasıyla layıktı.”16
—————————————————-
Kaynak:
http://www.turkyorum.com/ahlaki-bir-meydan-okuyus-olarak-nevzat-kosoglu-durusu-2/
*Bu yazı ilk olarak Ayarsız Dergisinin Ekim 2016 sayısında yayımlanmıştır.
————————————
Dipnotlar
1- Cengiz Aydoğdu, (2013, Yaz), İstikbâl-i Kıble; Nevzat Kösoğlu, Türkiye Günlüğü, 115, s. 133
2- Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, 2. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 84(Temmuz 1970’de neşredilen Milliyetçi İnkılap yazısından)
3- Nevzat Kösoğlu, a.g.e, s. 233
4- Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, 2. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 67-68 (Aralık 1969’daki Kitap Şuuru makalesinden)
5- Necmettin Turinay, (2013, Aralık), Nevzat Kösoğlu ve Yol Arkadaşları, Türk Edebiyatı, 482, s. 24
6- Nevzat Ağabey hadiseyi şöyle anlatıyor: “Evvelki sene ablam, babamın bayram sabahları hapishaneye uğramadan eve gelmediğini, Büyük Mahmut’la aynı tabaktan yemek yediğini söyleyince, bir hoş oldum; nefesim düğümleniyor sandım… “Aba sahi mi söylüyorsun?” dedim. “Anaa! Oğul yalan mı diyecem sene? Babam rehmetlük çok merhemetli idi; bayram sabahları erkenden eli doli giderdi mapusaneye. Oğul oradakiler garip insanlarda(değil mi?)… kim arayıp soracah onları? Babam hepsiynen ayrı ayrı görüşür, hediyelerini verür, ondan sonra eve gelip bizimnen bayramlaşurdi… Ey gidi babam!” Küçük kasabamızda hapishaneden başka garipleri olan yer yoktu. Birden o hikayeyi hatırladım… Okul kitaplarından birinde miydi ve yazarı kimdi, bilemiyorum. Türkistan’dan İstanbul’a gelmiş birini anlatıyordu. Çaresiz kalmış, bir köşede dileniyordu: “Men garibem, men yohlusam, men de Türkem gardaşlarım!” Ben o adamı ve sözlerini hiç unutmadım… Büyük Mahmut yahut Efelerin Mahmut kasabamızın delilerinden biriydi; tuhaf halleri olurdu. Çıplak ayakları, kırk yamalı şalvarı daima yan çevrilmiş şapkası ve tıraşsız yüzü ile hiç de temiz sayılmaz ve şimdi beni ürperten bir yoksulluğu simgelerdi. Bazı günler aklına eser, yemek vakitleri eve gelirmiş ve babamdan başkasıyla sofraya oturmaz, tek başına da yemezmiş. Babamla aynı tastan çorba içerlermiş… Ey gidi babam! / Osman Çakır, Hatıralar Yahut Bir Vatan Kurtarma Hikayesi- Nevzat Kösoğlu İle Söyleşiler, 1. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2008, s. 137-138
7- Nevzat Ağabey hadiseyi şöyle naklediyor: “… Albay, elleri kıçının üstünde, belinde kocaman bir tabanca, sallana sallana önümüzden geçiyor. Tam benim önümden geçerken, “çık dışarı!” diye adama bağırdım. Düşünülmüş bir şey değildi. Adam bana baktı, ben buranın komutanıyım dedi, sertçe. – Raci Tetik. Kim olursan ol dışarı çık, burası mahkeme! Dedim. Adam alabora oldu. Karar veremedi, ama çıktı gitti.” Osman Çakır, Hatıralar Yahut Bir Vatan Kurtarma Hikayesi- Nevzat Kösoğlu İle Söyleşiler, 1. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2008, s. 305
8- Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, 2. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 192
9- Nevzat Kösoğlu, a.g.e, s. 98-99
10- Nevzat Kösoğlu, Tarihe Konuşmalar, 3. Baskı, Ötüken Neşriyat, , İstanbul, 2010, S. 228
11- Nevzat Kösoğlu, a.g.e, s. 199
12- Nevzat Kösoğlu, a.g.e, s. 422
13- Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, 2. Baskı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 59-60
14- Nevzat Kösoğlu, a.g.e, 1994, s. 15
15- Mustafa Çalık, (2013, Yaz), Yaz Mektubu, Türkiye Günlüğü, 115, s. 4
16- Hüseyin Raşit Yılmaz, “Nevzat Ağabey”, http://www.turkyorum.com/nevzat-agabey/, Erişim tarihi: 29.03.2014