Türkiye’nin İdlib’de inisiyatif almak için çok vakti yok. Rusya’nın İdlib’deki son hava saldırılarıyla da Türkiye üzerindeki baskı giderek artıyor. Eğer Türkiye çatışma riskini göze alıp askeri başarı sağlayabilirse, zaten etkili olduğu İdlib’de, Fırat Kalkanı benzeri bir Türk nüfuz alanı oluşabilir.
*****
Oytun ORHON
Astana sürecinin temel hedeflerinden biri, Suriye’de radikal ve ılımlı silahlı grupları net çizgilerle birbirinden ayırmak, radikalleri ortak bir çabayla ortadan kaldırmak ve ardından rejimle ılımlı muhalifler arasında önce ateşkes sağlamak ve tedricen siyasi çözüme ulaşılması. Bu planın hayata geçmesindeki en büyük sorun alanlarında biri olarak İdlib öne çıkıyor. Zira İdlib, muhaliflerin bir bütün olarak kontrol ettiği en geniş coğrafya ve buradaki silahlı muhaliflerin en güçlüsü ise bariz bir farkla Nusra Cephesi. Buna karşılık, İdlib’deki gruplardan bazıları Astana sürecinin bir parçası ve Rusya’nın şehri toptan bir cezalandırmaya tabi tutması mümkün değil. Bu nedenle, öncelikle İdlib’de radikal gruplarla ılımlılar arasında bir ayrımın sağlanması gerekiyor.
Türkiye açısından ise İdlib sorununun farklı aktörler tarafından araçsallaştırılmadan çözülmesi büyük önem taşıyor. Zira Türkiye İdlib’de inisiyatif kullanmaz ise İdlib’in ilerde toptan bir imhaya, bölge dışı güçlerin müdahalesine maruz kalması muhtemel. Hatta zayıf bir ihtimal bile olsa, İdlib’de YPG’nin alan kazanmasına zemin hazırlayacak gelişmeler tetiklenebilir. Böyle bir durumun Türkiye açısından doğuracağı riskler ortada. Her şeyden önce, şehirde kimi rakamlara göre üç milyona yakın Suriyeli sivil yaşıyor. Olası bir çatışma durumunda, bu nüfusun ilk adresi Türkiye olacak. Bu da üç milyon Suriyelinin yükünü neredeyse tek başına üstlenmek dururunda kalan Türkiye için yeni sorunlar anlamına geliyor. İkincisi, İdlib’de yoğun bir radikal savaşçı varlığı söz konusu ve şimdilik Türkiye açısından güvenlik riski oluşturmayan bu unsurlar, olası bir çatışmada Türkiye’ye doğru süpürülmek istenecek. Bu da Türkiye için zaten var olan güvenlik tehditlerine yeni bir başlığın eklenmesine yol açacak. Ayrıca Türkiye inisiyatif almazsa, İdlib’de etkinlik ve hatta kontrol, bölge dışı güçlere veya Türkiye’ye karşı tehdit oluşturabilecek aktörlere geçebilir. Bu nedenlerle Türkiye’nin İdlib’de ön alıcı bir hamle yapması zorunluluk haline gelmiş durumda.
Türkiye İdlib’i kendi desteklediği ılımlı muhaliflerin kontrol etmesini istese de şimdilik bunu başarabilecek araçlardan yoksun. Her şeyden önce Nusra Cephesi diğer muhalif gruplara göre aşırı güçlü konumda ve merkezi bir yönetime sahip. Buna karşılık (sayıca belki Nusra Cephesi’nden daha fazla savaşçıya sahip olan) muhalifler arasında bir birlik söz konusu değil. Böyle bir ortamda, İdlib’de Nusra Cephesi’nin elimine edilmeye çalışılması büyük bir insani ve askeri maliyeti beraberinde getirecektir. İşte tam da bu nedenle, üzerindeki baskı artsa da, Türkiye temkinli harekete ederek öncelikle uygun koşulların oluşmasına çalışıyor.
Türkiye son dönemde İdlib’de radikal gruplarla mücadelesinde çok ayaklı bir stratejiyi hayata geçirmeye çalışıyor. Bu stratejinin ilk ayağı, Nusra Cephesi liderliğinde oluşturulan çatı yapılanma olan Heyet Tahrir Şam’ın (HTŞ) kendi içinden zayıflamasını/parçalanmasını sağlamak. Bu çerçevede, Nusra Cephesi ile hareket eden bazı grupların HTŞ’den ayrılması için çaba sarf ediliyor. Bu çabaların sonucunda ve birçok grubun artık Nusra Cephesi’nin bir geleceğinin olmadığını düşünmesi sayesinde HTŞ’den kopuşlar başladı. İlk önce bileşenlerden Nureddin Zengi ve Gogel Kefranbul grupları HTŞ’den ayrıldıklarını açıkladı. HTŞ en büyük darbelerden birini, Eylül ayı ortasında Ahrar’ın etkili eski komutanı Ebu Salih Tahhan’ın komutasındaki 6 bin savaşçıyla birlikte HTŞ’den ayrıldığını açıklamasıyla aldı. Eylül ayı sonunda, yine HTŞ’nin önemli bileşenlerinden Şüheda el-Gab Tugayı ve diğer bazı küçük gruplar HTŞ’den ayrıldığını açıkladı. Bu ayrılıklarla HTŞ’nin büyük ölçüde Nusra Cephesi özüne döndüğü varsayılabilir.
Türkiye’nin İdlib stratejisinin ikinci ayağı ise ılımlı kampın birleştirilmesi ve güçlendirilmesi. Bu çerçevede, İdlib’de dağınık haldeki Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) grupları tek çatı altında toplanmaya çalışılıyor. Ağustos ayının sonunda Suriye İslami Konseyi’nin başındaki etkili din adamı, ÖSO gruplarına ‘Ulusal Ordu’ adı altında birleşme çağrısı yaptı. Eylül ayı sonu itibarıyla 63 muhalif gruptan 44’ünün Ulusal Ordu’ya katılma kararı alması ve Türkiye’nin desteğiyle, İdlib’de ÖSO güçleri büyük ölçüde bir araya gelmeyi başardı. Bu yeni yapılanma, muhaliflerin rejim karşısındaki güçlenme çabasından ziyade, muhtemelen HTŞ’ye karşı denge oluşturacak bir yapı olarak düşünülüyor.
İdlib’de HTŞ’yi zayıflatma çabalarına rağmen, mevcut güç dağılımında, ılımlı kamp halen askeri olarak zayıf konumda. Bu nedenle İdlib’de radikalleri zayıflatabilmek için her halükarda dış müdahalenin gerekli olduğu görülüyor. Bu çerçevede, 15 Eylül tarihinde gerçekleşen Astana toplantısında çok kritik kararlar alındı. Türkiye, Rusya ve İran bu toplantı sonucunda İdlib’de çatışmasızlık bölgesinin sınırları ve sınırları kimlerin koruyacağı konusunda anlaştı. Basına da yansıyan haberlere göre, her üç ülkeden 500’er asker, çatışmasızlık hattı üzerinde oluşturulacak kontrol noktalarına yerleşecek ve ateşkesi denetleyecekler. Ancak bu girişim de tek başına HTŞ ile mücadelede yeterli değil. Zira burada öngörülen HTŞ ile mücadele değil. Şimdilik sadece çatışmasızlık bölgesinin dış çeperine yerleşilmesi ve HTŞ’nin sınırlandırılması planlanıyor. HTŞ ile mücadele açısından daha fazla askeri angajmana ihtiyaç duyulduğu ortada.
Tam da bu noktada, Türkiye’nin İdlib’e yönelik bir askeri planlama içinde olduğuna dair işaretler geliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) Eylül ayının üçüncü haftasından itibaren, Suriye sınırında İdlib’in karşısında yer alan Reyhanlı ve Cilvegözü sınır kapısı çevresine yoğun bir askeri konuşlanma gerçekleştirdi. HTŞ de buna karşılık olarak, sınırın karşı tarafında Atme ve Bab el-Hava sınır kapısına, konvoylar eşliğinde çok sayıda askeri araç gönderdi. Taraflar arasında gerginliğin giderek arttığı ve durumun sıcak bir çatışmaya dönüşmesinin an meselesi olduğu görülüyor. Eğer gerçekleşirse, Türkiye’nin nasıl bir operasyon yapabileceğine ilişkin ise iki ihtimalden bahsetmek mümkün. Birincisi, sınır bölgesinde, Bab el-Hava sınır kapısı ve çevresindeki yerleşimlerle sınırlı bir askeri operasyon olabilir. Bu durumda, ilk kısımda bahsedilen göç dalgası ve radikal savaşçı sızmalarına karşı fiili bir güvenli bölge oluşturulur, HTŞ’nin elindeki en önemli kozlardan biri olan sınır kapısı ve çevresindeki kontrolü sona erdirilir ve örgüt hem güneyden hem de kuzeyden çevrelenerek sınırlandırılmış olur. İkinci bir ihtimal ise Türk ordusunun İdlib’in güneydoğusunda yer alan çatışmasızlık sınırına ulaşmak için güvenli bir hat açmaya çalışmasıdır. Bu durumda TSK’nın, HTŞ ile daha fazla çatışma riski barındıran, daha kapsamlı bir askeri operasyona girişmesi gerekecektir. Her iki ihtimalde de Türk ordusunun sahadaki müttefikleriyle birlikte hareket etmesi beklenmelidir.
Rusya-İran-rejim kampı açısından bakıldığında, İdlib şu aşamada baş edebileceklerinden daha büyük bir sorun. Üçlü ittifak, Deyr ez-Zor merkezli şekilde Suriye’nin doğusundaki savaşa odaklanmış durumda ve bu aşamada İdlib sorununun en azından dondurulması onlar için en iyi çözüm. Ancak yine de Türkiye’nin İdlib’de inisiyatif almak için çok vakti yok. Rusya’nın İdlib’deki son hava saldırılarıyla da Türkiye üzerindeki baskı giderek artıyor. Eğer Türkiye çatışma riskini göze alıp askeri başarı sağlayabilirse, zaten etkili olduğu İdlib’de, Fırat Kalkanı benzeri bir Türk nüfuz alanı oluşabilir. Bu da Suriye meselesinde Türkiye’nin elini biraz daha güçlendirecektir. İkincisi, Türkiye ilk kısımda bahsedilen İdlib merkezli riskleri en aza indirme imkanı elde edecektir. Üçüncü olarak, Suriye’de Rusya ve İran ile işbirliği geliştiren ve kendi sorumluluğunu yerine getiren Türkiye’nin, YPG ile mücadelede bazı tavizler alabilmesinin önü açılabilir. Bu açıdan da akla ilk gelen olasılık, Rusya’nın askeri varlığının olduğu Afrin bölgesi.
Ancak İdlib’e yönelik askeri bir operasyonun maliyetinin yüksek olabileceği de unutulmamalı. HTŞ son dönemde her ne kadar zayıflama eğilimi içinde olsa da, halen son derece motive halde binlerce savaşçısı var. HTŞ İdlib’in en stratejik bölgelerini kontrol ediyor ve en önemlisi HTŞ’nin İdlib’den kaçacak bir yeri bulunmuyor. Bütün bu risklere rağmen, Putin’in Ankara’ya gerçekleştirdiği ziyaret ardından, Türkiye’nin İdlib’e yönelik bir askeri angajmana girişme ihtimalinin arttığı söylenebilir.
***
Bu yazı 29 Eylül 2017 tarihinde “Türkiye İdlib’te ne yapacak?” başlığı ile Anadolu Ajansı Analiz Haber sayfasında yayınlanmıştır.
***
Oytun ORHAN
1999 yılında Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Ortadoğu Araştırmaları Masası’nda araştırmacı olarak çalışmaya başlayan Oytun Orhan, 2009 yılına kadar bu görevini sürdürmüştür. Orhan, 2009 yılından bu yana Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM)’nde araştırmacı olarak görevine devam etmektedir. Temel olarak Suriye ve Lübnan konularında çalışan Orhan’ın aynı zamanda İsrail-Filistin, Irak, Ortadoğu ve Türkiye’nin Ortadoğu politikası konularında çalışmaları yer almaktadır.
Lisans eğitimini Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlayan Orhan, yüksek lisans eğitimini Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde “Kimliğin Suriye’nin Bölgesel Politikalarına Etkisi (1946-2000)” başlıklı tezi vererek tamamlamıştır. Orhan, halen Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler bölümünde doktora eğitimine devam etmektedir.
—————————————
Kaynak:
http://orsam.org.tr/orsam/DPAnaliz/14508?dil=tr