Türk Kültür Havzası
Bir kültürel geleneği tanımlamak için kültür çevresi, kültürel hinderland, kültürel ekoloji gibi kavramlar farklı bilimsel geleneklerden esinlenerek kullanılmaktadır. Bu anlamda yeni bir teklif olarak “Türk kültür havzası” kavramını önermekteyim.
Türk milleti 5000 yıllık tarihi süreç içerisinde Asya, Avrupa ve Afrika kontrol ettiği 55 milyon kilometrekarelik alanda barış, hoşgörü ve adaletin öncüsü, olmuştur. Bu coğrafyalardaki bütün kadim medeniyetlerle kültürel ve siyasal ilişkilerde bulunmuş tarihin kıdemli bir milletidir. Toynbee’den Spengler’e bütün büyük tarih filozofları Türk kültürünü [bazen İslam medeniyeti başlığında] dünyanın büyük kültür ve medeniyetleri arasında zikrederler. Uygarlık tarihinin bize sunduğu malumattan anlıyoruz ki tarihsel süreçte ve hâlde dünya üzerinde bütün etnisitiler aynı oranda büyük bir siyasal ve kültürel yayılım ve iddia geliştirememiş, örgütleyememişlerdir. Walter Ong’a göre “Ong, bugün konuşulan üç bin kadar dilden yalnızca yetmiş sekiz tanesinin edebiyat üretebildiği ve yüzlerce dilin kendisini ifade edebilecek bir alfabe ile karşılaşmadığı iddiasındadır [Walter Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yay]. Bu anlamda dünyada “de facto” olarak hâlen mevcut olan büyük kültür ve edebiyat dilleri bu tarihsel gerçekten kaynaklanır. Kültürün bütünlüğü açısından baktığımızda aynı çevre şartlarını ve kuşağını paylaşan halkları benzeşen kültürel ögeleri bulunmakla beraber aynı seviyede ve doğrultuda bir gelişme göstermediklerini hatta aynı çevre şartlarından farklı kültürler ürettiklerini görmekteyiz. Türk dili ve edebiyatı bunlardan bir tanesidir. Ne yazık ki tarih ve fıtratın doğası “beşeri mantık ve idrake göre” eşitlikçi değil.
Kuzeyde tün ortasından güneyde kün ortasına kadar “Tundra kuşağından Akdeniz havzasına, Mezopotamya’ya, Türkistan’dan, Adriyatik sahillerine kadar ulaşan 12 milyon kilometrekarelik alan Türk kültür ve medeniyetinin tarihsel olarak meskûn olduğu coğrafyadır. Doğudan Batıya, Kuzeye, Güneye olan yürüyüşleri esnasında bulundukları her coğrafyanın kültürel geleneği ile bağdaştırmacı, dönüştürücü, telif eden bir kültürel geleneği üreterek ayakta kalma becerisini göstermişlerdir. Farklı mimari ve estetik anlayışlarını, sanat anlayışlarını, dili ve ananeleri, inançları, maddi ve teknik olanakları tanımış ve onlarla imtizaç etmiştir. Bu coğrafyada Türklerle beraber farklı etnisiteler ve inanç gelenekleri beraberce yaşayagelmişlerdir. Farklı etnisitelere sahip Müslim topluluklarla aynı inanç dairesi içerisinde ortak bir inanç repertuarında yoğrularak müşterek bir medeniyet sembolizmi ve grameri üretildi. Kürtler, Gürcüler, Arnavutlar, Lazlar, Çerkezler, ilh. Hep bu sembolizmin ve gramerin öğeleridir. Tekil olarak bu kültürleri ele aldığınızda özgün “unique” anlamda bulacağınız şey sınırlı ve arkaik bir folklorizmden öteye gitmez. Oysa bu halkların da dahil olduğu ve adına Türk Kültür Havzası dediğimiz alan ortak medeniyetimizin omurgasını teşkil eder. Söz konusu akraba halklar tarihsel süreçte Türk siyasal hakimiyetinin yarattığı aura da yaşam ve kendini üretme geliştirme imkanı bulmuşlardır. Türk siyasal hakimiyetinin zayıfladığı veya kesintiye uğradığı tarihsel kesitlerde bu halkların her anlamda mağdur ve mazlum olduğunu görürüz. Ortak acılarımız, sembollerimiz ve sürekli güncellediğimiz güncel yaşam pratiğimiz sarsılmaz bir yarın ve gelecek inşası için son derece elverişli bir zemindir.
Türk kültür havzası tabirimizde bir akarsuyun kaynağından denize veya göle varıncaya kadar geçtiği bütün alanın flora ve faunasını her türlü birikimini içererek denize ulaşmasından istiare yapılarak kullanılmıştır. Akarsu geçtiği havzanın bütün birikimi ile mündemiçtir. Lakin denize vardığında veya karıştığında diğer akarsularla organik bambaşka bir büyük yapı oluşturur. Artık Karadeniz içerisinde Kızılırmak, Yeşilırmak, Çoruh suyunu ayıramazsınız artık o suya deniz denir. Dere veya çay, nehir tasnifi de o büyük hamule de anlamını ve geçerliliğini kaybeder. Türk kültür havzası yaşam sahasında coğrafyasında bulunan bütün bileşenleri ile beraber oluşturduğu medeniyete ve coğrafyaya tarih filozofları tarihsel süreç içerisinde Turchia, Micro Turchia, Macro Turchia, demişlerdir. Medeniyetimizin muarız olan Batı medeniyeti bu anlamda bizi karşı değer kümesine konumlandırırken Osmanlı, Safevi, vb boy isimleri ile değil Türk olarak tanımlaması üzerinde yeterince durulmamıştır. Batı bizdeki birleşen etnik toplulukların pek ala farkındadırlar.Karşılarındaki alanı tabir eden ve tanımlayan, hegemonya ve gelenek olarak bütününe Türk demişlerdir.Yani Balkanlarda Ortadoğu’da Kafkaslardaki Afrika’daki bütün mücadelelerde karşılarında bu coğrafyaları temsil eden siyasal akıl ve antitite olarak Türklüğü anlamış algılamış tescil ederek tanımlamışlardır.
Türk kültür havzasında bin yıllardır komşuluk hukuku ile yan yana yaşadığımız ve büyük etkileşimler ve yer yer sembiyotik bir “yaşam alanı” inşa ettiğimiz gayri Müslim halklar ve kültürler de vardır. Kadim medeniyetlerin asil birer mirası olarak kültürel mirasımızın mütemmim cüzleri olarak son derece vazgeçilmezdirler.[emperyalizmin oyunları zaman zaman komşuluk hukukumuzu zedelese de ortak sağlam bir temelimiz vardır, helalleşemeyecek bir problematiğimiz yoktur.]
****
Bu kadim gelenek mahallelerinde kilise, cami, cemevi ve havranın yan yana bulunabildiği yegane iskan biçimini üretmiş, gittiği bütün coğrafyadaki insanlarla akrabalık tesis etmiştir.
Bütün bu süreçlerde Türk tarih ve devlet felsefesine baktığımızda milletin “ siyasal egemenliğini” kişi ve zümreler dahil hiç kimseyle paylaşamadığını görürüsünüz.
Türkiye coğrafyası üzerindeki bin yılı aşan egemenliğinde ürettiği kültürel gelenek, tesis ettiği barış ve istikrarla Müslim ve akraba topluluklar, gayri Müslim komşuları üzerinde bir güvenlik ve adalet şemsiyesi olmuştur.
Batılı sosyolojik terimler Anadolu coğrafyasında üretilen sosyal ve kültürel yapıyı ifade etmekte her zaman kifayetsiz kalır. Irk ve etnisite kavramları buralarda literatürde bilinenden farklı bir anlama gelir. Bu coğrafyada akrabalık hukuku sebebiyle etnik dediğiniz toplulukların inanç, folklor ve kültür itibarıyla dünyanın başka coğrafyalarında rastlanamayacak giriftlikte ve derinlikte bir birikimi mevcuttur. Bu zenginlik Türk milletinin derin sağduyusu ve engin irfanında mündemiçtir.
Türk milleti yaşadığı bütün coğrafyalar ve tarihsel kesitlerde en ileri siyasal organizasyonları üretmiş hukuk ve adaletin hamisi olmuştur. Geçmişte halde ve gelecekte bu derin birikim ve deneyim Türkiye’de devlet yönetimi ve hukuk üretimi açısından ders alınması gereken bir formasyondur.
Toplumların gelişmelerine paralel olarak hukuki metinlerini de güncellemeleri etkin ve sağlıklı bir siyasal toplumsal işleyiş için vazgeçilmezdir.
Gelinen noktada Türkiye’nin 150 yıllık anayasal birikimine ve pratiğine kültür ve medeniyet dinamiklerine aykırı olarak emperyal merkezlerin dünya nizamatına uygun olarak kitle iletişim vasıtaları ile kitleleri endoktrine ederek girişilen yeni anayasa yapım süreci Türk milletinin hak ve hukukunu, tarihsel birikimini, misyonunu geriye götürücü niteliktedir.
Milli devlet yapısı Osmanlıdan beri Türkiye’nin 150 yıl anayasal birikiminin özetidir.
Karşımızdaki blok sorgusuz sualsiz küresel sermayenin talimat ve telkinlerinden mülhem “liberal kapitalizmin mutlak doğrularına” iman etmiş bulunmaktadır. Bu yanlış bilinç ülkemizi uçuruma sürüklemektedir. İdeolojisiz ve insan hakları odaklı dedikleri anayasa metni liberal kapitalizmin dünya tasavvuruna uygun bir anlayışla ısrarla ele alınmaya devam edilmektedir. Bu takdirde böylesi bir anayasa “Türk milletinin anayasası olamaz”,meşruiyetini Türk milletinin maşeri vicdanında tartışmaya açıyoruz.
Hukuk, ideoloji dışı veya üstü değildir; hukukun kendisi ideolojidir. Devlet, toplumu bir ideolojiye göre düzenliyor. Kaldı ki, anayasa hukuku ve genel olarak kamu hukuku, hukukun en ideolojik dalıdır; hukukun devletteki eksenidir. Millî devlet ve insan hakları, demokratik devrimlerle geldi. Millî devlet, insan haklarını ve onurunu hayata geçiren kurumdur. Koruyucudur ve güvencedir. Alman, Fransız, Amerikan, Japon anayasaları sizce demokratik midir?
Toplumlar, millî devletler kurarak insan haklarını fikir düzleminden hukuk ve gerçeklik düzlemine taşıdılar. Millî devlet veya halk devleti halinde örgütlenmeyen bir toplumda insan haklarından bahsedilemez.
Kâmil bir demokrasi ve insan haklarının teminatı hukukun üstünlüğü ilkesi ile teçhiz edilmiş güçlü ve muktedir bir kamusal otoriteyi icbar eder. Eksiğimiz noksanımız hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti noktasında olduğu gerçeğini yüce Türk milleti ile paylaşmak isteriz. Büyük Türk milletinin vatandaşlarına ve akrabalarına taahhüdü onların can ve mal emniyetleri, temel insan haklarından yararlanma noktasında hukuklarının müdafaası olmalıdır. Bu ilkeyi kıskaçlıkla korumamız icap eder. Gelinen noktada hukuk ve hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ülkemizde tefessüh etmiş tarihinin en kötü noktasındadır.
Bu yapı süratle yepyeni bir anlayışla ele alınmalıdır. Hukuk devletini kâmil manada kurmadan işleyen demokratik bir nizam idame ettirilemez.
Yeni anayasa yapım sürecinde bu kaygıları göremiyoruz.
“Kimsesi olmayanların kimsesi” bir ideal devleti ancak hukuk içerisinde var edebiliriz. Etkin bir kamu yönetimi ve devlet iradesi, birer şahsiyet olarak bireylerin temel insan hak özgürlüklerinden kâmil manada yaralanmasına engel değildir. Milletin bütün olarak hak ve hukukunu korumak açısından güçlü ve etkin bir kamu yönetimi ve devlet otoritesi anayasal zeminde teşkil edilebilir.
Anayasalar milletlerin siyasallaşmış organizasyonları teşkilat-esasiyeleri olarak son tahlilde bir tagallübün ruhunu yansıtırlar. Bu coğrafyanın bin yıllık siyasal hakimi son tahlilde Türk milletidir. Bu bağlamda anayasasında teşkilat-ı esasiyesinde bu vurguyu dile getirmekten sakınmak veya bunu dolayımlamaya çalışmak tarihsel müktesebata uygun değildir.
Yasaları kes kopyala yapıştır yöntemiyle parmak sayısıyla çıkartıp yayınlamanız eğer toplumsal gelişim düzeyi ve toplumsal temsil ve hakkaniyetle örtüşmüyorsa fazlaca bir anlam ve işlev ifa edemezler. Gelinen noktada yeni anayasa yapım süreci bu türden aksaklıklarla maluldür. Toplumdan ve mevcut sosyal yapıdan yola çıkmayan bir hukuk üretim süreci caridir.
Mevcut anayasa yapım sürecinde Türk devlet felsefesi ve binlerce yıllık yönetme pratiğini hiçe sayan bir anlayışta olduğunu hep beraber gözledik. Halktan aldığımız vekaleti onun hak ve hukukunu zedeleyici bir noktada onun aleyhine kullanma girişimlerine alet olamayız. Bu ahlaki, vicdani ve millî bir sorumluluktur.
Bulunduğumuz her noktada Türk milletinin hukukunu savunmaya ve çiğnetmemeye kararlıyız. Bu mücadelede yüce Türk milleti ve beş bin yıllık tarihi miras bizimledir.
Ana Dil, Ana Dili Meselesi
Güncel siyasî ve sosyal tartışmalarda sıkça yapılan yanlışlardan biri Ana dil ve Ana dili kavramlarının birbirine karıştırılması ve yanlışlıkla birbiri yerine kullanılmalarıdır.
Ana dil ve ana dili terimlerindeki “ana” öğesinin işlevi önemlidir. Ana dil teriminde “ana” esas, temel anlamında dili niteleyen bir görev yapmaktadır. Kimi terim sözlükleri ile Türkçe Sözlük’te terimin anlamı şöyle sıralanmaktadır. Ana dil; Bugün ses yapısı, şekil yapısı ve anlam bakımından birbirinden az çok farklılaşmış bulunan dil ve lehçelerin, kök bakımından bilinmeyen bir tarihte birleştikleri ortak dil: Ana Türkçe, Ana Moğolca, Ana Altayca, Roman dillerine kaynaklık eden Latince gibi
Belli dil öbekleri içinde toplanan ve akraba oldukları kabul edilen dillerin aslını oluşturan kaynak dil. Altay dili Türkçe, Moğolca ve Mançu-Tunguzcanın ana dili kabul edilir. Latince Roman dillerine göre bir ana dildir.
Ana dili terimi de şu şekilde anlamlandırılmaktadır. Ana dili; İnsanın doğup büyüdüğü aile ve soyca bağlı bulunduğu toplum çevresinden öğrendiği, bilinç altına inen ve kişilerle toplum arasındaki ilişkilerde en güçlü bağı oluşturan dil . Kişinin önce annesinden ve ailesinden, daha sonra da sosyal çevresinden öğrendiği, şuur altına yerleşen ve onun toplumla kendi arasındaki bağlarını oluşturan dil.
Bu bağlamda istenilen, talep edilen Ana dili eğitimi midir? Ana dilinde eğitim midir?
Zira ikisinin de ele alınma biçimi farklıdır. Ana dili eğitimi için yasal mevzuatımızda yapılan düzenlemelerle herhangi bir engel kalmamıştır. Bu eğitim vakıflar, belediyeler, sivil kuruluşlara medya mecraları tarafından verilmektedir/verilebilmektedir. [Mesela Kosova’da Türkçe Belediyeye bağlı Kültür müdürlüğü bünyesinde verilmektedir.]
Türkiye Cumhuriyeti’nin Dili Türkçe’dir veya Resmi Dili Türkçe’dir tabirlerinden duyulan rahatsızlıkları bu bağlamda tarif etmek imkânsızdır. Zira bu tabir Fransız Anayasasında 2. Maddede “Cumhuriyetin dili Fransızca’dır” şeklindedir. Alman Anayasasında Almancadır.
Bunun aksini kim ne adına talep etmektedir.
Ana dilinde eğitim ise, tamamen farklı bir düzenlemedir. Öğrencinin tüm dersleri anadilinde işlediği bir eğitim sistemini tarif etmektedir. Örneğin, hekim yetiştirmek için Tıp Fakültesi mi kurulacaktır, o zaman Türkçe, Arapça, Kürtçe, Zaza’ca, Lazca, Gürcüce, Boşnakça, Çerkezce [ve alt lehçelerinde], Ermenice, Rumca, Hemşince, Arnavutça eğitim veren fakülteler de kurulmayı tahayyül etmektir, Zira bu hak sadece bir grup tarafından talep edilemez.
Yaygın bir yanlışı düzeltmek lazım Prof. Dr. Ahmet Buran’ın bölgeyle ilgili dil atlasında da görüleceği üzere bölgede farklı etnistler arasında [farklı Kürtçeler arasındaki dahil olmak üzere] ortak iletişim dili Türkçe’dir.2010 yılında sol sendika Eğitim Sen’in anketinde Güneydoğuda Türkçe ana dil oranının bilimsel anlamda yüzde 58 olduğunu söylüyor. Sayın yasama üyeleri ve onların “uzmanları”! bu bilgilere hakim olarak yine aynı kanaatlerinde ısrar ediyorlarsa “biz öyle sanmıyoruz” o zaman başkaca bir tabir kullanmak gerekir.
Bir diğer husus Türkiye gettolar halinde yaşayan bir ülke değildir. Şehirlerimizde nüfus karışıktır, etnik kökene göre ayrılan hatlar mevcut değildir. Sosyal ve etnik gruplar bir ulus olmanın gereği, binlerce yıllık bir kardeşliğin gereği olarak içice ve karışık olarak yaşamaktadır. Ana dilinde eğitim için mecburen hususi olarak aynı vilayette Kürt, Arnavut, Çerkez, Arap okulu açmak durumunda kalacaksınız. Aynı şehirde yan yana yaşayan bu insanlar aynı okulda eğitim görerek sosyalleşme becerilerini gerçekleştiremeyeceklerdir. Bu durumda milletten aşirete, klana gettoya geri dönmüş olacağız. Bu yaklaşım milli bütünlüğü parçalayıcı bir adımdır. Türk milletine sağlayacak başkaca hiçbir menfaat olamaz. Eğitimde kaliteye ayırmamız gereken kıt kaynaklarımızı böylesi boş bir macerada heba edemeyiz.
Böylesi bir uygulamanın bilimsel ekonomik, kültürel pedagojik olarak karşılığı yoktur. Bu dillerle eğitim yapıldığında öğrenci dünyadaki bilimsel ve kültürel, entelektüel gelişmeleri takip edebilmesi nitelikli bir eğitim alması mümkün değildir. EMPERYALİZMİN TAM DA ARZULADIĞI BUDUR. GEÇEN YÜZYILDA SOVYETLER BİRLİĞİ ASYA’DAKİ TOPLUMLARIN HEPSİNE BİR ALFABE HEPSİNE BİR ENSTİTÜ TAHSİS EDEREK SONU GELMEZ AYRILIKLARI VE AYKIRILIKLARIN TEMELİNİ BÖYLE ATMIŞTIR. Bu emperyalizmin çok kadim ve bildik bir oyunudur. Kuzey Irak’ta verilen her seviyede Kürtçe eğitimin seviye, nitelik ve düzeyini lütfen inceleyiniz. Üniversitelerde bilimsel kitapların tamamına yakını Arapça ve İngilizce.
Hamaset yaşam pratiği karşısında bir anlam ifade etmez.
Kürtçe için durum daha da çelişkilidir. Birbirinden farklı bölgelerde konuşulan ve standartlaşmamış bir lehçeler topluluğundan devlet eğitim için hangi diyalekti esas alacak. Son derece sınırlı bir kelime hazinesi ile kendi çocuklarınıza eğitim verilmesini gerçekten arzu eder misiniz?
Siz sayın vekiller arzu eder misiniz? Esas sorun Kürtçe’nin öğretilmesi ise, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, kısa mesafelerde dahi, inanılmaz boyutta lehçe farklılıkları bulunmaktadır. Örneğin, “birbirine çok yakın köylerde yaşayan vatandaşlar, bu diyalekt çeşitliliğinden dolayı kendi aralarında anlaşamamaktadırlar. Hatta bir vadinin iki yamacında kurulmuş, iki farklı köyde yaşayanlar, aynı nedenle birbirlerini anlayamadıkları gibi, aynı kente farklı civar köylerden pazar alışverişine gelen ve farklı diyalektler kullanan köylü yurttaşların birbirleriyle anlaşmaları da, zaman zaman alışveriş yaptıkları esnafın çevirmenliği sayesinde olabilmektedir.
Tıpkı mütegallibe siyasal İslamcılar gibi fakirlere Kuran Kursunu tavsiye ederken kendi evlatlarını kolejlerde Amerikalarda eğitmeleri örneğinde olduğu gibi. Aynı şey Güneydoğulu yurttaşlarımızın parasız, bilimsel, akademik eğitime erişimini engellemek için özgürlük adı altında tezgâhlanmaktadır.
Bu dillerden eğitim gören gençler aynı devlet içerisinde farklı sosyal gruplarla nasıl temas kuracak, nasıl iş alacak, aynı ortak sınavlarda nasıl ve hangi şartlarda yarışacak, bu fiili bir ayrışmayı beraberinde getirir.
Sayın Tevhid-i Tedrisat, Kuvay-ı Milliye ve Müdafa-i Hukuk CHP’ si ve Osmanlıcılığı kimseye bırakmayan AKP siyasi mülahazalarla kaf dağından kar bağışlamaktadırlar. Türklerin bütün devletlerinde Osmanlı dahil [AKP iyi duysun] resmi dilin Türkçe olması gerçeğini görürüz [Osmanlı Irkçı mıydı?]. Keza Osmanlı Kanuni Esasisinde “devletin resmî bir dili vardır; o da Türkçedir (m.18). Devlet hizmetine girmek için bu dili bilmek gerekir (m.18).”
Farklı sosyal gruplar kendi folklorunu kültürünü en geniş manada yaşama ve yaşatma hakkına yasal olarak sahiptir.
Amerika Deneyimi
Liberalizmim anavatanı Amerika’da İspanyolca gibi büyük bir kültür ve uyarlık dili dahi resmi eğitim dili olarak kullanılamamaktadır
Ülke içinde anadili İspanyolca olan 41 milyon kişi vardır. Özellikle güney bölgelerinde sadece İspanyolca konuşarak yaşanabilir. İspanyolca; Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Amerikan Devletleri Örgütü, İbero-Amerikan Devletleri Örgütü, Afrika Birliği, UNASUR, Antraktika Anlaşması Sekreterliği, Latin Birliği, Karayip Ortak Pazarı ve NAFTA gibi uluslararası ve bölgelerarası organizasyonlarda resmi dil olarak kullanılmaktadır. BUNA RAĞMEN RESMİ DİL VE EĞİTİM DİLİ STATÜSÜNE ALINMASI TELLAFFUZ DAHİ EDİLEMEZ.
HERHALDE BU TUTUMUNDAN DOLAYI AMERİKA’YI DEMOKRAT OLMAMAKLA SUÇLAMA KOMİKLİĞİNE DÜŞMEZSİNİZ.
Anayasamızın 3’üncü maddesi “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe’dir” demektedir. Devletin dilinin Türkçe olduğunu belirten hüküm görebildiğimiz kadarıyla ilk defa Christian Rumpf tarafından eleştirilmiştir. Yazara göre, “Anayasanın 3’üncü maddesinde resmî dilden öte bir şey kastedilmektedir. Siyasi partilerden yapılan açıklamalara göre, Partiler arası Uzlaşma Alt Komisyonu da 3’üncü madde de geçen Devletin “Dili Türkçe’dir” ifadesinin “Resmi dil Türkçe’dir” şeklinde değiştirilmesi konusunda uzlaşmıştır.
Kanımızca “devletin dili Türkçe’dir” ifadesinin “resmî dil”den başka bir anlama geldiği ve bu hükmün değiştirilmesi gerektiği düşüncesinde isabet yoktur. Zira 3’üncü madde de “resmî dil” denmese de “devlet dili”nden kastedilen şey “resmî dil”den başka bir şey olamaz. Zaten maddenin başlığında da “resmî dil” ifadesi kullanılmaktadır. Bunun dışındaki yorumlar oldukça zorlamadır. “Devletin dili Türkçe’dir” hükmünü “Devletin resmî dili Türkçe’dir” diye değiştirmek abesle iştigaldir.
Anayasanın 3’üncü maddesi değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez bir maddedir. Acaba Partiler arası Uzlaşma Alt Komisyonu hangi yetkiyle bu konuda değişiklik teklif etmektedir? Basında Alt Komisyonun bu hukukî engelin nasıl aşılacağı konusunda anayasa hukukçularından görüş isteyeceği yolunda haberler çıktı. Anlaşılan o ki, yakın gelecekte seçkin anayasa hukuku profesörlerimiz bu konuda hayal güçlerini işleterek, bu küçük “hukukî engelin aşılması” konusunda formüller üreterek hukuka ne kadar saygılı olduklarını gösterecekler. Tali iktidar olarak, aslî kurucu iktidarın yetkisini gasp ettiğinizde veya onu kurduğu düzeni ilga etmeye kalktığınızda kendi meşruiyetinizi de ortadan kaldırmış olursunuz. Zira hepimiz asli kurucu iktidarın kurduğu nizamat ve hukuk neticesinde buradayız.
Askeri Vesayeti Tenkit Ederken Yasal Olarak! İktidarın Sivil Velâyetine mi Geçiyoruz? Vatandaşlık
1924 Anayasası:“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” (denir.) Bu tanıma göre, din, mezhep, ırk, dil vb. herhangi bir fark gözetilmeksizin Türk ahalisinden olan herkesin “Türk” kabul edilecektir.
1961 Anayasası’na baktığımızda, vatandaşlık hakkının, 1961 Anayasası’nın, “vatandaşlık” başlıklı 54. maddesinde düzenlendiği görülmektedir. Bu maddeye göre: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”
1982 Anayasasında vatandaşlık hakkı, “Türk vatandaşlığı” başlıklı 66. maddesinde, düzenlenmiştir. Bu maddede: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür denilmek suretiyle, 1961 Anayasası ile aynı ifade kullanılmış ve dolayısıyla aynı vatandaşlık anlayışı benimsenmiştir.
Türk vatandaşı Türkiye Cumhuriyeti’nin tabiyetinde bulunan kişidir. Yürürlükteki 1982 tarihli Anayasa’nın 66. maddesine göre, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” tanımı yapılmıştır. Temel olarak jus sanguinis ilkesine dayanan Türk vatandaşlığı kanununa göre, Türk vatandaşı olan ve evlilik birliği içindeki anne ve babanın çocukları Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında veya dışında doğmasına bakılmaksızın Türk vatandaşı olur.
Dünyanın ve insan haklarının geldiği nokta itibarıyla bulacağımız çözüm insan odaklı yurttaş odaklı olmak durumundadır. Demokratik hukuk devletinde, temel insan hakları vazgeçilmez bir çerçevedir. Bu yapıda bizler kamusal alanda yasa önünde Türk, Kürt, Sünni, Alevi, Erzurumlu, Edirneli, Diyarbakırlı, Fenerbahçeli, Galatasaraylı değil yurttaş olarak varız. Devlet ve hukuk bize pür human=İnsan olarak muhatap almak durumundadır.
Dünyadaki Uygulamalar:
Almanya: Hukuki açıdan vatandaşlık, devletin bir üyesi olarak kişinin yasal statüsünü ve bununla bağlantılı hak ve görevleri ifade etmektedir. Anayasa kapsamında “Alman” terimi, “Alman vatandaşlığına sahip olanlar veya Alman soyundan olup 31 Aralık 1937 tarihindeki Alman İmparatorluğu sınırları içinde kabul edilmiş olan mülteci veya sürgün edilenler ile bunların eşi” veya altsoyu anlamında kullanılmaktadır.[116/1]
Avusturya: Tüm yurttaşlar (Avusturyalılar) kanun önünde eşittir” (7/1)
Fransa Anayasası, “Fransız halkı”na atıfta bulunmaktadır. Örneğin, Anayasanın başlangıç kısmında “Fransız halkı, 1789 Beyannamesinde tanımlanan, 1946 Anayasasının başlangıç kısmında teyit edilip tamamlanan insan haklarına ve milli egemenlik ilkelerine, aynı şekilde 2004 Çevre Şartında belirtilen hak ve ödevlere bağlılığını ihtişamla ilân eder” denilmektedir. Anayasanın 72. maddesinde, devletin deniz-aşırı halkları, Fransız halkı içinde tanıdığı kaydedilmektedir (72/3). Ayrıca, Anayasada vatandaşlara ilişkin hak ve görevlere sıklıkla değinilmiştir.
İrlanda Anayasasının 2. maddesine göre, adaları ve denizleriyle birlikte İrlanda Adasında doğan herkes, İrlanda ulusunun bir parçası olma hakkına doğuştan sahiptir
Portekiz Anayasasının 4. maddesine göre, kanunların veya uluslararası sözleşmelerin Portekiz vatandaşı olarak gördüğü herkes vatandaştır.
Görüldüğü üzere anayasamızın 66. Maddesindeki hüküm pek çok AB ülkesi anayasalarında da mevcuttur. Türk vatandaşlığı kan ve soyla kazanılan bir tabir değil hukuki bir tabir olduğu hukuki uygulamalarda, doktrinde bilinen bir husustur.
Anayasanın 66’ncı maddesi, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” dediğine göre 76’ncı maddede geçen “Türk” kelimesini “Türk vatandaşı” şeklinde anlamak gerekir [ Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Kemal Gözler, Liberal Düşünce, Cilt 4, Yaz 1999, Sayı 16, s.90-91].
Farklı kesimler ve siyasi partiler tarafından “Türk” tabirinin etnik bir tabir olduğu, Türkiye toprakları içinde farklı etnik grupların bulunduğu ifade edilmekte ve bunun da ayrımcı/dışlayıcı bir yaklaşım olduğu dile getirilmektedir. Gerek iktidara mensup milletvekilleri gerek iktidara destek olan değişik çevreler gerekse bu maddeden rahatsız olan pek çok kesim, bu ve benzeri gerekçelerle maddeyi her fırsatta eleştirmektedirler. Önümüzdeki günlerde de benzer eleştirilerin artacağı ve maddenin değiştirilmesi yönünde kamuoyu oluşturma çalışmalarının yapılacağı görülebilmektedir. Anayasamızın 66. maddesine yöneltilen bu eleştiri, “Türk” tabirine olan yüzeysel tarih, sosyoloji ve hukuk biliminin dışında subjektif bir bakışın ürünüdür.
Bu bakış öylesine sığdır ki Avrupa’nın ortasından Sibirya’ya kadar uzanan coğrafyada yer alan değişik Türk boylarına mensup gruplar ırk ve etnisite açısından “Türk kültür dairesi ve Türk milleti” içinde yer alsalar bile 66. madde açısından “Türk” kabul edilmezler zira bu madde aynı zamanda, Türkiye sınırları içindeki “hukukî Türklüğü” ifâde etmektedir. 66. madde Irk ve etnik kaygılı bir tanımlama bu kapsamı da içermesi gerekmez miydi?
Lozan mübadelesinde soydaşlarımız Hıristiyan Karamanlı Türkleri gönderip Türklerle birlikte Müslüman Pomakları kabul ederken de, Hıristiyan Gagauzların Türkiye’ye göç taleplerini red ederken de ırka dayalı bir millet anlayışı olmadığı ortaya konulmuştur
Türk milleti tabiri bu bağlamda Tür kültür havzası içerisinde binlerce yıldır bir arada yaşayan akraba topluluklarla ve gayrı Müslim yurttaşlarla ortak bir imtizacın neticesidir. Bunların parça parça her biri değil tümünün birleşimidir. Kültür bilimlerinde bütün her zaman parçaların toplamından daha fazla bir şeydir. Bu coğrafyadaki folklorun, kültürün ortaklıkların paydası bizi bir millet haline getirmiştir.Tarihsel birikim, inanç ve pratiklerimiz, maddi ve soyut kültürel mirasımız bunun en canlı tanığıdır.Türkiye coğrafyasındaki en büyük siyasal geleneklerden birini kurmuş olan Türk milleti bu coğrafyada akrabalarının da hak ve hukukuna sahip çıkmıştır.Ruslar Kafkasya’ya saldırdığında mağdur olan halklar sığınacak bir liman olarak yegane adres ata ocakları Türkiye coğrafyasını görmüşler keza Saddam insanlık dışı katliamlara başladığında akrabalarımızın aklına ilk adres olarak Türkiye gelmiştir.Balkanlarda Sırp çetecilerin katliamında akrabalarımız yegane liman olarak ülkemizi görmüşlerdir.Milletimiz gurur ve iftiharla yüksünmeden, çekinmeden gururla her şeyini paylaştı.Zira bizim kolektif hafızamızda binlerce yıllardan süzdüğümüz ortak bir kültürel miras “akrabalık hukuku” “aynı kıbleye dönmenin “ ayrılmaz ve ayrıştırılamaz hukuku vardır.
Bu büyük hazinenin mirasından ve geleneğinden beslenmek yerine ırk ,etnik gibi batılı sosyolojik tabirlerle Anadolu coğrafyasını ve bu coğrafyada binlerce yıldır üretilmiş olan kültürün mayası kavranamaz.Bize ait bir dille ve gönül diliyle hâl diliyle konuşursak ortak bir çözüme varmamız o ölçüde kolaylaşır.
Çağdaş Hukuk Normları Açısından Güncel Durum
Frankfurt okulunun son temsilcisi, birlikte yaşama ve insan haklarının kamusal alandaki kullanımı ile görüşleri ile tanıdığımız büyük otorite Alman filozof Habermas’a göre “Bireyin, bir yandan üyesi olduğu kültüre özgü hakların taşıyıcısı olarak kalması, diğer yandan ise hukuk sisteminin herkese sağladığı haklardan yararlanabilmesi esastır/esas olmalıdır. Kimliğin oluştuğu yaşam biçimlerinin ve geleneklerin korunması, üyelerin tanınması anlamına geleceğinden, idari uygulamaların o kültürün korunmasını amaçlaması beklenmez. Çokkültürlü toplumlarda yaşam biçimlerinin eşit hakla bir arada oluşu, “vatandaşlar için, incitilmeden, geldiği kültürel dünyada yaşayabilme ve çocuklarını da aynı dünyada yaşatabilme güvencesi anlamına gelir” ve bu, aynı zamanda, kendi kültürlerini sorgulama, sürdürme, değiştirme hakkıdır. Başka bir deyişle vatandaşlara, diğer kültürleri olduğu gibi kendi kültürlerini sorgulama, geleneklere göre kültürlerini sürdürme ya da değiştirme fırsatını verme hatta kültürleriyle ilişkilerini tümüyle kesme olanağı yaratmaktır Habermas’ın geliştirmiş olduğu kuram, etnik ve azınlık sorunlarının gün geçtikçe artış trendi gösterdiği bir ortamda topluluk kimliklerine nesli tükenmekte olan canlılara yapılan muamelelere benzer bir tutumla yaklaşılarak koruma altına alınmasının da geçerli bir çözüm olamayacağına işaret etmektedir.
Habermas’a göre çokkültürlülük, bir toplumun kendini dış dünyaya karşı kapılarını kapatarak kendi özel gettosunda huzurlu bir yaşam sürmesine yarayan bir siyasal sistem olmamalıdır. Aksine çokkültürlü toplumlar, yaşam biçimlerinin eşit haklarla birlikte yaşaması, her yurttaşa bir kültürel miras dünyası içerisinde büyüme ve çocuklarını bu yüzden ayrıma uğramaksızın aynı dünya içinde büyütme fırsatını veren siyasal yapılar anlamıma gelir. Bu, başka her kültüre karşı durma; kendi kültür mirasını alışılmış biçimi içinde sürdürme ya da dönüştürme fırsatı anlamına geleceği gibi ona kayıtsız kalarak onun egemenliğinden çıkma ya da özeleştiri yoluyla ondan bağını koparma ve bundan sonra da gelenekten bilinçli bir kopuş yaptığı için bölünmüş bir kimlikle de olsa, yaşamını aynı hızla sürdürme fırsatını veren bir toplum yapısı anlamına gelecektir. Habermas kültürlerin hayatiyetlerini sürdürmede dışa kapanmaları yerine etkileşim içinde varlıklarını daha iyi sağlayacakları kanaatindedir. Bu nedenle çağdaş toplumlarda yaşanan hızlı değişim bütün durağan yaşam biçimlerini parçalarken kültürler,değişim gücünü ancak eleştiriden ve kopmadan alırlarsa yaşamaya devam edebileceklerdir [Jürgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü. (Çev. Tanıl Bora, Mithat Sencer) İletişi Yayınları; <Aynı yazar>,Öteki” Olmak “Öteki”yle Yaşamak, (Çev. İlknur Aka) İstanbul. Yapı Kredi Yayınları].
Habermas alıntılarımdan çok açık bir biçimde alıntıladığım gibi Paris şartından, Kopenhag kriterlerine çağdaş hukuk normları açısından Teorik planda Türkiye’nin çok önemli bir eksiği yoktur. Kanaatimce bir arada yaşama kültürü ve pratiği salt hukuki metinlerle sağlanamaz. Büyük bir toplumsal uzlaşmaya ve anlayışa ihtiyaç vardır. Kadim kültürel geleneğimizin tozlanan ana referanslarını yeni baştan ele alıp görüşmemiz lazım. Çıkış yolu buradadır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sürecindeki kongreler deneyimi etnisiteler ve dini fraksiyonlara rağmen yukarıda uzun uzadıya anlattığımız kültürel geleneğin pratiğini üretmişlerdir.
Gelinen noktada açık yüreklilikle itiraf etmek gerekir ki kongreler sürecinde halkın iradesi ile şekillenen süreç “kimsesi olmayanların kimsesi” olma iddiası ve iradesindeki bir siyasal teşkilatlanmayı, kamu yönetimini ve hukuk düzenini örgütleyemedik. Güçler ayrılığı ilkesinin kamilen uygulandığı, bağımsız ve medarı iftiharımız olabilecek bir hukuk düşüncesinden ve pratiğinin uzağındayız. Yapılması gereken “adalet” , “etik” ve “hak” ilkeleri üzerine oturak yepyeni bir düzeni örgütlemek, üretmek, düşünmek, uygulamak olmalıdır. Millî birikimin önündeki en büyük görev budur. Adalet karşısında söylenecek söz yapılacak itirazlar sakil kalır.
Sonuç Yerine
Türk kültür havzasının ikinci bindeki meydan okuması Türk kültür havzası temelli Türk İslam medeniyeti adına olmak durumundadır. Değerlerimiz, sembollerimiz ve zihniyetimizle biz farklı bir medeniyetin çocuklarıyız. Bizim ortaya koyacağımız entelektüel irade ve meydan okunma bütün bu coğrafyanın birikimini ve hukukunu savunmak ve yüceltmek anlamında olmalıdır. Bunu kurarken çatışmacı değil, açıklayıcı ikna edici, dönüştürücü bir üslup ve gramere ihtiyacımız vardır. Bu anlamda muarızımız olan Batı medeniyetine ve insanlığa sunabileceğimiz hikmet ve birikim gerçekten bize özgü insanlık mirasına yapılacak bir katkı olur.
Hâlde milli birikimin kurumsal ve sivil yapılarında böylesi bir arayış ve rahatsızlık mevcut değildir. Son derece arkaik ve anakronik bir gündem ve sığ bir retorikle bu kadar geniş bir düşünsel çaba ve emek isteyen bu meselelerin altından kalkınamaz. Sivil alandan yeniden bu anlayış temelinde tartışmalara ve ille de metinler üretilmesine ihtiyacımız vardır.
Kaynak:
http://www.haberakademi.net/2012/makaleoku.aspx?mkl=16554&yzr=309