Prof.Dr. Abdülkadir ILGEN
Nerde kaldı o çağlar ki analar kurt doğururdu.
Hilkat insan çamurunu, destanlarla yoğururdu.
Nerde o yiğitler ki gür, sesleri ülkeyi bürür,
“Yürü” dese dağlar yürür, “Dur” dese kalpler dururdu.
Arif Nihat Asya
Milliyetçi olmak, her şeyden önce kişilik sahibi olmaktır. Türkiye’de milliyetçi fikrin sahipleri daima her dönemin mağduru, her dönemin mazlumu oldu. Ezildi, hor görüldü, cezaevlerinde dipçikler altında işkence gördü. Bütün bunları yaşarken, devletine karşı zerre miktar kırgınlık göstermedi. Alicenaplıkla “Fikrimiz iktidarda ama biz buradayız” söylemini geliştirerek, devlet-i ebed-müddet davasının arkasında durdu. Milliyetçi aydınlar sindirildi. Dış Türklerden bahsetmek, ırkçılık, kafatasçılık, şovenizm, holiganizm, nazizim, faşizm gibi olumsuz sıfatlarla aşağılandı. Milliyetçi aydınlar üzerinde kurulan psikolojik baskılar dava konusu olsa ve dava sahiplerinin mağduriyeti tazminat cezasına çevrilseydi, ortaya çıkacak rakam, muhtemelen Türkiye’nin bütçesini aşacak boyutlara ulaşırdı.
Yıllar yılları kovaladı. Yeni zamanlara gelindi. Sovyet-Rusya çöktü. Arkasından bir bir bağımsızlığına kavuşan soydaş devletler doğdu. Bir de baktık ki, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk Dünyası” söylemini, hakiki milliyetçiler değil, liberal kapitalizmi savunan devletlularımız kaptı, içi doldurulmadan söylenmiş bir sözdü bu. Hasımlarımızın korkularım uyaran bu tur hamasi nutuklar, maalesef söylem olmanın ötesine geçemedi. AB kapılarında paye arayanların duruşlarıyla söylemleri, ortalığı kaplayan hay-huylar arasında kaynayıp gitti. Ortalık toz dumandan geçilmiyordu. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edebilmek icin neredeyse kahin olmak gerekiyordu. Söylem sahipleri harmandaki “taneyi” toplarken, milliyetçilere yine “saman” duştu.
O günlerde hararetle atılan nutuklar bitti. Bugünlere geldik. Bugünkü manzara, dünkünden çok daha karmaşık, çok daha netameli görünüyor. Şimdi de önümüze kızıl bayraklar önünde hararetle “enternasyonal” marşı çalan “karbonariler” duştu. Eski solcu, yeni ulusalcıların harareti eski liberallerden çok daha yüksek cıktı. Avrupa’daki PKK mitinglerinde profesyonel sanatçı olarak arz-ı endam edenler, Cumhuriyet mitinglerinde ortalığı inletti. Cumhuriyetin altım oyan, “çağdaş yaşamı destekleyen” bütün kozmopolitler ulusalcı oldu. Hem kozmopolit hem de ulusalcı olmak nasıl kimyevi bir bileşimse, bizim gibi taşralılar olup biteni bir turlu kavrayamadı. Türk olmayanlara Türklüğü savunmak, bize de susmak duştu.
Ege kıyılan, Halikamas suyu, bilmem hangi Yunan heykeli, Roma büstü, bütün asılsızlara asıl, köksüzlere kok olmuştu. Hitit heykeli remzimiz, Med uygarlığı harcımızdı. Orhun’un kaynağı zehir, Kurşat’m narası fitneydi onlar için. Şıpka geçidi, Balkan yaylası, Trablus güneşi boş bir hülya, uğruna ölünmeyecek yabancı diyarlardı. Aryandan gelmiş, yine aryana dönecek, aslımızı bulacaktık. Melisa varken Ayşe’nin ve Fatma’nın da adı mı olurdu. Olamazdı zaten! Nerede, ne kadar etnik özürlü varsa hepsi ortalığı doldurmuştu. Hepsi karnaval üstüne karnaval düzenleyerek ‘mozaiğimizi’ renklendirme yarışma girmiş, yolumuza ışık olmuşlardı! Türk’ten artık Türk olmak dönmeye, Türk’e de mahcup olmak düşmüştü.
Tuhaf zamanlara ermiştik. Hani şairimiz sesleniyordu ya: “Avrat uşak hiç geçmemiştik biz böyle Tuna’dan” diye, tam da o bicim geçiyorduk Tuna’dan, yardan ve töreden. Hepsini bir bir arkamızda bırakarak geçtik her şeyimizden. Şehrin bulvarlarına yapraklar gibi döküldük. Geniş proletarya yığınlarına karıştık bir bir. Bir zamanlar güneşin kızılında erimemek için birbirine tutunan memleket çocukları, tipiden borandan korunmak için “ocak” başlarında kümelenmiştiler. Gariptiler, umutlan tükenmek üzereydi. Ama yine de babalarından işitmişlerdi. Evvel zaman içinde yine bir vakit, tunçtan demirden duvarlarla sarıldıkları uçurumlar arasından kutlu bir yürüyüş başlatmıştı atalar. Bir deniz yükseliyor, kabarıyor gibi yükseltmişlerdi başlarım. Gün doğusundan gün batısına kadar hükümlerini geçirmişlerdi. Cihanın efendisiydi artık onlar. Bu anlatılar umut oldu içlerinde. Yeniden toparlandılar. Satuk-Buğra Han’ın etrafında kümelenenler gibiydiler. Gayemiz hayata uymak değil, hayatı hakka uydurmak diyorlardı. Müslüman Türk çocuklan, her biri birer uçbeyi edasıyla yollara düşmüş, dağlan düz, ovalan pürüzsüz eylemişlerdi. Ne kutlu bir yürüyüştü o!
Karanlığın karabasanları sakladığı kızılımsı bir Eylül şafağında, yayla sulan kadar berrak memleket çocuklarının durağı zindanlar oldu birdenbire. Dalındaki fidan, evimizin son yongasıydı toprağa düşen, darağacına gidenler. Müstemleke zabitinden daha küstah ve zalim bir muameleydi gördükleri. İncindiler, inkisar-ı hayale uğradılar ama yine de devlet ve millete dargınlık göstermediler. Biliyorlardı ki uğruna canların feda edildiği devlet-i ebed müddetin bu son karakolu da düşerse, gidecekleri başka yer kalmayacaktı. Eyvallah dediler. Yeter ki devletimiz dizleri üzerine çökertilmesin, kızıl karlar altında erimesin. Bu can tenden, bu ruh bedenden çıkmayınca ne gam dediler. Fakat küçük bir ayrıntıyı unutmuşlardı. Aynen atalarının yaptığı gibi, tarihi yapan bu millet, her nedense tarih yazmayı beceremiyordu. Oysa tarih yazan tarih yapandan daha da önemli olabiliyordu bazı zamanlar. Yine öyle oldu. Aynen uzak tarihimizi başkalarından öğrendiğimiz gibi, yakın tarihimizi de neidüğü belirsiz türedilerden öğrenir olduk.
Yunus, “Bilmeyen ne bilsin bizi / Bilenlere selam olsun!” demişti. Bizi de bizden olmayan, bizim gibi olmayanlar anlamaz, bilemezdi; bilemediler de zaten. Bu öylesine temel bir kategori öylesine temel bir ayrımdı ki, kulaksız işitenlerden sözsüz konuşanlardan başkasının anlayamayacağı, renklerine aşina olmayanların giremeyeceği efsunun remziydi. Sembollerin dilini bilmeyenler, mecazı hakikat telakki edip, değerlerimizi yozlaştırmaya başladılar. Söylediklerini aynı hakikat gibi tekrarlıyorlardı. Faust’a ruhunu kaptıran meczuplara inanır olduk, irfanımızı yele, ocağımızı sele verenler gördük. Kendi vatanında gurbette yaşar gibi, dilimizi anlatamaz olduk. Dilimizi anlaşılmaz kılanlar, fırsatı ganimet bilip akı kara, karayı ak göstermeye, at iziyle it izini bilerek karıştırmaya koyuldular.
Beylik gururumuz incindi. “İl gider Töre kalır” sözünü unutmuştuk. Şimdi daha da anlar olduk. Ülkem gitse, yenisini alırım. Devletim çökse yenisini kurarım. Ya millet yok olursa ne yaparım denilen günlere geldik. Kültürüyle, irfanıyla, topyekun değerleriyle yok edilen bir milletin var olma yok olma mücadelesinin yaşandığı günlere erdik. Kurt, ağacın içine girdi. İçimizi kemiriyor. Benek benek beneklenmiş ağaca döndük. Sarsılan, inleyen, acı çeken koca bir çınarın dramıdır bu.
Ortak üst kültürümüz budandı. Popüler kültüre teslim olduk. Kitabın yerini magazin, fikrin yerini slogan aldı. Kavramlar iğdiş edildi, safkan kavramlar güzel atlara binip gider oldu. Kötürümler İskender, saksağanlar kartal oldu. Riya altın devrini yaşıyor. Fakat hiçbir tünel ebedi değildir. Henüz tükenmedik. Binlerce kez tökezlesek de, henüz dizlerimiz üzerine çökmedik, çökertilemedik. Elbet birgün, halis altın kalp olandan ayrılacaktır.
Hülasa, yıllarca millî kültürü örseleyenlerin, memleket elden gidiyor türünden teranelerle afaki inletmeleri, maksadı örten son moda makyaj malzemesi olmaktan öteye geçemiyor. İl de gidiyor Töre de! Arif Nihat Asya’nın
Yoksa bu sayfada Oğuz
Yoksa bu tarihte Yavuz
Biz de yoğuz
Biz de yoğuz”
mısraları acıklı bir nağme gibi kulaklarımızda çınlıyor. Yıllar yılı maalesef kendi aristokrasimizi yaratamadık. Dolgu maddesi olarak kullanılan yığınlar çaresizlik içinde yolunu arıyor. Aklıma, Namık Kemal merhumun,
Git vatan Kâbe’de siyaha bürün
Bir elin Ravza’da Nebiye uzat…
Mısraları geliyor.
Türk Yurdu Dergisi, 7. Devre, cilt 27 (59) Sayı: 239 (560) 96. Yıl, Temmuz, 2007