Prof. Dr. Fahri UNAN
Bize göre, bugün Türkiye’de yaşanan sıkıntıların temelinde bir istikāmet arayışı yatmaktadır. Milletimiz, çok çeşitli âmillerin tesiriyle, deyim yerinde ise, pusulasını kaybetmiş olduğu için, aradığı istikāmeti yaklaşık iki yüz yıldır bir türlü belirleyememiştir. Bu sebeple, iki yüz yıllık yakın târihimiz gözden geçirildiğinde, istikāmet arayışımıza çoğu zaman hislerimizin yön verdiğini görürüz. Bunu tabiî karşılamak gerekir. Çünkü, arayışımızı etkileyen, yönlendiren ve harekete geçiren sâikler, ekseriyetle bizim irâdemiz dışında oluşup gelişmiş, dolayısıyla ona bir çerçeve ve muhtevâ belirlemek mümkün olmamıştır.
Konuyu mücerretten müşahhasa çıkarabilmek için, son iki yüz yıllık yakın târihimizi, bu noktai nazardan, ana hatlarıyla gözden geçirmek yerinde olacaktır:
Bilindiği gibi, bugünkü Türkiye Cumhûriyeti’nin yakın târihini oluşturan Osmanlı devleti, XVII. asrın başlarından îtibâren bir durgunluk içerisine girmiş; bu durgunluk XVIII. asır soyunca gittikçe artarak sürmüş ve XIX. asra gelindiğinde, karşı karşıya kalınan sıkıntılar artık altından kalkılamaz bir hâl almıştı. Bu sebeple, XIX. asrın ortalarına doğru, devlet hızlı bir idârî, siyâsî, hukûkî, içtimâî ve kültürel değişim sürecine girdi. Bu değişimden en fazla etkilenenler ise, Türkler oldular. Bu tabiî idi; çünkü devlet, muhtelif etnik unsurları bünyesinde barındırmakla birlikte, esas olarak, milleti hâkime mevkindeki Türklere dayanıyordu; diğer bir deyişle, devletin yönetim mekanizmasına ve mantığına yön veren doğrular, Müslüman Türklerin doğrularıydı. Bu yüzden de, devlet ve millet hayâtında değişikliğe uğrayan unsurlar, doğrudan doğruya milletin zihniyet dünyâsını etkiledi, hattâ altüst etti.
Esâsen, bilhassa XVIII. asır boyunca Batı karşısında uğranılan bir dizi mağlûbiyet, bizzat yöneticilerini niteliği tam olarak bilinmeyen bir arayış içine itmişti. Devleti yönetenler, işlerin kötü gittiğini; bu gidişi durdurabilmek için gerek idârî, gerek siyâsî, gerekse sosyal ve kültürel sâhalarda bir takım tedbirler alınması gerektiğini, ancak bunların neler olduğunu gerçek veçheleriyle bilmiyorlardı. Fakat, bir şeyi açıkça görüyorlardı: İçine düştükleri, kendilerini âciz bırakan sıkıntılara mâdemki Batı karşısında mâruz kalıyorlardı; o hâlde kendilerinde olmayan, fakat Batı’da bulunan ve Batı’yı kendilerinden güçlü kılan bir şeylerin olması lâzımdı. Ama neydi bu şeyler?..
Bu tam olarak kestirilemedi. Batı karşısındaki sıkıntılar esas olarak askerî sâhada görüldüğü için, evvelemirde bu sâhaya el atıldı. Bu girişim, Osmanlı idârecisi için, sanırız, düşmanların silâhıyla silâhlanmak mânâsına geliyordu.
Devleti Batı karşısında ülkesinin sınırlarını koruyamayacak kadar âciz bırakan gelişmeler, daha ziyâde savaş meydanlarında vukû’ bulduğundan, bunu bir savunma içgüdüsü olarak değerlendirmek ve mâkul görmek mümkündür. Bunun ilk ciddî örnekleri III. Selim zamânında uygulamaya konulan, fakat bir fâcia ile sona eren Nizâmı Cedîd hareketidir. Daha sonra, Sultan II. Mahmud’un girişimleri ile karşılaşıyoruz. Fakat, II. Mahmud selefinin âkıbetini çok yakından yaşayarak gören birisi olarak, başlangıçta işi yavaştan aldı; köklü değişiklikler için ortamı ve şartları elverişli hâle getirmenin yollarını aradı. Esâsen, uygulamaya koyduğu tedbirler ve değişiklikler gözden geçirildiğinde, onun, daha başlangıçta meseleyi selefinden çok daha geniş bir çerçevede ele aldığı görülür. Hedef biraz daha netleşmiştir: Sâdece ordunun durumu bakımından Avrupa’ya benzemek yeterli olmayacaktır; devleti ve cemiyeti bütün veçheleriyle Avrupalılaştırmak gerekmektedir; aksi hâlde devleti ayakta tutmanın imkânı yoktur!
Bu karar, Osmanlı devletinin klâsik değerlerinden artık ümîdin kesildiğinin açıkça îtirâfıdır. Böylece, kısa süre içerisinde klâsik dönemin değerleri sarsılacak; asırlardan beri siyâsî, idârî, hukûkî ve hattâ dînî/ahlâkî hayâtın rotasını çizen ve düşünce altyapısını şekillendiren mihenk taşlarının doğruluğuna dâir belirli kesimlerin zihinlerini bir süredir işgal eden şüpheler, biraz daha yaygınlaşacaktır. Bu bakımdan, XIX. yüzyılda gerek devlet mekanizmasını ilgilendiren, gerekse bir bütün olarak cemiyeti hedef alan ve adına ıslâhat denilen düzenlemelerin, bu düzenlemelerden hareketle kurulan bir takım müessese ve teşkilâtların arkasında, burada işâret olunan şüphenin yattığını ileri sürmek, fazla mübâlağalı sayılmamalıdır. Bundan sonra girişilen bütün ıslâh çalışmalarının, bir bakıma milletin ve devletin târihî arkaplânını önceleri görmezden gelme, bilâhare redd ve daha sonra da ondan kaçış istikāmetine yönelmesi, gücünü biraz da bu duygudan almış olmalıdır.Bu duyguları paylaşanlar için durumu tabî karşılamak hiç de zor değildir. Çünkü mâzeret hazırdır. Zîrâ, görünüşe göre, geçmiş ve onun doğruları, XVII. asrın sonlarından îtibâren Batı karşısında gittikçe artan bir şekilde yaşanan mağlûbiyetleri engellemeğe muvaffak olamamıştır! Öyleyse, hâlâ onlardan medet ummanın bir mânâsı yoktur; onları ıslâh etmek de mümkün değildir; dolayısıyla bütün bir geçmişi kendi çıkmazları ile baş başa bırakmak en akıllıca yoldur…
Peki ama, mesele geçmişin defterini bu şekilde dürmekle halledilmiş olabilir miydi? Tabiat boşluk kabûl etmeyeceğine göre, dünde bıraktıklarımızın yerini nasıl dolduracaktır? Bilhassa Osmanlı idârecilerini ve okumuşyazmış takımını Batıcılar, Osmanlıcılar ve İslâmcılar gibi farklı görüşler etrâfında toplayan sâik, kanaatimizce, işte bu çetin sorular olacaktır.
XIX. asrın ortalarına doğru, 1839’da îlan olunan Tanzîmat’ın asıl hedefini Batılılaşma olarak gören ve anlayan Batıcılara göre, devleti ayakta, cemiyeti bir arada tutmanın yegâne yolu, Batı’yı sâdece bir takım müesseseler ve idârî mekanizmalardan ibâret değil, bir bütün olarak görmeli ve onun her şeyini kendimize mal etmeli; diğer bir deyişle Batılılaşmalı; kısacası medeniyetimizi değiştirmeliydik. Osmanlıcılar ise, Batı’dan bir şeyler almağa karşı çıkmamakla birlikte, devletin bekāsını teminat altına alabilmek için, farklı etnik grupların, içerisinde kendilerine yer bulabilecekleri bir Osmanlı milleti oluşturmak gerektiğini düşünüyorlardı. İslâmcı olarak mütâlaa olunanlar ise, Osmanlı devletinin sınırları içerisinde yaşayan gayri müslimlerin devlete sadâkatlerinden çoktan ümitlerini kestikleri için, kurtuluşun İslâm siyâsî zemîninde olduğunu; Batı karşısında ayakta kalabilmek için İslâm ümmetini teşkilâtlandırmak, ayağa kaldırmak ve böylece büyük bir güç oluşturmak gerektiği kanaatinde idiler.
1910’lara gelinceye kadar, bu üç fikrin bilhassa fikir plânında münâkaşasının yapıldığını görürüz. Ancak, farklı etnik köklere mensup olan gayri müslimlerin mühim bir kısmının Osmanlıdan fiilen ayrılmasıyla Osmanlıcılık düşüncesi mânâsızlaşacak; dünyânın çeşitli bölgelerinde yaşayan Müslümanları birlikte harekete yöneltme noktasındaki girişimler ise, ciddî bir fiilî kudret gerektirdiği, Osmanlı devleti de dâhil, Müslüman milletlerin böyle bir imkânı bulunmadığı için, belirli kesimlerin zihinlerinde ve gönüllerinde bir hayal hâlinde yaşamağa devam edecektir. Batı ile sürekli bir mücâdele hâlinde olunmasına ve oradan dâimâ darbeler yenmesine rağmen, Batıcılar ise, devletin ve cemiyetin, sosyal hayâtın hemen her yönüyle Batı gibi olmasından başka bir çıkar yol bulunmadığı düşüncesini ısrarla savunacaklardır.
Bu arada, XIX. asrın sonları ile XX. asrın başları, Türk milliyetçiliği fikrinin yoğun olarak taraftar topladığı bir dönem olacaktır. Türk olmayan unsurların devlete sadâkatleri konusunda artık hiç bir ümitleri kalmayan Türk aydınları, nihâyet kendi başlarının derdine düşerek, kurtuluşu millî bir ideolojiye dayanmakta görmüşler ve böylece Türkçülük fikri etrâfında kümelenmeğe başlamışlardır. Fakat, ortada çözülmesi gereken âcil bir mesele vardır: Ülke hızlı bir şekilde ayaklarının altından kayıp gitmektedir; basılan zemînin sağlamlaştırılması için yapılması gerekenler ise oldukça sınırlıdır. Bu noktada, Türkçülerin büyük bir kesiminin bir ölçüye kadar Batıcılar gibi düşündükleri dikkati çeker. Diğer bir deyişle, Türk milletini devletiyle birlikte ayakta tutabilmek için, Batı’dan alınması gereken çok şey vardır. Ancak bütün mesele, neyin alınıp neyin alınmayacağı noktasında düğümlenmektedir. Çünkü Türkçüler, Batıcıların aksine, Batı’nın her şeyini alma düşüncesini çok aşırı bulurlar; böyle bir fikrin benimsenmesi hâlinde, kendilerinin Türkçülük milliyetçilik iddiâlarının havada kalacağını çok iyi bilmektedirler.
Dolayısıyla millî olan, millete âit olan ve bir milleti millet yapan bir takım değerlerin mutlakā muhâfaza edilmesi gerektiği düşüncesindedirler. Türkçülüğün teorisyenlerinden Ziyâ Gökalp, işte burada devreye girer ve Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim derken[1], kültür, medeniyet ve din arasında bir ayırıma gider; bir milletin hem kendisi olarak kalmasının, hem de başka bir medeniyet veyâ din dâiresinde bulunmasının mümkün olduğunu ileri sürer. Ona göre, kültür millî, medeniyet ise milletlerarasıdır; dolayısıyla Türk milletinin Batı medeniyetine dâhil olması için, Batı’dan alınması uygun görülen her şeyi “medeniyet gereği” sayıp aktarmakta hiç bir sakınca yoktur. Bu formül, Ziyâ Gökalp’i râhatlatmıştır. Fakat, asıl mesele burada ortaya çıkmaktadır: Neleri kültür dâiresinde, neleri medeniyet çerçevesinde mütâlaa edeceğiz? Gerçi Gökalp, daha ziyâde teknolojiyi ve teknolojinin ürünlerini medeniyet; dil, edebiyat, sanat, bir takım örf ve âdetleri … ise kültür olarak görmek istemişti. Ancak, acabâ mesele bu kadar sâde, anlaşılır ve basit miydi?
Hemen belirtelim ki, Ziyâ Gökalp’in, bu soruya verdiği cevap tatmin edici değildir. Esâsen, bu mesele daha önce merhum Erol Güngör tarafından ele alınmış ve Gökalp’in formülü, diğer bir deyişle medeniyet ve kültür hakkındaki görüşlerini ciddî bir tenkîde tâbi tutulmuştu[2]. Gerçekten, Gökalp’i kültür ve medeniyet dâiresine dâhil ettiği unsurların, çocuğu zaman iç içe geçtiği; neyin niçin, hangi kıstaslara göre medeniyet veyâ kültürden sayıldığı anlaşılır, değişmez ve kabûl edilebilir ölçülere bağlanmış değildir; kullanılan ölçü temelde keyfîdir. Nitekim alınmasına mutlakā karar verilen şeylere karşı gösterilebilecek millî tepkiyi azaltabilmek veyâ etkisizleştirebilmek için, o şeyin kültür değil, medeniyet unsuru, dolayısıyla beynelmilel olduğu; hassas olduğumuz millî değerlerimize bir zarar vermeyeceği ileri sürülecek ve böylece yola devam edilecektir. Dolayısıyla, Gökalp’in formülünü, Batılılaşma çabalarını Türk mâşerî vicdânında meşrûlaştırma manipülasyonları olarak değerlendirmek mümkündür!
Cumhûriyet döneminin başlarında, yerli ve millî unsurların pek çoğu tasfiye edilip yerlerine Batı menşe’li unsurlar aktarılırken, öyle anlaşılıyor ki, Gökalp’in bu formülü çok işe yaramış; devleti ve milleti Batı standartlarına ulaştırma iddiâsı ile yola çıkanların işlerini oldukça kolaylaştırmıştır. Fakat, söz konusu formülün muğlaklığına, bir süre sonra devletin dümenine mutlak Batıcıların geçmesi eklenince, ipin ucu hızla kaçırılacak; dînî, târihî ve millî değerlerin umûmî bir tasfiyesine girişilecektir.
Gökalp’in kültür ve medeniyeti birbirinden ayırma girişiminin doğru olup olmadığını ortaya koymanın en kestirme yolu, bu çerçevede girişilen Batılılaşma faaliyetlerinin nasıl bir netîce hâsıl ettiğinin gözden geçirilmesidir. Türkiye’nin böyle bir yola girmesini müteâkıp, yetmiş küsûr yıl içerisinde nasıl bir netîce aldığı, bugün herkesin mâlumudur. Aslında, aynı meselelerin bugün hâlen tartışılıyor olması ve sağlıklı bir netîceye ulaşmanın neredeyse imkânsız denecek bir noktada bulunması bile tek başına fazla söze hâcet bırakmamaktadır. Esâsen, bu yazının ana konusu bu değildir. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz husus, Ziyâ Gökalp’in ve onun gibi düşünenlerin yukarıda kısaca hulâsa olunan kültür ve medeniyet anlayışlarına, gerçekten ciddî bir tenkit yönelten ve bunun yerine daha anlaşılır bir kültür ve medeniyet teorisi teklif eden Yılmaz Özakpınar’ın, bu yazının başlığını oluşturan eseridir.
Hemen belirtelim ki, Türkiye’de son yıllarda yaşanan fikir sefâleti ve kısırlığı dikkate alındığında, Yılmaz Özakpınar’ın böyle bir ortamda, dikkat çekici bir teori ile ortaya çıkması, düşünen ve düşünceye değer vermesini bilen her insanı cidden sevindirecek bir hâdisedir. Bu arada, şunu da vurgulamakta fayda vardır: Yılmaz Özakpınar’ın aşağıda kısaca ele alınacak olan teorisinin dayanakları bütünüyle bilinmeyen şeyler değildir. Meselâ, yazarımızın aynı zamanda arkadaşı da olan merhum Erol Güngör, “Bir medeniyet her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir: Müesseseler bu değer ve inançların birer eseri olarak ortaya çıkar.[3]” demekte idi ki, bu cümle netîce îtibâriyle Özakpınar’ın teorisi ile örtüşmektedir. Esâsen, Özakpınar’ın teorisinin mühim dayanaklarından birisi olan İslâm’ı, Türk kültürünün unsurlarından sâdece biri olarak gören ve ona ancak folklorik bir değer atfetmek isteyenlerle karşılaştıkça, bizi tepkiye sevk eden ve bize “hayır, İslâm, Türk kültürünün unsurlarından biri değil, onun hâkim unsurudur!” dedirten şey de, aynı anlayış idi. Çünkü, dikkatle bakmasını bilenlerin ve hakîkati gizleme ihtiyâcı duymayanların gözardı edemeyecekleri târihî vâkıa, İslâm’ın bin yıl boyunca kültürümüzün bütünüyle dindışı sayılabilecek veçhelerini bile doğrudan ve derinden etkilediği, bunların şekillenmesinde bizâtihî müessir olduğudur. Ancak, böyle bir husus, Özakpınar’ın çalışmasının ve teorisinin kendine haslığını ortadan kaldırmaz. Çünkü Yılmaz Özakpınar, her şeyden önce meseleyi üzerinde düşünülüp çalışılacak başlı başına bir problem olarak görüp ele almış, konuyu bütünüyle ilmî çerçevede inceleyip tartışmış, günlük basit spekülasyonlara girmemiş; daha da mühimmi, kendi düşüncelerini bize mutlak doğrular dayatmaya kalkışmamış ve söylediklerinin her hâlükârda bir teori olduğunu, bu teoriyi güçlendirecek veriler ne kadar çok olursa olsun, yine de bir teori olarak kalacağını, her teori gibi bir gün yanlışlanabilme ihtimâli bulunduğunu hatırlatma gereği duymuştur. Bu tavır, bizce başlı başına takdîre değer, ilmî bir tavırdır. Zîrâ, içinde yaşadığımız şu ortamda, etrâfımızı kuşatmış bulunan kerâmeti kendinden menkûl yığınla yazarçizerin burnundan kıl aldırmaz hodbinliğine ve her gün karşılaştığımız bunca olumsuzluğa rağmen, Özakpınar’ın çalışması, aramızda hâlâ ilmî sağduyu sâhiplerinin ve sıkıntılarımıza ilmî zeminlerde çözüm arayanların bulunduğunu ortaya koymaktadır.
Kanaatimizce, Yılmaz Özakpınar’ın en az teorisi kadar değerli olan bir husus da bu noktadır. Çünkü, son yüz yıllık yakın târihimizde karşılaştığımız sıkıntıların çözümünde, hislerimizi, ideolojilerimizi ve şahsî hassâsiyetlerimizi mümkün mertebe bir tarafa bırakmağı beceremedik; çözümlerimizi her zaman siyah ve beyazdan ibâret iki kutup arasında kaldık; bu dar görüşlülüğümüz, hareket alanımızı o kadar kısıtlayıp sınırladı ki, sağlıklı bir çıkış yolu bulamayınca, dönüp birbirimizin gırtlağına sarılmağa kalkıştık; renklerin sayısız tonları olduğu gibi, çıkış yollarının da çeşitli olabileceği aklımıza bile gelmedi; kendi düşüncelerimizi karşımızdakilere her hâlükârda mutlak doğrular olarak dayatmaktan vazgeçemedik. Böyle bir ortamda, sağduyulu sâkin seslere ne kadar muhtaç olduğumuzu söylemeğe ise gerek yoktur…
Yılmaz Özakpınar, nasıl bir teori ile okuyucu karşısına çıkmaktadır?
Onun, Kubbealtı Neşriyâtı’ndan olmak üzere 1977 yılının ikinci yarısında peşpeşe çıkan üç eseri –Batılılaşma Meselesi ve Mümtaz Turhan, Kültür ve Medeniyet Anlayışlarımız ve Bir Medeniyet Teorisi ve İslâm Medeniyeti ve Kültürü–, ele alınan meselenin önce teşhîsi, sonra târifi ve nihâyet tatbîki niteliğini taşımaktadır. Yâni, Özakpınar, hocası Mümtaz Turhan’ın eserlerine, düşüncelerine ve şahsiyetine tahsis etmiş olduğu ilk eserinde, kendisini tatmin etmeyen bir medeniyet ve kültür problemi ile karşı karşıya kalır; onu çözmenin yollarını arar ve bulduğu çözümü ikinci eserinde bir teoriye bağlar; üçüncü eserinde ise, bu teoriyi uygulamağa girişir. Dolayısıyla, Özakpınar’ın kültür ve medeniyet teorisini tam olarak anlayabilmek için, okuyucunun yukarıda adları geçen her üç eseri dikkatli bir şekilde okuması ve anlamağa çalışması lâzımdır. Söz konusu eserleri ayrı ayrı ele almak, bu yazının plânlanan hacmini aşacağı için, meseleyi, esas olarak teorinin kendisine tahsis edildiği Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi çerçevesinde kısaca gözden geçirmeğe çalışacağız.
Hemen belirtelim ki, Yılmaz Özakpınar, kültür ve medeniyet mefhumlarını kesin çizgilerle birbirinden ayırmakla birlikte, aralarında öyle bir bağ kurmaktadır ki, bu bağ gözardı edildiği takdirde, ortada ne medeniyet, ne de kültür kalmaktadır. Çünkü, onun teorisinde, biri diğerinin netîcesidir; dolayısıyla, biri olmadan diğerini anlamak veyâ birini reddetmek sûretiyle diğerini ikāme ve idâme ettirmek mümkün değildir. Özakpınar, Ziyâ Gökalp’in ileri sürdüğünün aksine, insan fiillerinin ürünü olan her şeyi kültür başlığı altına yerleştirirken, kültürün oluşmasını, ortaya konmasını, üretilmesini sağlayan, fiillerimizi harekete geçiren şeyi ise, kendine has bir “ahlâk ve inanç nizâmı” olarak öngören medeniyet olarak değerlendirmektedir.
Yazar, bu ana düşünceyi teferruatlı bir şekilde ortaya koyabilmek için, eserini altı bölüm hâlinde tertip etmiştir: Birinci bölümde “Kültür ve Medeniyetin İnsana Özgü Oluşu” ele alınmış; ikinci bölümde, bugüne kadar ileri sürülen mevcut “Kültür ve Medeniyet Anlayışları” hulâsa edilmiş; üçüncü bölümde, “Bir Medeniyet Teorisi” olarak, diğer teorilerden bütünüyle ayrılan yazarın kendi teorisi açıklanmış; dördüncü bölümde, “Ortaya Konulan Medeniyet Teorisi Işığında Eski Medeniyetler” incelenmiş ve böylece ileri sürülen yeni teorinin diğer medeniyetler için de açıklayıcı bir teori olduğu anlatılmış ve nihâyet beşinci ve son bölümde “Bugünkü Manzara ve Geleceğin Görünümü” başlığı altında, tartışılan konu çerçevesinde mevcut durumun tesbîti yapıldıktan sonra, geleceğe yönelik projeksiyonlarda bulunulmuştur.
Yılmaz Özakpınar, eserinde öncelikle insanın tabiati üzerinde durur: İnsan, akıl sâhibi olması dolayısıyla diğer bütün canlılardan ayrılır. Onun bu niteliği, çevresini olduğundan çok daha farklı görmesine, değerlendirmesine ve mânâlandırmasına yol açar. İnsan aklını kullanmak sûretiyle kendi dışında gördüklerini müşahhastan mücerrede nakleder, bunları sembolik düşünce plânında yorumlar; şeyler veyâ hâdiseler arasında mantıkî bir ilişki kurar, onları yeni bir tasnîfe tâbi tutar ve buradan hareketle mefhumlar oluşturur; bundan sonra oluşturduğu bu
mefhumlarla düşünür, duyar, görür, anlar. Kezâ, bu mefhumların belirlediği düşünce ikliminde eser verir. Esâsen ilmî bilgi denilen şey de ancak böyle bir zihnî cehdin ürünü olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte, insanın fiillerini temelde iki grupta incelemek mümkündür: İnsan, kendi dışında olup bitenlere ya içgüdü ile karşılık verir, tepki gösterir veyâ her şeye şuurlu bir tercihle müdâhale eder;
eserlerini bu şuurlu tercihle belirler, yönlendirir, seçer. İçgüdülere bağlı hareket, insanın dışındaki canlılar için de söz konusudur; şuurlu hareket ise, sâdece insan nesli için söz konusudur. Hayvanlar âleminin varlıkları, ne kadar eğitilirlerse eğitilsinler, akıl denen şeyden mahrum oldukları için, şuurlu hareketlerde bulunamazlar; yaptıklarının netîcelerini değerlendiremezler. Dolayısıyla üretim sâdece ve sâdece insanın olduğu yerde söz konusudur.
Peki, insan olarak ürettiklerimizi hangi kıstaslara göre üreteceğiz veyâ üretiyoruz? ‘Ya da ne yaparsan yap’ mantığı ile mi hareket edeceğiz; yoksa fiillerimiz söz konusu olduğunda bizi yönlendirecek, tercîhe yöneltecek bir takım ölçüler ki kullanacağız? Bu ölçüleri neye veyâ nelere göre belirleyeceğiz?
Bu ve benzeri sorular, bizi iyi ve kötü mefhumlarına götürecektir. İyi ve kötülerimizi ise, esas olarak inançlarımız belirleyip şekillendirmektedir. Diğer bir deyişle, insanoğlu, târih sahnesin çıktığı andan günümüze kadar iyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı-zararlı gibi biribirine zıt mefhumlar inançlarının telkîniyle seçmiş, kabûl etmiş ve yakın çevresine aktarmıştır. Böylece, temelini inancın attığı, sınırlarını inancın çizdiği, doğrularını inancın belirlediği bir ahlâk nizâmı oluşmuştur. Artık etrâfımızı bu nizâma göre değerlendirecek, eşyâya bu nizâma göre şekil verecek, ürettiklerimizi bu nizâma göre üreteceğiz… Medeniyet ve kültür denilen
şey de ancak bu noktadan sonra söz konusu olacaktır.
Yılmaz Özakpınar’ın teorisinde, burada işâret olunan inanç ve ahlâk nizâmının mühim bir yeri vardır. Onun teorisini kısaca hulâsa ettiğimizde, bu durum açık bir şekilde görülecektir.
Özakpınar’a göre, refleksler ve insiyâkî davranışlar dışında insanın yaptığı gözlenebilir her fiil ve meydâna getirdiği her şey kültür mefhûmu içine girer. Bu fiiller ve şeyler, insanın kendi tercîhiyle oluşturduğu ve tabiate eklediği ürünlerdir. Hemen belirtmek gerekir ki, bir şeyin veyâ cismin kültür olarak değerlendirilebilesi için, onun mutlakā insan tarafından îmal edilmiş olması gerekmez. Tabiatta kendiliğinden mevcut olan bir şeye, bir cisme tahayyül ve tasarlama gücü ile insan zihninin bir fonksiyon yüklemesi veyâ bir kullanım tarzı belirlemesi de kültüre girer. Teoriye göre, kültür unsurları, bizâtihî cisimlerin kendileri değildir; kültür, insan zihninin görüş, bakış, tasarlama, tahayyül, duygulanma, anlayış ve değerlendirme tarzıyla ilgilidir. Cisimlere kültürel bir fonksiyon yükleyen, insan zihnidir; dolayısıyla kültür unsurlarını maddî ve mânevî olarak ayırmak gereksizdir. Çünkü, kültür özü îtibâriyle zâten zihnîdir, mânevîdir; bizim onları maddî olarak değerlendirmemiz, onların kültürel değer olarak niteliklerini değiştirmez; zîrâ, kültür değeri veyâ unsuru olarak görüp kabûl ettiğimiz şey, meselâ bir taş, taş olması îtibâriyle değil, bizim ona atfettiğimiz değer îtibâriyle kültür mefhûmu içinde değerlendirilir. Bir cismin veyâ şeyin elle tutulması veyâ tutulamaması, onun mutlakā maddî veyâ mânevî olarak farklı kategorilere ayrılmasını gerektirmez.
Bu bakımdan, târih sahnesine çıkmış bulunan –ibtidâî veyâ medenî– her cemiyetin, her insan topluluğunun bir kültürü vardır. Kültürsüz insan topluluğu düşünmek mümkün değildir. Belki çok gelişmiş veyâ az gelişmiş; yâhut şuurlu bir tercîhin ürünü olarak vücut bulmuş veyâ refleksler ve insiyaklar netîcesinde oluşmuş kültürlerden söz etmek anlaşılabilir; fakat kültürsüz cemiyet tasavvur olunamaz.
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir: Kültürü olan her cemiyete, her topluluğa medenî demek mümkün müdür?
Özakpınar’a göre, her cemiyetin, her insan topluluğunun kültürü olmakla birlikte, her milletin medeniyet seviyesine ulaşmasından söz edilemez. Medeniyete vücut veren şey, insanın, kendi zihninin başlı başına bir imkân kaynağı olduğunu fark etmesidir. Medeniyet, ancak, bir bakıma kendi zihninin dışına çıkarak kendi varlığını ve zihnini “tasarımlayabilen”, hayâtına mânâ vermeğe çalışan, kendi varlığı ve hayâtı ile ilgili rasyonel seviyede yorum yaparak, hayâtının gâyesini belirleyen insan topluluklarında ortaya çıkar. Medeniyet, tabiate içgüdülerle müdâhalenin değil, şuurlu bir tercîhin ürünüdür. Medeniyet, rasyonel bir rûhî yükselişin şuuruna varılması ve o yükselişin ihtivâ ettiği inançtır.
Yılmaz Özakpınar’ın teorisi bakımından, işte bu noktada devreye inancın beslediği ahlâk nizâmı girmektedir. Ahlâk nizâmı niçin mühimdir? Mühimdir, çünkü fiillerin belli bir istikāmette üretilmesini sağlayan şey ahlâk nizâmıdır. Târih sahnesinde görülen bütün büyük medeniyetler kendilerine has, şuurlu ve rasyonel seviyede muhâsebesi yapılan bir inanca ve bu inanca bağlı bir ahlâk nizâmına dayanırlar. Diğer bir deyişle, medeniyetlerin rûhî temelleri inanç, içtimâî temelleri ise bu inanca bağlı ahlâk nizâmıdır. Özakpınar, bu anahtar mefhûmu, çalışmasının dördüncü bölümünü oluşturan, târihte vücut bulmuş eski ve büyük medeniyetleri
incelerken de kullanır; söz konusu medeniyetlerin başlangıçta kendilerine has, saf bir inanca ve bu inancın şekillendirdiği bir ahlâk nizâmına dayanarak oluşup geliştiklerini; bu inancın ve ahlâk nizâmının sarsılması ile zayıfladıklarını ve sonunda yıkılıp gittiklerini anlatır.
Bir medeniyetin vazgeçilmez unsuru olarak kullanılan inanç ve ahlâ nizâmı, sosyal hayatta nasıl bir fonksiyon icrâ eder?
Bunu îzah etmek hiç de zor değildir. Çünkü, Özakpınar’ın belirttiği gibi, şuurlu ve rasyonel seviyede oluşmuş bir inanç, bütün medeniyetlerde ruhları derinden etkiler. İnanç, cemiyet fertlerinin hem rûhî enerji kaynağı, hem de fiillerin istikāmetini ve niteliklerini belirleyen bir yol göstericidir. Zîrâ faaliyetler, cemiyetlerde inancın telkin ettiği değerlere göre şekillenirler. İnançla bağdaşmayan faaliyetlerden ancak böylece geri durulur. İnanç, faaliyetlere bir gâye gösterir; faaliyetler ancak bu gâyeler istikāmetinde şekillenir. Yapılması gereken, yapılabilir olan ve yapılmaması îcap eden fiilleri, bu inanç belirler.
Özakpınar, bu değerlendirmeleri yaparken, üzerinde durduğu inancın adını vermez; bu noktada mühim olan hangi inanç değil, bizâtihî inançtır. Her inançta, kendisine inanan insanların faaliyetlerini yönlendiren bir güç vardır. Eğer inancın güçlü veyâ cihanşümûl bir medeniyet kurması arzû edilirse, o takdirde bizzat inançta da bâzı husûsiyetlerin aranması gerekir. Tek cümle ile hulâsa edecek olursak, bu inancın şuurlu ve rasyonel bir zihin seviyesine erişmiş olması gerekir. Hurâfelerden arınmış, akla, mantığa uygun, insanı kendisi ve faaliyetleri ile karşı karşıya getiren, yaptıklarının sorumluluğunu yapana yükleyen, kısacası, insana murâkabe imkânı sağlayan bir inanç. Yılmaz Özakpınar açısından bu inancın adı İslâm’dır. Nitekim, eserinin son bölümünde, İslâm’ın bir medeniyet unsuru olarak
imkânları ve potansiyeli işlenmekte; diğer medeniyetlerin felsefeleri ve açmazları işâret olunduktan sonra, İslâm’ın insanlığa sunduğu değerler sistemi ortaya konmaktadır.
Özakpınar’ın, bir inanç ve ahlâk nizâmı üzerindeki vurgusu, bize Nevzat Kösoğlu’nun bir kültürün yaratıcılık kazanması veyâ yaratıcılığını kaybetmesi vâkıasını anlatırken kullandığı “îmânın ateşi”, “îmânın soğuması” mefhumlarını hatırlatmaktadır. Kösoğlu, îmânın canlı, ateşli ve inananları tarafından canla başla korunup benimsendiği dönemlerde kültürün, yaratıcı gücünün zirvesinde olduğunu; bu tavrın kaybolduğu, diğer bir deyişle îmânın soğuduğu dönemlerde ise yaratıcılığını kaybettiğini ileri sürer[4]. Özakpınar ise, medeniyetlerin dayandıkları inanç ve ahlâk nizâmının sarsılmasıyla, onların vücut verdikleri medeniyetin ve kültürün de gerileyip çöktüğünü düşünmektedir. Netîce îtibâriyle, üzerinde durulan şeyin –adı ne olursa olsun– aynı olduğu görülmektedir. O hâlde varılan netîce, kültür, belli bir inanç ve ahlâ nizâmı çerçevesinde doğar ve gelişir. Esâsen, inanç ve ahlâ nizâmı, sâdece kültürlerin oluşmasına uygun bir zemin oluşturmakla kalmaz; aynı zamana bir cemiyetin varlığını sürdürebilmesi için gerekli olan sosyal kāideleri de şekillendirir. Özakpınar’ın ifâdesiyle, “Her toplumda kuralların kaynağı, belirsizlikleri gideren bir inançtır.”
Binâenaleyh, “Rasyonelleşmiş bir inancı ve o inançtan kaynaklanan bir ahlâk nizamını benimseyen insanların ruhî yükselişi, onların, o inanç ve ahlâk nizamına göre yaşamasını sağlayacak bilinçli bir teşkilatlanmaya yol açar. İnsanlar üzerinde böyle bir etkisi görülen bir inanç ve ahlâk nizamı medeniyettir. Medeniyet, toplum çapında bir ruh enerjisi sağlar ve kendisini ifade eden, kendisiyle bağdaşan, kendisinden ilham olan eserlerin meydana getirilmesini teşvik eder. Doğa ve toplum hayatı içinde meydana getirilen her türlü eser kültürdür. Kültür eserleri, bir taraftan hayatın gereklerini yerine getirirken, bir taraftan da içinde meydana geldiği medeniyetin inanç ve ahlâk nizamını yansıtır.”
Bu cümleler, bize Turgut Cansever’in “… insanın inançları, bilgisi, idraki ve duyguları bir sanat eserinin özelliklerini tayin eder. Onlar, doğrudan doğruya bir sanat eserinde ya da sanatçıda … yansır.[5]” cümleleri ile kastedilen şeyin aynısını söylemektedir.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Medeniyet ve kültür arasında temelini inancın oluşturduğu böylesine güçlü bir bağ varsa, o kültür, farklı bir inanç temelinde vücut bulmuş olan diğer kültürlerle temas durumunda ne yapar? Kanaatimizce, kültür ve medeniyet tartışmalarının püf noktası bu soruda gizlidir. Esâsen, bugün böyle bir konu hakkında konuşup yazıyor olmamızın sebebi de, söz konusu soru ile yakından ilgilidir. Mesele, aynı zamanda kültür değişmeleri vâkıasıyla da alâkalıdır.
Bir kültürün muayyen bir inanç ve ahlâk nizâmına dayalı olarak vücut bulmuş olması, başka kültür ve medeniyetlerle hiç bir ilişkide bulunmaması, içine kapanmasını ve kendi kendisine yetmeğe çalışmasını mı gerektirecektir? Değilse, nasıl bir tavır takınacaktır?
Yılmaz Özakpınar, eserinde bu soruların cevâbı olabilecek açıklamalara da anlaşılır bir şekilde cevap vermektedir. Özakpınar’ın teorisine göre, yabancı bir kültür unsuru, eğer alıcı cemiyetin medeniyeti ile açıktan çatışmıyor, temel değerleri aykırı düşmüyorsa kolayca alınabilir. Bu takdirde ölçü, alınan kültür unsurunun, alıcı cemiyetin işine yaraması veyâ hoşuna gitmesidir. Şuurlu ve kendinden emin bir medeniyetin kültür bütünü, kendi inanç ve ahlâk nizâmına aykırı olmayan her kültür unsurunu, ihtiyaç duyuluyor veyâ hoşa gidiyorsa alır ve özümser. Mensup olduğu medeniyetin şuurunda olan, bütünlüğünü o medeniyeti var eden inanç ve ahlâk nizâmına borçlu olan bir kültür, seçicidir. Kendi inanç ve ahlâk nizâmı ile bağdaşmayan kültür unsurlarını reddeder; aldığı kültür unsurlarını ise kendi bünyesine uygun hâle getirir. Var olan unsurlar ile yabancı medeniyet dâiresinden alınanlar arasında kendi inanç ve ahlâk nizâmına göre bir denge ve âhenk oluşturur. Şâyet alıcı kültürün bağlı olduğu inanç ve ahlâk nizâmı sarsılmış ise, kültür, seçme kābiliyetini ve kendine has âhenkli bütünlüğünü kaybeder; rastgele alınan unsurlar, diğer kültür unsurlarıyla mânâsız bir şekilde yan yana durur; arada bir kaynaşma meydâna gelmez. Böyle bir durumda uyuşmazlıklar, aksaklıklar, sürtüşmeler ortaya çıkar. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu belirleyecek ölçüler kaybolur. Cemiyet hayâtı, fertlere rûhî bir tatmin sağlayan âhenkten mahrum kalır. Bu hâl devam ettiği sürece, gün gelir o kültür ve dayanağı olan medeniyet çöker…
Bizce, bu değerlendirme, Türk târihinin Batılılaşma mâcerâsının hulâsasından ibârettir. Çünkü, Türk kültürü ve onun dayanağı olan inanç ve ahlâk nizâmı, biraz da müntesiplerinin şuursuzca tavırları dolayısıyla kendine güvenini kaybetmiş, doğrularını yitirmiş, karşılaştığı yabancı kültür unsurlarını ölçeceği mihenk taşlarından ve böylece seçme kābiliyetinden mahrum kalmıştır. Yabancı kültür unsurlarını, niçin, neye göre alacağını belirleyemez olmuş, dolayısıyla, yazımızın başında işâret ettiğimiz istikāmetini şaşırmıştır.
Özakpınar’ın teorisiyle ilgili olarak ‘geçmişi, kültür ve medeniyet dâvâmızda şimdiye kadar yaşananları bir ölçüde aydınlatıyor ama, bundan sonra ne yapmamız gerektiğine cevap vermiyor’ veyâ ‘ilgi çekici, fakat çok geç kalmış –1920 veyâ 1930’larda ortaya konması gereken– bir teori’, vs. şeklinde çeşitli değerlendirmelerle karşılaştığımızı belirttikten sonra, bu konuda kısaca şunları söylemek istiyoruz:
Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi kitâbının son bölümünü, bugün ne yapılması gerektiğinin cevâbı veyâ îzâhı olarak okumak lâzımdır. Ancak, öncelikle bir husûsun altının çizilmesi gerekir: Yılmaz Özakpınar, karşımıza hemen tatbîki gereken bir doktor reçetesi ile çıkmış değildir. Dolayısıyla, onun teorisi ile karşılaşanların, ‘söylenenleri veyâ ileri sürenleri bugünkü hayâtımıza nasıl uygulayacağız? İleri sürülenleri yaşayan gerçeklerle nasıl telif edeceğiz?’ Veyâ, ‘yakın târihimizde kaybettiklerimizi ve bugün artık birer folklorik malzeme hâline gelmiş bulunan kendi değerlerimizi yeniden nasıl diriltip bugüne nasıl aktaracağız?’ Yâhut, ‘teorinin ileri sürdüğü yaklaşımı ve tavsiye ettiği yolu, bugün Türkiye’de etkili çevreler reddediyorlar; dolayısıyla uygulanabilirliği yoktur…’ gibi düşünceleri, karşılaşılan problemlerin çözümünü hazır reçetelerde arama alışka nlığımıza bağlamak istiyoruz. Dünyâda kendimize lâyık olan yere erişebilmemizi sağlayacak ruh ve şevk enerjisini kendi târihî ve kültürel köklerimizde aramamız gerektiğini düşünenlerin, bu dâvânın hiç de kolay olmadığını takdir etmedikleri ileri sürülemez. Zâten dâvâ ve mesele, bir doktor reçetesi ile halledilebilecek kadar kolay olsa idi, yaklaşık iki yüz senedir uğraşıp durmamıza gerek kalmazdı!
Yılmaz Özakpınar, eserinin, bugünün Batı medeniyetinin geleceğe yönelik imkânlarını ve potansiyellerini de değerlendirdiği son bölümünde, Türkiye ve İslâm dünyâsı için aydınlık istikbâlin İslâm’da olduğu netîcesine ulaşıyor. Bugün Türkiye’de iktidar dizginleri ile ilmî mahfillerin, İslâm denince histeri nöbetine tutulanların kontrollerinde bulunması, ümit kırıcı olmamalıdır. Milletlerin hayâtında elli veyâ yüz yıllık zamanların fazla bir ehemmiyeti olmadığını bilmek durumundayız. Esâsen, bugünün gelişmiş kabûl edilen ülkelerinin, mevcut
durumlarına kısa bir sürede gelmedikleri de bilinmeyen bir husus değildir. Dolayısıyla, mevcut durumdan hareketle, ‘Özakpınar’ın teorisinde öngörülenleri bize uygulatmazlar’ düşüncesini, tembelliğimizi îtiraftan korkup elimizi taşın altına sokmaktan kaçınmanın mâzereti olarak görmek de mümkündür.
Öte yandan, meseleyi, dünü olduğu gibi bugüne aktarmak olarak görmek ne derece doğrudur? Mühim olan, dünü bugüne taşımak değil, milletimizin ve târihimizin kendi değerlerini ve potansiyellerini lâyıkı veçhile değerlendirebilmek; semâya boy veren servilerin gücünü köklerinden aldıklarını görebilmektedir. Arzûlanan ve temennî olunanlar, Yahyâ Kemâl’in “Kökü mâzide olan âtî”sinden çok mu farklıdır?
Bugün hâkim olan zihniyetin medeniyet ve kültür dâvâsında bize çizdiği yolun, kat’iyyetle doğru ve sağlam bir yol olduğunun delîli, teminâtı nedir?.. Bir nev’i beşer olarak kendisi hayatta kalabilmek için, aynı nev’in diğer mensuplarını gözünü kırpmadan mahvetmekten çekinmeyen Batı medeniyetinin zihniyet dünyâsı mı insanoğlunu daha mutlu edecektir; yoksa, kendi alın terinden başkasını insana haram kılan, zulmü ve istismârı kat’iyyetle gayri
meşrû gören İslâmî zihniyet mi?.. Hangi zihniyet daha insânîdir?..
Burada son olarak bir husûsa daha temas etmek istiyoruz: Yılmaz Özakpınar’ın teorisi ile ilgili görüşleri ciddîye alıyor, destekliyor ve son yüz yıldaki Batılılaşma teşebbüslerimizin niçin akîm kaldığını anlama bakımından aydınlatıcı olduğunu düşünüyoruz. Fakat, gerek Batılılaşma Meselesi ve Mümtaz Turhan’da, gerek Kültür ve Medeniyet Anlayışları ve Bir Medeniyet Teorisi’nde, gerekse İslâm Medeniyeti ve Türk Kültürü isimli eserinde kullanılan dil ve üslûbu oldukça sıkıntılı ve sıkıcı buluyoruz. Özakpınar, bugün kullandıkları dil ve üslupla Türkçe’nin canına okuyan, ifâde kābiliyetini zaafa uğratan, fakirleştiren ve deyim yerinde ise onu ibtidâî bir kavmin dili hâline getiren, üstelik bunu kasten yapan kimselerin ve çevrelerin dil ve üslûbunu tercih edeceğine, çok yakından tanıdığı, arkadaşı merhum Erol Güngör’ün, yâhut Nihad Sâmi Banarlı’nın veyâ Faruk K. Timurtaş’ın ve benzerlerinin kullandıkları canlı, sevimli, son derece zengin, ifâde kâbiliyeti güçlü, her yönüyle büyük bir medeniyetin ve târihin mîrâsı olduğu açıkça görülen hakîkî ve ağır başlı Türkçe’yi tercih etse idi, öyle zannediyoruz ki, Türk tefekkür târihine olduğu kadar Türkçe’nin istikbâline de mühim bir katkıda bulunmuş olurdu. Ümîdimiz ve temennîmiz, kendisini takdirle karşıladığımız Özakpınar’ın, bu arzûmuza, güzel bir Türkçe’nin teşekkülü adına anlayış göstermesidir.
——————————————-
* Bu yazı, daha önce şurada yayımlanmıştır: Türk Yurdu, XVIII/127128, (Mart-Nisan 1998) s. 34-41.
[1] Bkz. Z. Gökalp, Türkleşmek İslâmlaşmak Muâsırlaşmak, haz. İbrahim Kutluk, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1976.
[2] E. Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken yay., 3. baskı, İstanbul 1986, s. 946.
[3] Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken yay., İstanbul 1993, s. 93.
[4] Bkz. N. Kösoğlu, Türk Dünyası Tarihi ve Türk Medeniyeti Üzerine Düşünceler,
Ötüken yay., İstanbul 1990, s. 1415.
[5] T. Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimarî, İz yay., İstanbul 1997, s. 5455.
Kaynak:
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~unan/popular16.html