Temeddünden Medeniyete (Civilisation): Osmanlı’nın İnsan Toplum ve Devlet Anlayışının Değişimi Üzerine Bir Deneme
FromTemeddün to Civilisation: An Essay on the Change of Ottoman Perspective to Human, Society and State
Dr. Ahmet KARAÇAVUŞ
Giriş
Kelime ve/veya kavramların tarihini araştırmak, yorucu ama sayısız faydaları olan bir iştir.[1] Çünkü insanlar kelimelerle düşünür, kelimelerle konuşurlar ancak kelimeler çoğu zaman anlatılmak istenileni karşılayamazlar. Bunun sonucu olarak zaman içinde kelimlerde anlam çeşitliliği ve kayması ortaya çıkar. Sözcüklerin tarihi üzerine yapılan çalışmalar, anlam kaymalarının ve çeşitliliklerinin anlaşılmasında, dolayısıyla insanın zihin haritasının belirlenmesinde büyük öneme sahiptirler.[2] Yani kelime tarihi, sözcüklerin bugünkü anlamlarına indirgenmesi suretiyle geçmişin değerlendirilmesinin önüne geçilmesine katkı yapacaktır. Zira geçmişi bugünün değer yargılarına mahkûm eden en önemli araçlardan biri dildir. Başka bir deyişle dil indirgeyicidir ve canlı bir varlık olduğu için, kelimelerin tarih içinde kazandığı anlamların büyük kısmı, çoğu zaman sadece uzmanların ilgi alanına girer. Diğer taraftan insan, zaman içinde ortak bir düşünce dili kurabilmek için her zaman her yerde geçerli olan standart anlamlara ihtiyaç duymuştur. Bu amaca ulaşmak için de kelimeler sözlük manalarının dışında terim anlamları kazanmışlardır. Yani kavramlar düşüncenin evrensel dili olmak iddiasındadırlar. Bu nedenle de ontolojik referanslarla yüklüdürler. İşte bundan dolayı insanlar kavramlara verilecek standart anlamlar konusunda bir türlü anlaşamamışlar ve yüzyıllar süren tartışmalara kapı aralamışlardır. Temeddün, medeniyet ve civilisation böylesi üç kelime/kavramdır. Bahsedilen kavramlar, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada tartışma konusudur. Bu araştırmada her üç kavramın tarihi, mümkün olduğunca incelenmeye ve gelenekten modern döneme Osmanlı düşünce dünyasında yaşanılan değişim ve dönüşümler değerlendirilmeye çalışılmıştır. Fransa’da ortaya çıktıktan sonra diğer Avrupa dillerine yayılıp bir kavram haline gelen civilisationun Türkçesi medeniyet, ilk defa 1838’de Sadık Rıfat Paşa tarafından kullanılmış ve sonra Türkçeye yerleşmiş bir kelime/kavramdır. Bu nedenle medeniyetin Osmanlı-Türk modernleşmesindeki yerinin ve manasının tespit edilmesi, Türkiye’nin son iki yüz yılının anlaşılması çabalarında yol gösterici olacaktır. Başka bir ifadeyle, Türkiye’yi anlamak için hem medeniyetin hem civilisationun kelime tarihini ve kavramsal çerçevesini detaylı bir şekilde incelemenin çeşitli faydaları bulunmaktadır. Aynı şekilde bu çalışmanın diğer önemli kavramı temeddündür. Zira temeddün, geleneksel İslam-Osmanlı bilgi sisteminin insan, toplum ve devlet anlayışının temel ilkelerini anlamak amacıyla ele alınması gereken bir terimdir. Yani geleneksel düşünüş biçiminin temel kavramı olan ve XIX. yüzyılda bazen medeniyetin yerine de kullanılan temeddünün yapılan değerlendirmelere esas teşkil etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla temeddün ve medeniyet-civilsationun karşılaştırmalı analizini yapmak, Osmanlı zihin dünyasının temel belirleyenlerinden birinin tespit edilmesinde büyük faydalar sağlayacaktır. Bugün medeniyet ile ilgili tartışmalar, genelde kelimenin ortaya çıkış sürecinden bağımsız ve tarihsel bağlamından kopuk biçimde, çoğunlukla kavrama olumlu değerler yüklemek suretiyle sürdürülmektedir. Böylece insanlar kavramın içeriğini istedikleri gibi doldurma fırsatını da elde etmektedirler. Sözgelimi, Vefa Taşdelen medeniyeti, İslamȋ bir içerikle tanımlamaya çalıştığı bir makalesinde, konuyu Habil-Kabil meselesi üzerinden ele almaktadır. İleri sürdüğü düşünceleri Kur’an’a dayanarak değerlendiren Taşdelen’e göre, geleneksel İslam-Osmanlı ontolojisinin, insanın varoluş itibarı ile medeni olduğunu kabul eden temel görüşü, Arapça müdün kökünün sözlük anlamından hareketle yerleşiklik olarak ele alınmalıdır. Başka bir deyişle, medîne şehir anlamına geldiğine göre medeniyet yerleşikliği ifade eden bir kavramdır. Yani Hz. Adem’in oğulları Habil hayvancı, Kabil ise çiftiçidir. Zira Kabil ekin, Habil hayvan kurban etmişti. Dolayısıyla insanın dünyadaki varoluşunun ilk halinde tarım ve hayvancılık kültürü söz konusudur. Bu da insanın kökeninde yerleşik yaşamın olduğunu gösterir.[3] Öyleyse medeniyet yerleşiklik düzleminde değerlendirilmelidir.[4] Öncelikle belirtilmelidir ki daha sonra tartışılacağı üzere, geleneksel düşüncedeki insanın varoluş itibarıyla medeni olduğuna dair kabul, yerleşikliğe değil toplumsallığa atıf yapmaktadır ve bu siyaset felsefesi ile ilgilidir. İkinci olarak bizim çalışma alanımız din bilimleri olmadığı için Kur’an’ı tefsir ya da tevil edecek durumda değiliz. Ancak eğer Taşdedelen’in Habil-Kabil meselesinde açtığı yoldan gidilecek olursa çok farklı sonuçlara çıkılması, hatta o anlatının yerleşikliği yerip, göçebeliği yücelttiği neticesine bile ulaşılması mümkündür. Şöyle ki eğer Kabil çiftçi ise yerleşik olma ihtimali yüksektir. Buna mukabil Habil hayvancı ise yerleşik olmak bir yana, belki göçebe yaşamak mecburiyetindedir. Cana kıyan Kabil olduğuna göre yerilen yaşam, hayvancılıktan dolayı seyyar olma ihtimali yüksek bulunan Habil’inki değil, çiftçiliği nedeniyle yerleşik hayata daha yatkın olan Kabil’inkidir. Yani bu anlatıyı yerleşiklerin tamahkârlıkları, hakkına razı olmayan bir yapıya sahip oldukları ve amaçlarını gerçekleştirmek için kan dökmekten çekinmedikleri düşüncesiyle de tefsir etmek mümkündür. Kaldı ki bu anlatının, insanın varoluşunu devam ettirmek için mutlak surette icra etmek zorunda olduğu iki temel üretim biçiminden bahsettiğini söylemek de olanaklıdır. Zira tarım ve hayvancılık insanın en temel ihtiyacını, yani beslenme gereksinimini gidermek için mutlaka icra etmesi gereken mesleklerdir. Nitekim tarih içinde çeşitli uygarlıkların tarım ve hayvancılığa verdikleri önemi betimleyen metinlere rastlanmaktadır ve bu iki üretim biçimi arasında bir çekişmenin daima var olduğu gözler önüne serilmektedir. Sözgelimi Sümerlerden kalma kitabelerde dahi üretim biçiminin belirlediği iki yaşam tarzının [çiftçi (yerleşik)-hayvancı (seyyar)] birbirine üstünlük iddiasıyla yaptığı kadim çekişme ve mücadeleyi yansıtan anlatılar görülmektedir.[5] Bu nedenle Kur’an anlatısında, Taşdelen’in aksine her iki yaşam formunu da (yeleşik-göçebe) medeniyete dâhil ettiği düşünülebileceği gibi insanın yaşaması için gerekli olan besinin üretiminin ancak tarım ve hayvancılıkla sağlanacağına dair bir vurgunun yapıldığından da rahatlıkla bahsedilebilir. Tabiiki bunlar sadece yorumdur. Belki de Kur’an’da bahsedilenler, çok daha başka şeylerdir ve insanın bunu tamamıyla bilebilmesi olanaksızdır. Önceki paragraftaki örnek, Türk aydınının içinde bulunduğu kafa karışıklığını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu nedenle medeniyet, en azından tarih bilimi açısından, tarihsel içeriği görmezden gelinerek yeniden tanımlanabilecek bir kavram değildir. Çünkü böylesi bir tavır, yakın tarihin anlaşılmasını neredeyse imkânsız hale getirecek bir riski yanında taşımaktadır. Sözgelimi bazı aydınlar, bir yandan Türkiye’nin iki yüz yıllık modernleşme tarihine mesafeli dururken, diğer taraftan medeniyeti, civilisationdan bağımsızlaştırıp, onaylar bir tutum takınmaktadırlar. Böylesi bir zihinsel kargaşa, kavramın tarihsel bağlamından koparılıp, içini isteyenin istediği biçimde doldurmasıyla ilgili bir çelişkinin eseridir. Çünkü tartışılacağı üzere Mustafa Reşit Paşa ve Sadık Rıfat Paşa’nın kaleminde kavram, XIX. yüzyılda Avrupa’nın oluşturmuş olduğu değerler toplamını ifade etmektedir. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde XIX. yüzyılda medenileşmek, Avrupalılaşmak anlamına gelmektedir. Bu Avrupa’nın en üstün konumda olması nedeniyle olduğu kadar, medeniyet, civilisationu karşılar yeni bir kavram olduğu için de böyledir. Konuya bu bağlamda yaklaşıldığında Mehmet Akif Ersoy’un “Medeniyet denilen kahpe, hakikat yüzsüz” ya da “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” derken kastettiğinin, aslında Avrupa olduğu daha rahat anlaşılır. Dolayısıyla Mehmet Akif Ersoy soyut, insanın içini istediği gibi dolduracağı bir kavramdan bahsetmemektedir. Onun anlayışında medeniyet, genelde İslam dünyasını, özelde Osmanlı Devleti’ni parçalayıp hegemonyası altına almaya çalışan ve bunu da başaran somut bir coğrafya ve toplumu ifade etmektedir. Yani bu mısralar, medeniyet ile Avrupa’yı her açıdan özdeşleştiren bir tarih bilincinin ve sürekliliğinin dışavurumudur.[6]
Nitekim Tanpınar, Tanzimat devrinin ilk ideolojisinin medeniyetçilik olduğunu belirtir.[7] Sonuçta Osmanlı aydınları açısından, XIX. yüzyıl İslam-Avrupa ve Osmanlı-Avrupa ilişkileri medeniyeti Avrupa ile özdeşleştirmiş ve kirletmişti. Bu nedenle medeniyetin yerine uygarlığın getirilmesini, sadece kelime ve kavramların Türkçeleştirilmesi çabasının ürünü gibi değerlendirmeyip, belki kirlenmiş bir kavramın yerine yenisini ikame etme girişimi olarak görmekte de fayda vardır. Yukarıdaki kısa açıklamadan da anlaşılacağı üzere, bu makalede, Osmanlı’nın temeddünden medeniyete (civilisation) geçişi kelime ve kavramların tarihsel nitelikleri çerçevesinde ele alınmaya çalışılmaktadır. Çalışmada öncelikle civilisationun sözlük ve kavram anlamları tarihsel bağlamda kelimenin diğer türleri de göz önüne alınarak incelenmeye çalışılmıştır. İkinci olarak İslam-Osmanlı düşünüş biçiminin kendisinden önceki gelenekten devşirdiği, insan, toplum ve devlet anlayışı temeddün etrafında ele alınmıştır. Bu tartışmalar Platon, Aristo, Farabi, İbn Haldun,Tursun Bey, Kınalı-zâde Âli Çelebi gibi yazarlar ve düşünürlerin metinleri üzerinden yapılmıştır. Son olarak XIX. yüzyıl Osmanlı-Türk modernleşmesinin en önemli kavramlarından biri olan medeniyet incelenmiştir. Bu kavram tartışılırken kullanılan metinler Mustafa Reşit Paşa, Sadık Rıfat Paşa, Ahmet Cevdet Paşa, Âlî Paşa, Mehmed Şevkî, Namık Kemal, Basiretçi Ali Efendi, Musa Kâzım Efendi, Ahmet Hikmet Müftüoğlu vb. aittir. Sonuçta kavramlar insanın zihin haritasıdır. Bu nedenle onların bağlamlarının ortaya çıkarılması ve yerli yerine oturtulması, meseleleri daha berrak hale getirecektir. Bu çalışma böyle bir amaca hizmet etmek arzusuyla kaleme alınmıştır.
Civilisation
Cemil Meriç’e göre civilisation, içeriği çağdan çağa, ülkeden ülkeye, yazardan yazara değişen “kaypak ve karanlık” bir kelimedir. Sabit bir tarifi bulunmamaktadır. Ona göre Avrupa dillerinde zarafeti, çelebiliği -kısaca medeni olmayı-ifade eden sözcük önceleri police idi. Ancak police, XVII. yüzyıldan itibaren bugünkü anlamında, güvenlik gücü manasında kullanılmaya başlanmış ve yerini civilisationa bırakmıştır.[8] Sözgelimi Fransız yazar Turgot, 1750’li yıllarda “dilinin ucundaki” kelimeyi hiç kullanmamıştı.[9] Hatta o tarihlerde yaygın kullanıma konu olan civilisé (uygarlaşmış) kökünden gelen civiliser (uygarlaştırmak) fiilinden bile hiç yararlanmamıştı. O hep police (Yunanca politeadan, toplum halinde) ve policé (âdetleri yumuşamış) kelimeleriyle yetinmekteydi.[10] Dolayısıyla Fransa’da civilisationun türetilmesinden önce uygarlık, police ile ifade ediliyordu. Şu halde Fransa’dan başlayarak bütün Avrupa’da neden police terk edildi ve yerine civilisation ikame edildi, sorusu gündeme gelmektedir. Bu ise kavramın yeni bir durumu ifade etmek ve Avrupa’yı geri kalan dünyadan ayırmak için üretildiği düşüncesini akla getirmektedir.[11] Kelimelerin kavramsallaşması elbette köken anlamlarından bağımsızlaşmaları ile mümkündür. Ancak police uzun bir süreden beri kelime olmanın yanında kavramdır ve özellikle civilasationun yüklendiği ilerleme misyonunu içermemektedir. Yani dolaşımda olan kelime ve kavramlar, başta Fransa olmak üzere Avrupa aydınının, düşüncelerini ifade etmesine yetmemektedir. Sözgelimi Fransız yazarlar, bütün XVIII. yüzyıl boyunca halkları oldukça bulanık, fakat belirgin bir hiyerarşi içinde tasnif etmişlerdi. En altta vahşiler yer alıyordu. Bunların biraz üstünde, ancak onlarla belirgin farklılıklar içermeyen barbarlar bulunuyordu. Bunlar aşıldıktan sonra civilisé (uygarlaşmış), politesse (kibarlık) ve police (ȃdetlerin yumuşamış olduğu toplum hali) gibi sıfatları taşıyan halklara ulaşılıyordu.[12] Civilisationun 1914 öncesi antropoloji metinlerinde revaçta olduğunu belirten Wallerstein, kavramın varsayımsal bir evrimsel ardışıklığın son terimi olduğunu belirtmekte ve bu anlayışa göre insanlığın vahşilikten barbarlığa, barbarlıktan medeniliğe geçtiğini ifade etmektedir.[13] Civilisation tam da bu hiyerarşiyi belirginleştiren ve en üstte olanı ifade eden bir kavram olarak gündeme gelmişti.[14]
Görüldüğü gibi kavram, police kelimesinin devamı olarak ortaya çıkmıştı. Zira police insanın nezaketini ve kibarlığına gönderme yaparken civilisation, onun sosyalleşen bir varlık oluşunu gündeme getirerek yaşadığı ahlakî ve fikrî ilerlemeyi, ifade ettiği durumun temeline yerleştirmektedir. Tartışılacağı üzere her iki kelimenin de temel sözlük anlamı öncelikle kenttir. (Police Yunanca, civilisationun türetildiği civitas ise Latince kent, şehir anlamına gelmektedir.) Dolayısıyla her iki sözcüğün de atıf yaptığı mekân kenttir.[15] Yani bu kelimeler kentli -yerleşik değil- yaşamın insanlarını tanımlayıp değer yüklenerek terim haline gelmişlerdir. Dolayısıyla civilisation her ne kadar bir kavram olsa da tarihi macerasını değer yüklenerek gerçekleştirmiştir. Bu nedenle burada tartışılan sadece bir kelime ya da kavram değil onun yüklendiği değerlerdir. Bu değerin ne olduğu aşağıda biraz daha detaylı şekilde anlatılmaya çalışılacaktır. İfade edildiği üzere civilisation Batı dillerinde XVIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar bulunmamaktaydı. Yerine civil, civilité ve civilisé kullanılıyordu.[16] Civilisation ilk defa Fransız Devrimi’nin büyük hatibi Mirebeau’nun babası, iktisatçı Marquis de Mirebeau tarafından 1756 yılında kullanılmıştı.[17] Kelime Latince asıllı olup kent, şehir (city, cite, site) anlamına gelen civitas sözcüğünden gelmektedir. Ayrıca yine Latincede aynı kelime ile bağlantılı olarak civis yurttaş, civicus yurttaşlarla ilgili, civilis ise yurttaşlara ait anlamındadır. Yani sözcük doğrudan şehre, şehre ait olana, şehirliliğe ve vatandaşlığa gönderme yapmaktadır. Bu arada yurttaşlığın şehirlilere has bir ayrıcalık olduğu da sözcüğün varyantlarında ortaya çıkmaktadır. Ancak bu yurttaşın kentte yaşayan her bir fert olmadığı unutulmamalıdır. Bilindiği gibi Antik Yunan ve Roma’da sadece otuz yaşını doldurmuş, kentli, hür erkekler yurttaşlık haklarına sahipti. Yani hür erkekler toplumsal piramidin en üstünde yer almaktaydı. Sonra kentin diğer sakinleri olan kadınlar, çocuklar ve köleler geliyordu.[18] Buradan da anlaşılacağı üzere kelime özünde hiyerarşik ve eşitsizlikçi bir toplum düzenini ifade etmekteydi.[19] Başka bir ifadeyle, kelimenin her zaman üstünlerin tarafını tutar bir yanı vardı.Sözgelimi civilisation ile ilgili modern tartışmaların hareket noktası, Avrupa’nın tarihsel ve toplumsal durum farklarının yeryüzündeki insanların eşitsizliği nedeniyle oluştuğunu iddia etmesi ve bu yolla hiyerarşik toplumlar düzeni kurmak istemesi, civisin lügâvî anlam içeriğinden kaynaklanan bir meşruiyet çerçevesine gönderme yapmaktadır.
Sonuçta kavrama kaynaklık eden kelimeler doğrudan kentle ve kente ait olanla ilgilidir ve bu durum civilisationu, kent soylu yerleşiklere ait değerler bütününe atıf yapan bir terim haline getirmektedir. Kelimenin ilk defa kullanıldığı Fransızcadaki anlamlarına bakıldığında bu durum, çok daha net bir şekilde ortaya çıkar. Çağdaş bir Fransızca sözlükte sözcüğe, gelişme duygusu (ilerleme, gelişme, evrimleşme vb.); ilerlemiş olduğu düşünülen topluluklarda ortak karakterlerin bütünü, insan topluluklarının kazanımlarının bütünü (İnsanın insana eklediği her şeye biz bir bütün olarak civilisation diyoruz. J. Rostand); bir büyük toplulukla ya da bir topluluklar grubuyla ortak toplumsal fenomenler (dinsel, ahlaksal, estetik, bilimsel, teknik.) bütünü gibi anlamlar verilmektedir.[20] Ancak biraz gerilere giderek sözcüğün ilk defa Fransızca sözlüklere girdiği yıllardaki anlamlarına bakmak gerekmektedir.
Tuncer Baykara, kelimenin Dictionnaire de l’Académie Française’ın ancak 1835’de yayınlanan altıncı baskısına girebildiğini ifade etmektedir.[21] Ancak Cemil Meriç, sözcüğün Akademi Sözlüğü’nün 1798’de yayınlanan üçüncü baskısında yer aldığını ve “medenileştirme eylemi veya medeni olanın durumu” olarak anlamlandırıldığınıbelirtir. Bu tanım sonraki sözlüklerde de tekrarlanmıştır. Ona göre, “civilisation, aydınlıklar çağının ümitlerini dile getiren, terakki inancını bayraklaştıran” ilk kelimedir.
1898’de yayınlanan Dictionnaire Général de la Langue Française’de, ilk defa bugünkü kullanıma yakın bir anlam kazanan kelimeye, “insanlığın ahlâkça, fikirce ve içtimaî hayatça ilerlemesi” manası verilir.[22] Nitekim Akademi Sözlüğü’nün altıncı baskısında civilisation, dişil bir isim olarak kullanılmakta ve kelimeye “kibarlaştırma, nazikleştirme, medenileştirme hareketi; medenileşme, kibarlaşma, nazikleşme durumu” anlamı verilmektedir. Kelimenin fiil hali civiliserdir ve “nazik, terbiyeli, medenîye ve toplumcula dönüştürmek, çevirmek; nazikleştirmek, kibarlaştırmak, medenileştirmek” manasındadır.[23]
Sonuç olarak XVIII. yüzyılda kelime, en yüksek derecede kültürleştikleri yargısına varılan Avrupa ülkelerine özgü ortak özelliklerin bütünü ve medenileşme eylemi anlamlarında kullanılmaktaydı.[24] Önceleri civilisationun yerine police sözcüğü kullanılmaktadır ki bu kelime bilindiği gibi Yunanca şehir manasına gelmektedir. Police insanı hukuk, yönetim ve hükümet küresine dâhil etmekteydi. Kelime 1713’te:“Bazen bütün devletlerin yönetimi anlamına alınır ve bu durumda Monarşi, Aristokrasi, Demokrasi olarak sayılır… Bazen de teker teker her bir devletin hükümetini ifade eder ve bu durumda Kilise police’i, sivil police ve askeri police olmak üzere bölünür.” denilerek tanımlanıyordu. Ancak sonraları police daha az hukuksal ve yönetsel anlam içermeye başlayacaktı. Yani police yaşamın, değerler toplamını ifade eden geleneksel anlamı ile güvenlik birbirinden ayrılıyordu. Örneğin Fransız yazar Duclos, police toplumların, kibar halklardan daha iyi olduğunu ve en kibar halkların her zaman en erdemliler olmadığını belirtiyordu. Bu arada vahşi ile police arasındaki fark da iyice netleşiyordu. Yani vahşiler arasında soyluluk ve farklılık güç ile sağlanırken, police halklarda güç, şiddeti önleyen ve bastıran yasalara tabi kılınmıştı.[25] Sonuç olarak police, öncelikle yasal ve anayasal yönetim esaslarının hâkim olduğu düzeni anlatan bir sözcüktü. Ayrıca geleneksel olarak kibarlık ve nezaketi ifade etmekteydi. Police’in sadece yasal düzeni ifade eden bir kelime olmaya başlaması onun güvenliği sağlamakla görevli yasal kuruluşa ad olmasıyla sonuçlanacaktı. Çünkü güneşe tapan halkların bile police yaşamı, yani yasalarla belirlenmiş bir düzeni bulunmaktaydı ve sadece yasalara tabi olmak erdemi ve nezaketi beraberinde getirmiyordu. Üstelik bu yönüyle kavram, Avrupa şehirlerini dünyanın diğer şehir yaşamları ile eşitliyordu ki Avrupa merkezciliğin bu sıralar duyduğu en temel ihtiyaç, kendisini diğerlerinden farklılaştırmak ve biricik konuma yükseltmekti. Böylece Avrupa değerlerini evrenselleştirecek ve Avrupa’yı dünyada tekleştirip, onu Avrupadışı toplumlara model haline getirecek yeni bir kavrama duyulan gereksinim elzem hale geldi ve civilisé kökünden sıfat-isim olan civilisation türetildi.[26] Bütün bu anlatılanlar şehir yaşamı ile kibarlık ve nezaket arasındaki ilişkiyi de ortaya koymaktadır. Bu kibarlık-şehir yaşamı ilişkisi bütün Batı dillerinde kurulmaktaydı. Buna mukabil kırsal yaşamı tanımlayan kelimeler, kabalık, anlayışsızlık vb. ile özdeşleşiyordu. Sözgelimi Almancada urban hem kentsel/kentli hem kibar demek iken, Fransızcada poli, İngilizcede polite, urbane ve civil kelimeleri kibar, nazik anlamlarındadır. Buna karşılık örneğin İngilizcede rusticsözcüğü hem kırsal, köylü, köye ait hem kaba-saba, cahil, hoyrat manasındadır. Aynı şekilde peasant da hem köylü hem hödük, andaval, anlayışsız, hoyrat vb. anlamlarda kullanılmaktadır. Yani İngilizcenin kelime dağarcığında kentliliğinkarşıt toplumsal formu kırsallık ve/veya köylülüktür. Cemil Meriç bu karşıtlığın karşılaştırmasını oldukça keskin ve köşeli ifadeler kullanarak yapmaktadır. Ona göre “Köylü mütevekkildir, ahmaktır, batıl inançları vardır ve tarihin dışındadır.” Üretim araçları yenilenmedikçe köy hep aynı kalır. Ve köy bu araçları kendi kendine değiştiremez. Oysa ticaret başkadır. “Spéculation” hem ticaret hem düşünce anlamına gelmektedir. Ticaretin ve düşüncenin yani felsefenin beşiği şehirdir.[27] Yani etnolojik ve arkeolojik bulgulara ağırlık veren batılı tarih görüşü açısından kültürden medeniyete geçişin belirleyici olayı şehrin ortaya çıkmasıdır. Çünkü şehir tören merkezi, hükümetin ve çarşının sabit olarak bulunduğu yer olarak tanımlanmaktadır. Kent ayrıca düşüncelerin kaynaştığı bir mekândır.[28] Buna karşılık Meriç’in ifade ettiği şekliyle köy Aydınlanma’nın dışındadır.[29] Türkçedeki ayrımı ile kültür ve medeniyet arasındaki ilişki önemli bir tartışma konusu oluşturmaktadır. Bu ayrımı kelimelerin köken anlamlarından gidildiğinde üretimle bağlantılı olarak değerlendirmek de mümkündür. Bu sayede şehir yaşamı ile kırsal yaşam arasındaki karşıtlığın ipuçlarına da ulaşılabilir. Dolayısıyla konuya bu bağlamda yaklaşılmasında fayda vardır. Ancak öncelikle belirtilmelidir ki bu çalışmanın amacı culture ve civilisationu kavramsal düzeyde tartışmak ve/veya karşılaştırmak değildir.[30] Aslında culture kavramı ile ilgili tanımlara girmeye de pek niyetli değildir. Ancak üretim biçimindeki farklılığın, üretim mekânını da farklılaştırdığına işaret etmek gerekmektedir. Nitekim yukarıda anlamları verilen kelimeler ilginç bir şekilde göçebelik, köylülük ve şehirliliğin üretim biçimleri ile ilgili bir tartışmanın kapısını aralamaktadır. Üstelik bu tartışma, Alman düşüncesinin ve Amerikalı aydınların civilisation yerine onunla eşdeğer anlamda culture kavramını kullanmalarıyla daha da ilginç bir hale gelmektedir.[31]
Culture ekip-biçmek, toprağı işlemek, ziraat yapmak anlamına gelen Latince colere kökünden gelmektedir.[32] Modern tarih yazımı açısından tarım, insanın avcı ve toplayıcı olmaktan çıkarak üretici konuma gelmesine işaret eden bir büyük devrimin adıdır ve bu haliyle culture tarım ve hayvancılığın asıl mekânı olan köy vekırı da içine alan bir kavramdır. Oysa civilisation insan emeğini, tarımsal ve hayvansal üretimin ham halinde görmek yerine, bu hammaddeden insanın estetik duygusunu içinde barındıran ürünlerin imal edilmesini esas alır gibidir. Başka bir deyişle kır ve köy imalatın değil, tarımsal ve hayvansal üretimin alanıdır. Oysa kent basit el tezgâhlarında başlayıp, sürecin ilerlemesiyle büyük çaplı imalatın gerçekleştiği sanayi devrimine kadar giden üretimin merkezidir. Yani kent, başağından çıkarıldıktan sonra üretildiği yerde hemen hiçbir işleme tabi tutul(a)mayan buğdayın, ekmek yapılıp diğer insanların kullanımına sunulduğu bir imalat ve ticaret merkezidir. Ham ürünün insan emeği ile yeniden şekillenmesi, aynı zamanda o işlemleri yerine getiren insanı şekillendiren bir incelme, zarifleşme sürecine de tekabül eder. Yapılan işlemin gereklilikleri, insanı o işe uygun bir sanatkâr haline getirir. Sözgelimi bir kuyumcu altını, gümüşü işleyip paha biçilmez bir mücevhere dönüştürürken bütün estetik duygularını işine katar. Bu süreçte eli o işin gerektirdiği inceliğe yatkın hale gelir. En ufak bir hata büyük emek ve sermaye kaybı olacağından sabrı öğrenir. İşin bütün inceliklerine vakıf olup ustalaşırken estetik duygusu ve bu duyguyu yaptığı işe aktarma yetisi gelişir. Yani işinde usta olan bir kuyumcu, kelimelerin modern kullanımı ile hem sanatkâr hem zanaatkârdır. Böylece kent mekânı imalat üzerinden eşyaya şekil verirken insanı da biçimlendirir.[33] Yapılan üretim ticareti geliştirir. Üretim ve tüketim arasındaki bu ilişki bir yandan biriktirme kültürünü oluştururken, diğer yandan bu işlemlerin sistemli ve kayıtlı bir şekilde yürütülmesi zorunluluğundan doğan yazılı kültürün ve medeniyetin oluşmasına zemin hazırlar. Oysa köy ve kırda yaşayan insan hiçbir şekilde bu süreçlere dâhil ol(a)maz.
Göçebe ve/veya köylü koyunun sırtından kırkılıp, o ham ve kirli haliyle şehre getirilen yün kadar kabadır (peasant, rustic vb.). Çünkü o ürününü işle(ye)mez. En fazla kendi tüketimi için yiyecek ve giyecek tedarik etme amaçlı bazı basit işlemlerden geçirir. Bunun için de işlenip üretilerek tüketime hazır hale getirilmiş mal ve hizmetler açısından çoğu zaman kentli insana muhtaçtır. Başka bir deyişle o, işlenmiş ürünü çoğu zaman kentten almak zorundadır. Zira kır ve köy zaman, mekân, demografi vb. hiçbir açıdan imalata müsait değildir. Bu yaşam formları ancak hammadde üretebilirler. Bundan dolayı kentlinin kırsal ve köylü yaşamdan beklediği ihtiyacı olan hammaddeyi talep etmekten ibarettir. Kent yaşamı, bu hammaddeyi temizleyip, ip haline getirdikten sonra, her türlü estetik duygusunu katarak imal ettiği tekstil ürünü kadar incedir, kibardır, naziktir (polite, poli, urbane, civil vb.). Yani ince zevklerin, kibarlığın, zarafetin, estetik ve sanatsal inceliğin sahibi olabilmek için hammaddeye şekil vermek, onu yeniden üretmek gerekmektedir. Bütün bu işlemlerin mekânı ise şehirdir. Şu halde civilisation ancak kent alanında ortaya çıkabilir.[34]
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere hangi üretim biçiminin ve mekânının civilisationu oluşturduğu önemli bir tartışma konusudur. Tartışmalar göstermektedir ki kelimelerin sözlük anlamları üzerinden gidildiğinde ve culture ile civilisationa her birinin karşıladığı toplumsal formlar açısından bakıldığında, iki kavram arasında sınırlı bir karşıtlık olduğu bile iddia edilebilir. Bununla birlikte Cemil Meriç’in dediği gibi kelimelerin köklerinden, sözlük anlamlarından koptukları ölçüde kavram haline geldikleri unutulmamalıdır. Yani kavram karşılatırması yapmakla kelimeleri birbiriyle kıyaslamak arasında büyük fark bulunmaktadır. Bu nedenle bugün bunlar bazen birbirini tamamlar şekilde, bazen özdeş kavramlar olarak kullanılmalarında bir sorun bulunmamaktadır. Ancak kavramları kelime köklerinden bağımsız düşünmek de tehlikeli bir iştir. Sonuç olarak medeniyetin tarım ve hayvan üretimiyle başladığı kabul edilip, civilisationun temeline insanın asalak olmaktan çıkarak üretici konuma yükselmesi yerleştirilirse başlangıç noktasının police, civitas, city, site değil de herhangi bir mekânı zikretmeksizin yerleşiklik ve kavramın da culture olması gerekmektedir. Ama eğer medeniyet doğada olanın ve/veya olmayanın insan emeği ile yeniden üretilmesi ise o zaman mekân kent, kavram ise civilisation olabilir. Böylece modern insanın yaratmaktan ne kast ettiği daha iyi anlaşılmış olur. Yaratmak, yani hiç olmayanı imal etmek -belki icat etmek daha doğru olurdu- ve bir civilisation ortaya çıkarmak. Böylece, Avrupa kaynaklı tanımlamaların, Batı dışı toplumların neden kültür aşamasında kalıp civilisation evresine ulaşamadıkları yargısında bulunduğu anlaşılır. Çünkü Batı dışı toplumlar endüstrileşememişlerdir. Yani imalat sanayisini geliştirip, eşyaya şekil verme becerisini ileri düzeye çıkaramamışlardır. Bu nedenle kültür toplumları, civilise toplumlara göre geri toplumlardır. Başka bir deyişle civilisation, kültürün bir üst aşamasıdır. Ancak civilisation toplumun ölüm evresidir. Zira her kemal zevali içinde taşır.[35] Bütün bu tanım ve açıklamalardan anlaşıldığı üzere ister police ister civilisation kullanılsın anlam kentlilikle ilgilidir. Yani sözcük kentle, kente ait olanla ve kentsoylulukla ilişkilendirerek yasalara tabi olma, endüstriyel (imalat) üretim gerçekleştirme, kibarlaşma, nazikleşme vb. etrafında oluşan anlamlar yüklenmektedir. Dolayısıyla kibarlık, naziklik, vatandaşlık ve son tahlilde medeni olmak, kentlilikle ilişkili bir yaşam biçimine işaret etmektedir. Kavramın karşıt toplumsal formu ise kırsal alanda oluşmaktadır. Bu ise göçebelik ve köylülükle ilişkilidir. Dolayısıyla medeni olmak demek, sadece yerleşik olmak anlamına da gelmemektedir. Zira köy belirli düzeyde yerleşik yaşamı temsil etmesine rağmen, en azından İngilizcenin kelime dağarcığı açısından civilisationun karşıtı bir yaşam alanı olarak değerlendirilmekte ve ona rustic ve peasant benzeri kelimeler üzerinden göçebelik ile eşdeğer anlamlar yüklenmektedir. Şu halde göçebe ve köylünün yaşamsal çerçevesi civilisation açısından dikkate alınmamakta ve civilisationun mekânı kent olarak belirlenmektedir. Kırsal yaşamdakiler ise ancak kente hammadde sağlama işlevini yerine getirmekle sorumlu civilisationdan mahrum, kaba, anlayışsız insanlar olarak değerlendirilmektedir. Yani civilisation Avrupa’nın kent soylu yönetici, üretici, sanatçı ve aydın elitlerinin XVII. yüzyılın ortalarına kadar ulusal ölçekte gerçekleştirdikleri kırsalın kent lehine dönüştürülmesi (sömürülmesi!) olgusunu, sömürgecilik çağında bütün dünyaya uygulama girişiminin adı olmuş ve kendisine Batıdışı dünyayı civilize etme görevini yüklemiştir.
Civilisationla ilgili tartışmanın bir diğer boyutu da onun Batı’nın değerleriyle yüklü olduğu iddiasından kaynaklanmaktadır. Buna göre civilisation yanlı bir kavramdır[36] ve Batı merkezli dünya algısını, batı dışı toplumlara dayatmak amaçlı icat edilmiştir. Zira kavram, ilk zikredilişinden kısa bir süre sonra, Avrupa’nın o zamana kadar oluşturduğu değerler toplamını ifade eder bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır.[37] Bu kullanım özellikle XIX. yüzyılda iyice yoğunlaşmış ve sömürgeciliğin meşruiyet zeminini oluşturmuştur. Batı dışı toplumlar vahşilik ve barbarlıkla yani civilize (medeni) olmamakla itham edilmiş ve kavramın temsil ettiği değerler, bütün dünyanın, Avrupa’nın dinmek bilmeyen sömürgeci iştihasının tasarruf alanı haline getirilmesinde kilit bir rol oynamıştır.[38] Şu halde modern kullanımda civilisation denildiği zaman Avrupa değerleri, barbar-vahşi dendiği zaman Batı dışı toplumlar kastedilmektedir ve civilisation Batı’nın o zaman geldiği noktanın, ulaştığı değerlerin, diğer toplumlara dayatılmasının, onların barbarlıktan[39] (wild, savage, goth, gothic, defacer, bestial, heathen, heathenish, uncivilised vb.)[40] civilisationa tahvil edilmesinin ve oralarda Batı merkezli bir dünya algısı yaratılmasının kavramsal çerçevesini ifade eden bir kelime/terimdir. Yapılan bütün bu açıklamalar özetlenirse, hiçbir değer yüklemeden, sadece sözlük anlamları dikkate alınarak değerlendirmesi yapıldığında civilisationun, kırkent çelişkisi üzerine kurulu bir sosyolojiyi yansıttığı net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu sosyolojinin, kentin toplumsal katmanları ve cinsiyetler arasında var olduğu kabul edilen eşitsizlikler ve farkları da işin içine katarak bunlar üzerinden hiyerarşik bir yapı kurduğu görülmektedir. Yani kelime öncelikle hiyerarşik bir toplum önermekte ve köleleri, kadınları, çocukları ve kırsalı kentli yurttaşların ötekisi haline getirmektedir. Dolayısıyla Avrupa tarihinde sözcük başlangıcından itibaren kentli, ataerkil değerleri yüklenmiş ve onların taşıyıcısı olmuştur. Öte yandan civitas, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren civilisation kelimesinde sembolleşen bir kavram haline gelmiş ve Batılı kentsel uygarlığın, o zaman ulaştığı değerleri temsil eder bir konuma ulaşmıştır. Tarihin bu anında, artık civilisationun (Batı-Avrupa) ötekisi, Osmanlı Devleti ve onun temsil ettiği değerler dünyası dâhil bütün Batıdışı toplumlardır. Bahsedilen karşıtlık vahşi ve barbar kelimeleri üzerinden kavramsallaştırılmış ve bu suretle meşruiyet çerçevesi oluşturulmuştur. Artık Batı’nın barbarları civilize edici görevinin zamanıdır.
Civilisationun modern dönemde yüklendiği bir diğer önemli anlam da ilerleme (terakki) düşüncesine -tutkusuna demek daha doğru olurdu- işaret eder bir nitelik kazanmasıyla somutlaşır. Bu bağlamda Batı’nın ilerlemeci anlayışı, kavramda kendisini ifade etmiş ve tarih ilerlemeci bir tarzda yorumlanmaya başlanmıştır. Bu ilerleme fikrinin, sürekli yeni bir şey icat ve/veya keşfetme amacına yönelik bir gelecek projeksiyonu ortaya koyduğu açıktır. Ancak geçmişe bakış da ilerlemeci bir çerçeveye oturtularak yeni bir zaman algısı üzerinden insanın ve doğanın tarihi ele alınmaya başlanacaktır.
——————————————————–
[1] Lucien Febvre, Uygarlık, Kapitalizm ve Kapitalistler, Çev. M. Ali Kılıçbay, Ankara 1995, s. 9.
[2] Örneğin Febvre, Fransızcadaki civilisation kelimesinin tarihini yapmanın, gerçekte Fransız zihniyetinin XVIII. yüzyıldan beri maruz kaldığı ve gerçekleştirdiği devrimlerin en derinlerinden birinin evrelerini yeniden kurmak olacağını belirtmektedir. L. Febvre, Uygarlık, s. 10.
[3] Gordon Childe, Taşdelen’in tam aksi görüştedir. Ona göre düşünülenin aksine insanlık, ilk defa tarımsal faaliyetlerde bulunmaya başladığı dönemlerde yerleşik değil göçebedir. Şöyle demektedir: “Tarıma başlamakla yerleşik bir yaşam türü seçmek birbirinin aynı değildir. Öteden beri çiftçinin yerleşik yaşamına karşıt olarak “evsiz barksız avcının” göçebe yaşamı gösterilir. Bu karşıtlık gerçek dışıdır uydurmadır…. Bugün bile Asya, Afrika ve Güney Amerika’da ekim yapmak demek çalılıkta ya da ormanda bir parça toprağı bulup temizlemek, çapa veya sopayla kazmak, tohum ekmek, sonra da ürünü kaldırmak demektir. Toprak sürülmez, gübrelenmez, yalnızca ertesi yıl yeniden ekilir. Bu durumda aradan birkaç mevsim geçince verim gözle görülür biçimde düşer. Bunun üzerine yeni bir toprak parçası temizlenir, bu toprak parçası da verimsizleşinceye değin bu yöntem yenilenir. Çok geçmeden yerleşme alanına yakın topraklar tümden kıraçlaşır. İş buraya varınca insanlar yola düşer, başka yörelere yerleşir.” Bkz.: Gordon Childe, Kendini Yaratan İnsan (İnsanın Çağlar Boyu Gelişimi), Çev. Filiz Ofluoğlu, İstanbul 1996, s. 58-59; Aynı şekilde M. A. Lahbabi de insanlık tarihinde, “Yerleşik site hayatının anormal ve arızîyi” temsil ettiğini belirtir. Ona göre “Belli başlı ilk hayat tarzı daima göç (migration), yani insanların maddi yüklerini olduğu kadar, tanrılarını, mevsimlik bayramlarını, folklorunu, tekniğini vs. kendileri ile birlikte taşıdıkları uzun süreli yer değiştirmeler olmuştur.” Muhammed Aziz Lahbabi,
Kapalıdan Açığa Milli Kültürler ve İnsanî Medeniyet, Çev. Bahaeddin Yediyıldız, Ankara 1996, s. 21. (Dokusuna biraz Arap hatta Sami milliyetçiliği sinmiş olmakla birlikte, oldukça değerli denemelerden oluşan bu eserin tamamı, Batı’nın medeniyet eksenli sömürü düzenini eleştirerek kendi değer ve düşünce dünyasından çözüm önerileri getirmeye çalışmaktadır.)
[4] Vefa Taşdelen, “Medeniyet İnsanlığın Ortak Dili”, Hece-Medeniyet Özel Sayısı, 186/187/188, Haziran-Temmuz-Ağustos 2012, s. 9.
[5] Sümer metinlerinde davar-tahıl ya da çiftçi-çoban atışmalarına rastlanmaktadır. Bu tartışmalarda her iki üretim ve yaşam biçimi de ürettikleriyle ve yaşamlarının kendilerine sunduğu üstünlüklerle övünmektedir. Muazzez İlmiye Çığ, Tarih Sümer’de Başlar, Ankara 1998, s. 92-94 (davar-tahıl), 113-121 (çiftçi-çoban).
[6] İhsan Fazlıoğlu’nun yakın zamanlarda 270 katılımcı ile yaptığı bir alan araştırması, eğitimli Türk insanının medeniyetten hala Avrupa’yı anladığını ortaya koymaktadır. İstanbul, Ankara, Kocaeli, Köln, Berlin Bosna ve Viyana’da yapılan ankete katılanların 185’i lisans; 63’ü yüksek lisans; 22’si doktora öğrencisi ve 53’ü öğretim üyesidir. Katılımcıların çalıştıkları bilim dalları 175’i sosyal; 86’sı sayısal; 44’ü ilahiyat ve 16’sı sanattır. Kendilerini milliyetçi, muhafazakâr ve dindar olarak tanımlamaktadırlar. Sohbet usûlü ile yapılan ankette katılımcılara öncelikle “medeniyetten ne anladıkları” sorulmuştur. Cevaplar, katılımcıların “istisnasız tamamının medeniyet sözcüğünden çağdaş Batı Medeniyeti’ni anladığını” ortaya koymuştur. Bkz.: İhsan Fazlıoğlu, “Sözcük ile Kavram Arasında Medeniyet mi, Temeddün mü?”, Türkiye Günlüğü, 117, Kış 2014, s. 102; Fazlıoğlu’nun ulaştığı bu sonuç XIX. yüzyılda civilisation-medeniyet kavramının Osmanlı düşünce dünyasına girmesi ile birlikte kendini hissettiren medeniyeti Avrupa ile eşitleme yönündeki yaklaşımın, hiç kırılmadan bugüne kadar devam ettiğini göstermektedir.
[7] Ahmet Hamdi Tanpınar, 19’uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1976, s. 152.
[8] Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, Haz. Mahmut Ali Meriç, İstanbul 1996, s. 81.
[9] A. Dauzat, Dictionnaire étymologique’de, civilisation’un 1752’den itibaren Turgot tarafından kullanıldığını belirtmektdir. Ancak bu bilgiyi aktaran Lahbabi’ye göre de terim “İlk defa 1756’da Ami de I’homme’de Mirabau tarafından icat edilmişe benzemektedir.” Bkz.: M. A. Lahbabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, s. 20.
[10] L. Febvre, Uygarlık, s. 14.
[11] İsmet Özel, civilisationun “Başlangıçta Batı medeniyetinin özel adı olarak belirdiğini daha sonra birçok başka insan toplumlarının ürettikleri üstün (kabul edilen) değerleri de içine alarak yayagınlaştırıldığını” belirtmektedir. İsmet Özel, Üç Mesele Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma, İstanbul 2006, s. 133.
[12] Civilisation ve police kıyaslaması için Bkz.: M.A. Lahbabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, s. 20-28; Fransız aydınlarının halkları hiyerarşik biçimde kendince kategorize etmesi, zamanla dünyanın her yerinde bilim çevrelerinde geçerli olan toplum tasnifi haline
gelecektir. Osmanlı aydınları arasında, XIX. yüzyılda başlayan tartışmaların nasıl Batılı tasniflerin kabulü ile sonuçlandığını ve XX. yüzyıl başlarında toplum bilim araştırmalarının zihinsel şablonu haline geldiğini ortaya koyan bir örnekle 1329’da karşılaşılmaktadır. Buna göre,“Çiftçilik ve çobanlık etmesini bilmeyüb av avlamak ve balık tutmakla geçinen ağaç kovuklarında yaşayan insanlara vahşî, fâ’ideli hayvanları kendisine alışdırub onların süt ve etleriyle geçinen ve bir tarafdan diğer tarafa göçen insanlara bedevî yâhûd göçebe, çiftciliği bilen bilgi ve san‘atda ileri gidüb güzel, düzgün şehirlerde yaşayan insânlara medenî denilir.” Bkz.:
Rıdvan Nâfiz, Küçük Türk Tarihi, İstanbul 1329, s. 9.
[13] Immanuel Wallerstein, Jeopolitik ve jeokültür (Değişmekte Olan Dünya-Sistem Üzerine Denemeler), Çev. Mustafa Özel, İstanbul 1993, s. 307.
[14] Bu şekilde medenî-vahşi ikilemi kuruluyordu. Böylece medenî olana vahşiyi medenileştirme misyonu veriliyordu. Bunun anlamı Batı dışı dünyanın Batı lehine sömürülmesi ve sömürülürken de dönüştürülmesi idi. Çünkü vahşiler ile barbarlar arasındaki fark bir mahiyet farkı değil, derece farkıydı. Bkz.: Özel, Üç Mesele, s. 127; Bu dönüştürme işleminin nasıl işlediğini Faslı Bilgin M. A. Lahbabi, şu ifadelerle çok güzel ortaya koymaktadır. Ona göre “Bazı batılılar, “insaf canım, Avrupalıların istilasından önce, meselâ Kongo barınak olarak sadece yapraklı dallardan yapılmış sığınakları ve barakaları tanıyordu ve Kuzey Afrika yerlileri çataldan yararlanmasını bile bilmiyorlardı” benzeri söz ve düşüncelerle kendi örf ve adetlerini, kendi kültürlerini terzi patronları olarak telakki etmekteydiler. Onlara göre diğer bütün milletlerin gelenekleri ve kültürleri bu patronlar üzerinde ölçülmüş ve denenmiş olmak zorundaydı.” M.A. Lahbabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, s. 115.
[15] Nitekim İ. Özel’e göre G. Childe, “Medeniyeti şehirlerin ortaya çıkmasıyla vurgulanan bir gelişme seviyesi olarak tanımlamaktadır.” İ. Özel, Üç Mesele, s. 125; G. Childe’ın görüşleri için Bkz.: G. Childe, Kendini Yaratan İnsan, s. 103-129.
[16] Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferanslar, Haz. Ümit Meriç Yazan, İstanbul 1999, s. 306; Civil (sivil, mülki), civilité (nezaket, zerafet), ve civilisé (medenî) kelimeleri daha önce Montaigne tarafından kullanılmıştı. Bkz.: M.A. Lahbabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, s. 20.
[17] Server Tanilli, Uygarlık Tarihi, İstanbul 2011, s. 12; Mirebeau medeniyet kelimesine yalnızca toplumun tarihi görüntüsünü hesaba katarak değil, aynı zamanda iyimser bir yorumla insanların kafaca ve yürekçe yetkinleşmesinin (mükemmelleşmesinin) tavır ve geleneklerinde incelmenin işareti anlamını vermiştir. Bkz.: İ. Özel, Üç Mesele, s. 126.
[18] Aristo köleleri, eski Yunanlı ve hayvan arasına yerleştirmekteydi. Vazifeleri Yunanlılara hizmet etmekti. Meriç’e göre Eski Yunan’ı biraz da kendilerine hizmet eden kölelerin yaptığı işe tepeden bakıp küçük görmek yıkmıştı. Bu düzende hür vatandaşlar için tek şerefli iş devlet idaresi ve felsefe idi. Bu yüzden Eski Yunan’da endüstri kurulamamıştı. Bkz.: C. Meriç, Sosyoloji Notları, s. 49; Yani insanların beslenmelerini, barınmalarını ve giyinmelerini temin etmelerine yarayacak üretim ve ticaret sisteminin kurulamaması Eski Yunan’ı yıkmıştı. Oysa medeniyet tam da bu işlerin icrasından ve organizasyonundan ortaya çıkan bir insanlık durumuydu.
[19] “Eski Yunan coğrafi bakımdan kantonlara ayrılmaktaydı. Her kantonda 1-2 site vardı. Atina bir site devletidir. 400.000 kişiye ulaşan nüfusunun 250.000’i köle idi. Geri kalen 150.000’in içinde yabancılar ve melezler vardı. Askerliğini yapmış, nüfusu usûlüne uygun yazılmış, 30 yaşını aşkın olanların sayısı sadece 30.000 idi. Atina demokrasisi işte bu 30.000 kişinin demokrasisiydi.” C. Meriç, Sosyoloji Notları, s. 56.
[20] Le Petit Robert, Paris 2002, s. 447.
[21] Tuncer Baykara, “Civilisation ve Osmanlı Devleti”, Osmanlılarda Medeniyet Kavramı ve Ondokuzuncu Yüzyıla Dair Araştırmalar, İzmir 1999, s. 1.
[22] C. Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 81-82.
[23] Dictionnaire de l’Académie Française, sixieme édition, Paris 1835, s. 325.
[24] M.A. Lahbabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, s. 20.
[25] L. Febvre, Uygarlık, s. 23-24.
[26] Avrupa merkezciliğin ve evrenselciliğin feodalitedeki köklerinden başlanarak analiz edildiği kısa bir deneme için bkz.: Mehmet Ali Kılıçbay, “Avrupamerkezcilik ya da Dünya Tarihinin Marjinalleşmesi”, Dinin Fiziği Demokrasinin Kimyası, Ankara 1999, s. 223-231; İ. Özel “Batı’da doğmuş olan medeniyetin imtiyazlı olduğu düşüncesi, gerçekte Katolisizmin modern çağda aldığı biçimden başka bir şey değildi. Kilisenin anladığı İsa kurtarıcılığı (redemption) görevini medeniyetyüklenmişti. Nitekim Katolik misyonerlerin çalışmaları sömürgeci ve emperyalist faaliyetlerin yanında hızkazanmıştır.” diyerek Avrupamerkezciliğin köklerini Katolik din anlayaşında aramak gerektiğine işaret etmektedir. Bkz.: İ. Özel, Üç Mesele, s. 127-128; Bedri Gencer’e göre de Avrupamerkezciliğin ve evrenselciliğin kaynağı Hıristiyanlık’tır. Ancak Avrupa idealini
Hıristiyanlık üzerinden başaramamış ve modern dönemde bu din kaynaklı amacı civilisation ile seküler bir düzlemde yeniden oluşturmuştur.Bkz.: Bedri Gencer, İslam’da Modernleşme1839-1939, İstanbul 2008, s. 33-36.
[27] C. Meriç, Sosyoloji Notları, s. 71-72.
[28] İ. Özel, Üç Mesele, s. 125.
[29] Lahbabi bütün denemelerinde kent merkezli bu medeniyet teorisinin iflas ettiğini ileri sürerek her toplumun medenilerinin ve ilkellerinin, yerleşiklerinin ve göçebelerinin bulunduğunu belitmektedir. O böylece sitenin medeniyetin biricik mekânı olduğu görüşüne itiraz etmektedir. Bkz.: M. A. Lahbabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, (Eserintamamı bu çerçevede değerlendirilmektedir).
[30] Kültür ve medeniyet kavramlarının detaylı ve oldukça doyurucu karşılaştırması için Cemil Meriç, Kültürden İrfana, İstanbul 2013, özellikle s. 31-60 ve L. Febvre, Uygarlık, s. 51-56’ya bakılabilir.
[31] Örneğin kültür kelimesini Amerikan İngilizcesine, -Meriç’in tabiri ile Amerikancaya sokan İngiliz antropolog Tylor’un 1871’de kültür ve medeniyeti özdeşleştirerek yaptığı tanıma göre kültür veya medeniyet: “İlimleri, inançları, sanatları, ahlâkı, kanunları, âdetleri ve insan toplumunun hayatında kazandığı diğer kabiliyet ve alışkanlıkları kucaklayan girift bir bütündür.” Bkz.: C. Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 82.
[32] Lütfi Bergen, “Medeniyet Ekseninde Kültür”, Hece-Medeniyet Özel Sayısı, 186/187/188, Haziran-Temmuz-Ağustos 2012, s. 40.
[33] Lahbabi bu olguyu şöyle formüle etmektedir: “Çalışma beşeri varlıkların öz niteliği olduğundan işçi eşyaya şekil verirken bizzat kendi kendisini şekillendirir; öz varlığının şuuruna vardığı derecede, eşyalar ve dünya üzerindeki iktidarı artar.” Bkz.: M. A. Lahhabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, s. 10.
[34] Volney medeniyeti, “İnsanların bir site içinde bir araya gelmeleri olarak tarif eder: medeniyet şahısları ve mülkiyetleri koruyucu ve himaye edici sosyal bir halden başka bir şey değildir.” Bkz.: M. A. Lahhabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, s. 17; Fourier’e göre “Fransız ihtilalinden doğan ticaret dünyası medeniyettir (Civilisation)”. Marx da onunla paralel bir şekilde düşünerek medeniyeti öncelikle iktisadi bir olgu olarak değerlendirecek ve medeniyet yerine kapitalizimi kullanacaktır. Bkz.: C. Meriç, Sosyoloji Notları, s. 214; Buna göre her iki bakış açısı da civilisationun şehre has bir durum olduğunu kabul etmektedir. Çünkü analizlerinin temeline yerleştirdikleri iktisadi olgular şehre hastır. Her iki düşünür de kapitalizimi çok sert bir eleştiriye tabi tutarken, aynı zamanda Fransa’da ortaya çıkan Çağdaş Batı Avrupa Civilisationu’nu tenkit etmektedirler. Ernest Renan ise biraz daha farklı biçimde bilim, eleştiri, rasyonalizim ve medeniyet terimlerini aynı anlamı verecek şekilde kullanıyordu. Bkz.: İ. Özel, Üç Mesele, s. 127.
[35] Oswald Spengler, Batının Çöküşü, Çev. Giovanni Scognamillo-Nuray Sengelli, İstanbul 1997
[36] Nilüfer Göle, Modern Mahrem-Medeniyet ve Örtünme, İstanbul 2001, s. 28.
[37] Meriç, Türkiye’de kelimenin Avrupa’dan gelen her mefhum gibi şüpheyle karşılandığını belirtir. Sözgelimi Yenişehirli Avni medeniyeti (civilisaiton) “garaz-ı nefsâni” olarak tanımlar. Mehmet Akif’e göre ise “Tek dişi kalmış bir canavardır.” Kısacası kelimenin halk şuurunda yaptığı çağrışımlar “zengin, şımarık ve düşman bir Avrupa’dır, sefahat, fuhşiyat.” Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri, Cemil Meriç’in düşüncesinde de medeniyet (civilisation) ile Avrupa’nın eşitlenmesidir. Bkz.: C. Meriç, Umrandan Uygarlığa, s. 84-85.
[38] A.g.e., s. 81-85.
[39] Bilindiği üzere genel görüşe göre barbar kelimesi kuzeyli Germanik halkları ifade eder ve kızıl sakallı anlamına gelir. Fakat Lahbabi, bu yaygın kanaatin aksine barbar kelimesinin Berber(î)’den geldiğini ifade etmektedir. M. A. Lahhabi, Kapalıdan Açığa Milli Kültürler, s. 168.
[40] Bu kelimelerin İngilizce-Türkçe sözlüklerdeki karşılıkları birbirini yakındır ve vahşi,yabani, Got, Gotlara ait olan, dinsiz, kâfir, putperest, kaba, hayvanî, acımasız, vicdansız,yıkıcı, görünüşü bozan vb. anlamlar içermektedir.
Kaynak :
OTAM, 37/Bahar 2015, 87-180
Gelecek Hafta:
Medeniyet mi Temeddün mü?