Doç.Dr. Mehmet Akif OKUR
Takı taluy takı müren
Kün tuğ bol-gıl kök kurıkan*
Ol yirgerü barsar Türk budun ölteçi sen…
Ötüken yış olursar benggü il tuta olurtaçı sen.**
Günümüzde dünya politikası hakkındaki popüler algıları, çoğunlukla TV ekranlarından topluma ulaşan yorumlar şekillendiriyor. Ancak, her gün yeni bir konu etrafında benzer akıl yürütme biçimlerine dayanılarak tekrarlanan bu değerlendirmeler, uluslararası ilişkileri anlamak bakımından buz dağının sadece yüzeydeki kısmını temsil ediyor. Görünüşler evrenine ait sonsuz sayıda tekil hadiseyi nasıl kavrayacağımızı belirleyen tartışmalar ise önemlerine kıyasla çok az ilgiye mazharlar. Buzdağının deniz altındaki bu esas bölümünü; özne/aktör ile öznenin/aktörün eylemde bulunduğu çevreye, aradaki ilişkiyi merkeze alarak ontolojik bir derinlikten bakabilen çalışmalar oluşturuyor. Bu alanlarda özgün bir sosyal bilim geleneği inşa edemeyen toplumlar, ithal edilmiş bilgi yumağının sürekli sorun üreten pratik sonuçlarıyla boğuşmaya mahkûm kalıyorlar. Gündelik gelişmelerde tek tek karşımıza çıkan problemlerle, bahsettiğimiz temel varoluş zemini arasındaki ilişkinin özel bir zihnî hazırlık olmaksızın açıkça kurulamayışı, meseleyi kangren hâline getiriyor. Hele söz konusu bağlantıyı çıkarları gereği gizlemeye çalışan mekanizmaları da hesaba katarsak durumun vahametini daha berrak bir şekilde kavrayabiliriz.
Tam da bu gerekçeyle jeopolitiğin Batılı karakterini eleştirdiğimiz çalışmamızda[1] uluslararası ilişkileri kendi gözlerimizle okumamıza imkân verecek bir özneleşme sürecine dair bazı sorular sormuştuk. İlk itirazımız, inceleme merceğinin önce coğrafyayı, daha sonra da coğrafyaya nispetle tarif edilerek gölgeleştirilen aktörü görmesine yönelikti. Özneye odaklanılması gerektiğini, bunun da içeri/dışarı ayrımını anlamlı kılan kimliğe eğilmeyi zorunlu hale getirdiğini söylemiştik. Kimliği, statik ve tek biçimli tasarımlarla anlaşılamayacak çoğullukta bir dinamik alan; coğrafyayı ise öznenin varoluş sürecinin geçtiği, kimliğin teşekkülü de dâhil tüm macerasına sahnelik eden mekân olarak tarif etmiştik.
Bunun ardından sıra, aktörün ve eylemde bulunacağı çevresiyle ilişkilerinin anlaşılması aşamasına gelmektedir. Jeokültürle desteklenen özne ve mekân beraberliğinin yarattığı bileşke, verili bir zaman dilimindeki jeopolitik mücadelenin aktörüdür. Etrafı, başka özne/mekân bileşkeleriyle çevrilidir. Tüm aktörler, mevcut rekabet denklemine göre karşı karşıya veya yan yana gelirler. Dostluk/düşmanlık münasebetleri bağlamında yansımalı ilişkiler kurarlar. Temas hâlinin hem etkileyeni, hem de etkileneni konumundadırlar. Jeopolitik denklemlerin ömrü, belirli bir konjonktürle sınırlıdır. Konjonktürler, muhtelif sebeplerle değişirler. Her değişim de beraberinde yeni denklemler getirir. Bir özne/mekân bileşkesinin jeopolitik davranış kodlarını layıkıyla çözümleyebilmek için, önce mevcut tarihsel konjonktürü karakterize eden denklem ile incelenen aktörün bu esnadaki vaziyetinin, ardından da yüzleşilen meydan okumalar karşısında üretilmiş cevapların değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Daha sonra değişik konjonktürlere ait resimler zaman oku üzerinde dizilmeli ve aralarındaki sürekliliklere/farklılaşmalara odaklanan bir tahlil çerçevesinden anlamlandırılmalıdır.
Türk tarihinin önemli uğrak noktalarına yukarıdaki parametreleri esas alarak baktığımızda fark edeceğimiz hususlardan bir tanesi, çekilme ve genişleme evrelerine dayalı ritmik harekettir. Bu safhalardan her biri özneyi derinden etkileyen kendine mahsus özelliklere sahiptir. Estetik sembolizmini ilk epigraftaki ifadede bulan genişleme döneminde özne/aktör, yeni coğrafyalara adım atar. Bu dönemde, genişlemenin nasıl ve hangi doğrultuda olacağı, ayrıca dışarıyla kurulacak ilişkilerin niteliği hakkında farklı düşünen gruplar, öznenin stratejisine yön verebilmek için mücadeleye girişirler. Yelpazenin bir ucunda içeri ve dışarıyı keskin hatlarla ayıran stratejiler yer almaktadır. Dışarıyı dönüştürürken içeriyi sürecin etkilerinden yalıtmayı hedeflerler. Değiştirmek ancak değişmemek istemektedirler. Diğer tarafın merkezini ise, özneyi “fethettikleriyle” etkileşime açık bir zemine konumlandıran yaklaşımlar işgal etmektedir. Bunların amacı, genişleme sırasında karşılaşılan halkların en azından bir kısmını, özneye ait kimliğin parçası yapmaktır. Söz konusu toplulukların özneyle müşterek hedef ve ideallere yönelmeleri, zaman içerisinde “biz”e katılmaları sonucunu doğurabilir. Bütünleşme gerçekleşirse, ortak kimliğin düşmanlarını düşman, dostlarını dost bilir hâle gelirler.
Öznenin geniş kitlelerin üzerine gerdiği bu kimlik çadırı, çekilme sürecine paralel olarak toplanır. Yani, geri çekilme yalnızca mekândaki hâkimiyetin el değiştirmesine değil, “biz” duygusunun bileşenlerindeki dönüşüm ve daralma sebebiyle kolektif kimliğin kuşatıcılığını yitirmesine de yol açar. Ağır yenilgilerle gelen geri çekilişin hâkim psikolojisi, korkudur. Tarih sahnesinden silinebileceği endişesine kapılan özne, önce kendisine bir sığınak arar. Sonraki safhada iki tane rakip yaklaşım belirir. Bunlardan ilki, özne olma vasfını yitirmeden kuvvetlenmenin yollarını aramaktır. Psikolojik düzeyde söz konusu perspektifin sahipleri, temel kimlik değerlerinin ve genişleme dönemine ait hatıraların korunmasını özledikleri geleceğin bu sayede bir gün yeşerebileceğini düşündükleri için önemserler. Dışarıyla ilişkilerde ise çok ihtiyatlıdırlar. Özne, ikinci epigrafı aldığımız metnin vurguladığı gibi, daha avantajlı bir konuma gelene kadar hareket alanını sınırlar, ancak kendini inkâr etmez.
Diğer yaklaşım ise, öznenin neredeyse varlığından vazgeçmesi sonucunu doğuracak bir ruh hâlinin ürünüdür. Genişleme dönemine ait motivasyon ve hatıraların, yeni maceraları tetikleyerek ontolojik yok oluşa giden kapıları aralayacağına inanılmaktadır. Kaygı eşiği o kadar yükseltilir ki, galip özneye katılma, tehdidi bertaraf edecek tek çıkış yolu olarak savunulur. Bir başka öznenin kimlik tasavvurları içinde erime anlamına gelen nesneleşme, genişleme evresinin hedef ve ideallerinin ötekileştirildiği bir yeniden kimliklenme sürecidir. Dost-düşman tanımları ve karşıtlık imgeleri değiştiği için, genişleme döneminde zengin çağrışımlar kazanmış tarihsel kimliğin aynı “ev”de buluşturduğu topluluklarla arada uçurumlar oluşmaya başlar.
20. yüzyılın başından bu yana bir kavram olarak “Türklük” böyle bir tecrübe yaşadı. Ancak, 1990’lardan sonra dünya dengelerindeki değişimler, yeni bir tarihsel konjonktüre geçiş için şartların hazırlandığını gösteriyor. “Yeni Çağın” dinamiklerini doğru idrak edebilmek ise, çekilme döneminin zihniyet dünyamızda bıraktığı tahribatı tanımakla mümkün. O zaman şu sorulara daha sağlıklı cevaplar verebileceğiz. Günümüzde millî kimliğimizi konu edinen tartışmaların mühim bir kısmı, aslında çağ değişiminin tetiklediği sancılardan mı ibaret? Millilik damgası vurarak üzerine titrediğimiz bazı sembol, kavram ve figürler gerçekten “biz” şuurunun devamı bakımından varoluşsal öneme mi sahipler; yoksa bunlar, tarihî kaderimiz önümüzde yeni bir genişleme döneminin ufuklarını açarken geride bırakmamız gereken acı-tatlı hatıralar mı? Uzayıp giden soru listemizin izini sürmeye, Ergenekon’dan ve Türk milletinin etrafını kuşatan demir dağlardan başlayacağız.
***
1921 yılının Ağustos ayı geride kalırken Ankara’dan ayrılan Ziya Gökalp, Diyarbakır’a doğru yola çıkar. Kendisini şehrin surlarının dışında karşılayan kalabalığa, Anadolu’nun Türklüğün yeni Ergenekon’u olduğunu söyler.[2] Efsanenin metaforik çağrışımlarını, şu yalın gerçeği anlatmak amacıyla kullanmaktadır. Akıl almaz kudrete sahip bir düşmana karşı verilen büyük savaş kaybedilmiştir. Mağlubiyetin, topyekûn yok oluşa dönüşmemesi için Anadolu bozkırında yürütülen mücadele başarıyla neticelenmelidir. Zafer, yaraların sarılabileceği sarp bir yere, Ergenekon’a çekilme imkânını sağlayacaktır. Elbette ilk fırsatta dışarı çıkmak üzere…
Dönemin ruhuna nüfuz edebilmenin yolu, Ergenekon sürgününün ardındaki jeopolitik denkleme dair bazı parametrelere göz atmaktan geçiyor. I. Dünya Savaşı başlarken, son bin yıllarını temsil ettikleri medeniyeti korumak adına Batı’yla boğuşarak geçiren Türklerin karşısında şöyle bir manzara vardı. Batı, dünyanın kalan kısmıyla kıyaslandığında ekonomik gücünün zirvesindeydi. Örneğin, dünya sanayi üretiminin % 94.8’ini gerçekleştiriyordu.[3] Aynı durum siyasi dengeler bakımından da geçerliydi. Hâlen Avrupalılar tarafından yönetilen yahut Avrupalıların daha önce sömürgeleştirdiği kara parçaları, yeryüzünün % 84.4’ünü kaplamaktaydı.[4] İnsanlık, gücün böylesine orantısız dağıldığı bir başka zamana şahit olmamıştı.
Gelinen noktaya ansızın ulaşılmamıştı. Osmanlı, tarihsel konjonktürün kendi aleyhine değişimini, acı bedeller ödeyerek izlemişti. Söz konusu dengesizliğin özellikle bir asırdan uzun müddettir yarattığı baskı, her biri kendince farklı kurtuluş reçeteleri öneren çok sayıda “tarz-ı siyaset”in ortaya çıkışına sebebiyet vermişti. Müesses nizâmı reform için harekete geçiren şey, kendi iç dinamiklerinin ürettiği değişim talebi ve motivasyonu değil, dış dünyada yüz yüze gelinen denklemdi. Önce özneyi/aktörü yenilgilerden kurtaracak pratik çözümler arandı. Ancak bunlar yetmedi ve tartışmalar özneyi tarif eden varoluş zeminine kadar dayandı. Yitirilen topraklarla birlikte, kimlik çadırının kazıkları da sökülmeye başlanmıştı. “Biz” artık kimdik?
Türk milliyetçiliğinin doğuşunu konu edinen metinlerin neredeyse tamamında ana hatlarına dokunduğumuz daralma benzer biçimlerde anlatılır. Gerek söz konusu döneme bizzat şahitlik eden fikir adamları, gerekse de sonradan meseleyi inceleyenler Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkışını temelde dış dünyadaki değişimlere uyum sağlama ihtiyacı ile açıklarlar. Süreç dışarıdan içeriye doğru ilerlemiştir. Kendi ritmine uygun işleyen toplumsal hayatın doğal dinamikleriyle varlık kazanmış bir değişmenin ürünü değildir. Türkler, kimliklerini içinden kavradıkları eski algı çerçevelerini, artık işe yaramayışı yahut manasız gelmeye başlayışı gibi gerekçelerle terk etmemişlerdir. Ziya Gökalp’in satırları, zamanın idrak biçimini aksettirmektedir: “İslâm âleminin son ümidi olan Osmanlı Devleti’ni yüz seneden beri parçalayan manevi bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanı idi ve İslâmiyet’e büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslâmların lehine dönerek, yaptığı zararları gidermeye çalışıyor. Bu mikrop, milliyet fikridir.”[5]
Yukarıdaki cümlelerde, geri çekilme yüzünden “biz” idrakinde yaşanan farklılaşmanın nasıl sancıların ardından meydana geldiği açıkça anlaşılıyor. Mevcut rahatsızlığına rağmen özne, varoluşunu yeni kavramlar üzerinden kurma mecburiyetini hissetmiştir. Çünkü: “Dünyanın şarkı da garbı da bize açıkça gösteriyor ki, bu asır milliyet asrıdır; bu asrın vicdanları üzerinde en etkili kuvvet milliyet mefkûresidir.”[6] Hedeflenen şey, bu kuvvete dayanılarak “pençe-i izmihlâl”den kurtulmaktı. Milliyetçilik, hayatta kalmak için gerekli toplumsal dinamizm ve enerjiyi üretecekti.
Söz konusu dönüşüm sürecini layıkıyla kavrayıp, önemli kırılma noktalarını tespit edebilmemiz için öncelikle “biz” idrakinin Osmanlı klâsik dönemindeki temel tezahürlerine değinmemiz gerekiyor. Bilindiği gibi kimlikler, yüzyıllara yayılan tecrübelerin sırtlarına yüklediği anlam katmanlarıyla evrilerek şekillenirler. Tarihî Türk kimliği de üç ana havzanın ürünüdür. Sırasıyla, Orta Asya, Anadolu ve Balkanlar ile Ortadoğu’da geçen uzun asırlar, Türklük kavramının üzerine muhtelif çağrışımlar taşıyan mana elbiseleri giydirmiştir. Osmanlı çağında bu kıyafetlerin Türk’ün üzerinde nasıl durduğunu merak ediyorsak, ya dışardan bizi izleyen gözlerin şahitliğine yahut da zihninin aynasında kendisini seyredebilmiş kalem erbabına başvurmalıyız.
Tercihimizi, Batı’nın Osmanlı’yı konuşurken benimsediği terminolojinin ulus devlete geçiş sürecindeki rolünü hatırda tutarak ilk yöntemden yana kullanacak ve eski İngilizce metinlerde Türklüğün izini süreceğiz. 15. yüzyılın son çeyreğinden, 18. yüzyılın başına kadar uzanan dönemde oluşmuş literatüre baktığımızda öncelikle dikkatimizi çekmesi gereken şey, Türk kelimesinin telaffuz edilme sıklığıdır.[7] Kavrama hangi anlamların yüklendiğini ise şu kitap başlıkları güzel özetliyor. ”The Mahumetane or Turkish Historie”, Fransızca ve İtalyanca metinlerden yapılan tercümelerle 1600’de Londra’da basılmış bir Türk tarihi[8]. Kitabın içindekiler kısmında, Türklerin kökenleri ve yazarın ifadesiyle ”Muhammed’in batıl mezhebinden doğan dört imparatorluklarının tarihi” beraber yer alıyor. Başlıktaki ”or/veya” bağlacı, Türklük ve Muhammedîlik olarak isimlendirdikleri Müslümanlık arasında nasıl bir özdeşlik ilişkisi kurulduğunu gösteriyor. Basım tarihi 1519 olan bir başka metin, ”Kuran adlı Türk kanunu”ndan bahsediyor.[9] ”The Life and Death of Mahumed/Muhammed’in Hayatı ve Ölümü” Türklüğün tarihî çağrışımlarını göstermesi bakımından başka bir ilginç örnek. 1679’da Londra’da yayımlanan kitabın alt başlığında Hz. Peygamber’e (S.A.V.) yakıştırılan ünvan şöyle: ”The Author of the Turkish Religion/Türk Dininin Müellifi”[10]
17. yüzyıla ait İngilizce metinlerde Türk, işaret ettiğimiz parametreler etrafında tanımlanırken ”öteki”si de ihmal edilmez. Örneğin, William Seaman’in 1652’de neşredilen ”Tacü’t-Tevarih” tercümesine yazdığı giriş, bu bakımdan değerlidir. Daha sonra İncil’i Türkçeye aktaracak olan Seaman, Osmanlı topraklarında misyonerlik faaliyetine girişmeye niyetlenmiş bir grubun üyesidir. Kendisini, ”The Reign of Sultan Orchan, Second King of the Turks”[11]başlığı ile Hoca Saadettin Efendi’den çeviri yapmaya motive eden şey de rakibi anlama ihtiyacıdır. Seaman, Avrupalı okuyucunun kitapta hikaye edilen tarihi hadiselere vakıf olabilmesi için önce Türk’ün varoluşunu ve dünyayı algılayış, etrafındaki olayları yorumlayış biçimini kavraması gerektiğini düşünmüştür. Bunun için de, Hoca Sadettin Efendi’nin eserinde sık sık geçen bazı terimleri tanıtır.”İslam” ve ”kafir” kelimelerinin muhtelif varyantları, Türk’ün kendisini ve hasmını tarif ettiği kavramlar olarak Batılı okuyucuya takdim edilir. Seaman tarafından tercüme metne eklenmiş notlar, kendilik-ötekilik ilişkisini vurgulayan bu kavram çiftlerinin altını sürekli çizer. Yan yana konulduklarında beyaz ve siyah renklerin birbirlerini daha net göstermeleri gibi, Türklük de ötekisi ile anlam kazanmaktadır.
Seaman’in bize hatırlattığı pencereden bakmaya devam edersek, Islahat Fermanı’nın ardından”gavur” kelimesi ve benzerlerinin yasaklanmasını, hakaret ifadeleri hakkındaki basit bir düzenlemeden ibaret göremeyiz. Tam tersine bu değişmeyi, Türklük kavramının ötekisi üzerinden yerleştiği ontolojik zeminde gelecekte ciddi sonuçlar doğuracak kaymanın merhalelerinden biri kabul etmemiz gerekiyor. Nitekim, çekiliş dönemlerine özgü yukarıda özetlediğimiz yaklaşımlardan ikincisi 20. yüzyılın başlarında hakimiyetini ilan ettiğinde, Türk’ten tarihî ötekisini yeni ülküsünün adresi yapması açıkça istenmiştir. Yeni Türk’ün ötekisi olarak da kendi geçmişi ve temel kimlik kodlarının önemli unsurları seçilmiştir. Çalışmamızın odak noktası bakımından söz konusu tavrın anlamı, geri çekilirken ardımızda bıraktığımız fizikî ve zihnî dünya ile aradaki bağların koparılmasıdır. Bu tercihin sahipleri, Ergenekon’un tarihî Türklüğe mezar olacağını ummuşlardır.
***
Aksini düşünen, geri çekilme hakkında daha önce kısaca dokunduğumuz ilk yaklaşımı benimseyenler elbette vardı. Bunlar, yitirilen coğrafyalara paralel bir kimlik daralmasının yaşanmasını arzu etmiyorlar, en azından gelecek için köprülerin korunmasını istiyorlardı. Gökalp’in ”Türkçülerin Ümmet Programı” başlığı altında yazdıkları, bu tavrın güzel bir örneğidir. Kuruluş dönemi Türk milliyetçiliğinin en önemli ideoloğu şunların yapılmasını istemektedir. Arap harfleri korunmalıdır. İslam dünyası ilim ıstılahlarını ortak yapmalıdır. Bütün İslâm dünyasında ortak bir terbiyenin (eğitim anlayışının) kurulması için kongreler toplanmalıdır. Bütün İslâm milletlerinin müftü teşkilatları arasında sürekli bir irtibat kurulmalıdır. İslâm ümmetinin timsali olan hilalin kutsiyeti korunmalıdır. Hicreti esas alan bir takvim kullanılmalıdır.[12] Nitekim 25 Mart 1912 tarihini taşıyan Türk Ocağı’nın Nizamnâme-i Esas ve Dâhilîsi’nin 2. maddesi de Türk milletini “akvâm-ı İslâmiyye’nin bir rükn-ü mühimmi” olarak tanımlar.[13]
Tarihî Türklüğün yukarıda işaret ettiğimiz parametreleri hatırda tutulursa ne Gökalp’in tekliflerinde ne de Türk Ocağı’nın Türklük tasavvurunda garipsenecek hiçbir şey bulunamaz. Ayrıca buradan, Nevzat Kösoğlu’nun işaret ettiği gibi, bir başka sonuca daha rahatlıkla varmak mümkün olur. Türk milliyetçiliği hiçbir Müslüman unsuru millî kininin hedefi yaparak, yani ötekileştirerek kendini kurmamıştır. Aslında son döneme kadar, büyük sancağın gölgesinde uzun asırlar geçiren gayrimüslim azınlıklarla aradaki ilişkinin temel karakteri de çatışma olmamıştır. Hatta bu unsurlar tarihî Türklüğün çerçevesini çizdiği bir kültür atmosferi içinde yeniden kalıba dökülmüşlerdir. Türk kavramının uzun tarihi boyunca kazandığı olumlu çağrışımlar ve sempati halkasından bahsedilirken bu husus da akılda tutulmalıdır.
Tüm bu sebeplerle, Osmanlı’yı dağıtan dalga gücünü yitirdikten sonra yeni bir genişleme sürecinin başlayabileceğine dair yüreklerdeki ümit ışığı en zor günlerde bile yerini zifiri karanlığa bırakmamıştır. Ancak, milli mücadele kazanılıp sınırlar çizildikten sonra çekilme dönemlerine özgü iki zihniyet arasındaki çekişme, Batıcı kampın zaferiyle sonuçlanmıştır. Etkilerini aktüel planda hâlen hissettiğimiz söz konusu tarihî kırılma, Türk demokrasisinin temel kutuplaşma eksenlerinden biri olma özelliğini yitirmiş değil.
Bu dönemde Türk kimliği, ötekisi olarak müslümanlıkla özdeşleşmiş Osmanlı geçmişini kabul eden bir formatla yeniden tasarlanmak istenmiştir. Eski-yeni ikilemi üzerine inşa edilen kimlik kurgusunun hayat verdiği zihniyet, neredeyse her türlü gerilikten Osmanlı mirasını sorumlu tutmuş, Batı damgası taşıdığını gördüğü şeylere ise mutlak bir iyi niyetle yaklaşmıştır. Türk Ocağı’nı merkeze alarak vereceğimiz bir-iki örneğin o yıllarda yaşanan alt-üst oluşu gözler önüne sermek bakımından yeterli olacağı kanaatindeyiz. 1926 tarihli ”Türk Ocakları Mesâî Programı”nda şu satırlar yer almaktadır: ”Türk milleti Şarkta Garba rağmen Garpçılığı ve Garp medeniyetini muzaffer kılmıştır. Türk milliyetperverliği Garpta vücuda gelmiş bütün fikir ihtilaflarından hasıl olmuş bir cereyandır… Dünkü medeniyetimizin izmihlâli, harsımızın ve milletimizin sebeb-i zaferi olmuştur. Uhrevî telakkiyât içinde bir cemaat halinde yaşayan halkımız, dünyevî telakkiyat içinde bir millet hayatına istihâle etmektedir. Türk Ocakları, yalnız millî tarihine dâhil olan devreleri değil, Eski Yunan ve Roma’dan başlayarak bugünkü hâkim Garp medeniyetinin menşei ve mevlidi olan bütün devirleri benimser. Türk Ocakları’nda Garp lisanıyla beraber Garp mûsikîsi de bir yer tutar.”[14]
Yukarıdaki satırlarda, tarihî Türklüğe hayat veren medeniyetimizin yıkılışını zafer kabul eden ifadeler, millî semboller ve tarihî hafızanın Batılılaşma ülküsü etrafında nasıl yeniden kurgulanmaya çalışıldığını göstermektedir. Hamdullah Suphi Bey’e kulak verelim: ”Anadolu İstiklâl Mücadelesi Asya’nın bu köşesinde vatan istiklâli kadar Türk’ün garpçılık emellerini müdafaa etti. Karşımızdaki Avrupa orduları ne gariptir ki Avrupalılığın mümessili olan yepyeni, mücahit bir zümreye karşı dolayısıyla, hilafetle beraber Asyalılığı ve Şeriati müdafaa ediyordu. Biz yenilseydik, Avrupalılık mağlup olacaktı. Biz kazandık, Avrupalılar’a karşı garp fikirlerini, garp esaslarını muzaffer kıldık. Türk Ocağı desitânî Anadolu mücadelesinin bu ruhunu kendine esas tanımıştır.”[15]
Gelinen yerin, çıkış noktasını teşkil eden Batı sömürgeciliğinin saldırılarına cevap verebilecek ”muasır bir İslam Türklüğü” kurma idealiyle alakası kalmamıştır. Nitekim, daha sonra bu dönemde yazdıkları yüzünden eleştirilecek olan Gökalp, ”mefkure ateşinin” sönüşünden yakınmaktadır. Milletvekili olarak girdiği Meclis’te fikirlerini ne kadar törpülese de yalnızdır. Örneğin, Sultanî’lere, “Farabiye” yahut “Halduniye” adının verilmesini teklif ettiği zaman buz gibi cevaplar alır. Sokrat’ın dershanesinin ismi olan “lise”de karar kılınır.[16] O yıllarda Türk Ocaklarının basılacak kitaplar listesi de, yeni bir Türklük inşa etme projesinin kültürel kıblesini göstermektedir: “Kandit (Volter), Jeorjikler (Virjil), Nutuklar (Çiçero), Politika (Aristo)…”[17]
***
Yeniden kimliklendirme faaliyetinin başarısı için gerekli kabul edilen şeylerden biri de Batı’ya her güzergâhtan yaklaşırken, tarihî Türk kimliğini besleyen havzalarla araya mesafe konulmasıydı. Ancak fizikî coğrafya değişmeyeceğine göre, demirden dağların yükseleceği yer zihinler ve yürekler olacaktı. Yakınları uzak, uzakları yakın gösterebilmek için tarihsel hafızanın en baştan kurgulanması gerekiyordu. Nitekim yukarıda örneklediğimiz millî mücadeleyle ilgili pasajlar, bu yaklaşımın ürünüdürler. 20. yüzyılla gelen jeopolitik denklemlerin temas imkânlarını sınırlayışı da proje sahiplerine yardım etti.
Yeni tasarıma göre, Ortadoğu ve Araplar artık geride bırakılmak istenen kötü hatıralarla dolu mazinin bir parçası olarak kodlandılar. I. Dünya Savaşı’ndaki Arap isyanının abartılı bir versiyonu, kolektif hafızanın parçası haline getirildi. Hanioğlu’nun “Türk oryantalizmi”[18] dediği aşağılayıcı perspektif, bu psikolojik iklimde doğmuş ve günümüze kadar hatırı sayılır bir etkinliğe sahip olmuştur. Balkanlar’da yaşanan Türk soykırımının unutulmaya terk edilmesi, diğer bazı faktörlerin yanı sıra Batı’yla kurulacak ilişkilerin selameti de düşünülerek alınmış bir tavırdır. Uzak tarihine sık referans yapılan Orta Asya ise İsmet İnönü’nün meşhur 19 Mayıs Nutku’nu takip eden tutuklamalarla birlikte demirden dağların arkasında kalmıştır.
Çok partili hayata geçişten sonra tek partili yılların Türklük tasavvuru ve bununla bağlantılı dış politika anlayışı, yüksek sesle tenkid edilmeye başlanmıştır. Zamanla eleştiriler, resmi söylemin dışında milli kimliğe dair farklı imajları ve hatta alternatif milliyetçilikleri siyaset sahnesine taşımıştır.[19] Normalleşme yönündeki diğer önemli kavşak noktası, Türk kimliğine beşiklik eden tarihi havzaların uluslararası sistemdeki dönüşümler sayesinde yeniden Türkiye ile etkileşime açılmalarıdır. Türk cumhuriyetleriyle kucaklaşma, kimliğin ilk katmanına, köklere dair hafızayı canlandırmış; Balkanlar üzerindeki demir perdenin kalkışı ise ikinci anlam elbisesini tarihin gardrobundan çıkarmıştır.
Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde katedilen merhale, Osmanlı tarihini ve komşu toplumları ötekileştiren ideolojik bakışa zemin kaybettirmiştir. Osmanlı Devleti’nin 700. yılı münasebetiyle düzenlenen etkinlikler ve gördüğü ilgi bu bakımdan önemli bir dönüm noktasıdır. Türk siyasi hayatının son önemli askeri müdahalesi olan 28 Şubat’ın üzerinden henüz iki sene geçmeden gerçekleştirilen bu organizasyonlar demeti, normalleşme sürecini besleyen sosyolojik dinamiklerin 21. yüzyılın eşiğinde eriştikleri kudreti gözler önüne sermiştir. Irak’ın işgalinin tetiklediği olaylar zinciri, tarihi Türk kimliğini besleyen son havzayla da yeniden güçlü köprülerin inşâsına zemin hazırlamıştır. Takip eden dönemin siyasi hadiseleri ise psikolojik ve fiilî engellerin bertaraf edilmesinin nasıl pratik sonuçlar doğurabileceğini ortaya koymuştur.
***
Demirden dağların birer birer eriyişi, Ergenekon’a çekildiğimiz dönemdeki güçler dengesini yeniden kontrol etmemiz gerektiğini ihtar ediyor. Tekrarlayalım; tarihî Türklüğün dönüştüğü uzun sürecin temel motivasyon kaynağı, Batı’nın mutlak üstünlüğüne dayalı ardışık tarihsel konjonktürlere yayılan elverişsiz jeopolitik denklemlerdi. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde zirve noktasına ulaşan bu trendin yönü, “çevre”deki dekolonizasyonu takip eden sanayileşme çabalarıyla birlikte tersine dönmeye başladı. Küreselleşme döneminde üretimin coğrafi mekânlarında yaşanan değişim de söz konusu eğilimi hızlandırdı. 21. yüzyılın ilk çeyreğine girdiğimizde, 2005 yılı itibariyle Batı dışı dünyada yükselen ekonomilerin satın alma gücü paritesine göre dünya üretimi içindeki payları % 50’nin üzerine çıkmıştı. 2006 yılında küresel gayrı safi hasıla artışının yarıdan fazlasını sağlayanlar da aynı ülkeler oldu.[20]
2008’den itibaren şiddetle hissedilmeye başlanan ekonomik kriz, dengelerin alt-üst oluş sürecini tahminlerin ötesinde bir sürate ulaştırdı. 2009 yılında ABD ekonomisi % 3.5, Euro Bölgesi % 4.2 küçüldü, ama örneğin Çin ekonomisi % 9.5 büyüdü. Çin bir yıl sonra ise bu oranı % 10,5’e taşıdı. Dünyanın en büyük 150 bankasının hesaplarına göre, gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülke bankalarının kredilerinden 2 trilyon dolar daha fazla mevduat kaynağına sahipler. Üstelik dünya kamu borcunun da yalnızca % 18’i bu ülkelere ait. IMF verilerine göre 1990 yılında dünya tüketiminin nominal rakamlarla % 20’sini gerçekleştiren gelişmekte olan ülkelerin 2011 yılı sonunda bu oranı % 40’a, 2018’de ise % 50’ye çekecekleri hesap ediliyor.[21] Yine IMF’nin tahminlerine göre, 2016’da ABD, dünyanın en büyük ekonomisi olma sıfatını Batı dışı bir güce, Çin’e devredecek.[22]
Uzun bir tarihsel çevrimde hayati eşiklerin aşıldığına işaret eden bu rakamlardan başka birçok parametre de dünya düzeninin temel mimarisinin çok ciddi bir dönüşüm sürecinden geçtiğini gösteriyor. Hararetli küreselleşme tartışmalarına sahne olan 1990’lar boyunca ekonomik zenginlik ve iktidarı merkez ülkelerde daha fazla toplayan eğilimlerin doğrultularında büyük değişimler yaşanıyor. Uluslararası sistem, güç dağılımı bakımından gittikçe çok merkezli hale gelirken, finanstan savunmaya kadar uzanan birçok önemli alanda küresel kurumların işlevlerini üstlenen bölgesel yapılanmalar ortaya çıkıyor.
Dünya sisteminin maddi dengelerini alt üst eden bu dinamiğin bir başka önemli özelliği yaşananlara sanayi devrimi sonrası dönemde benzeri bulunmayan bir mahiyet kazandırıyor. Geleceğin yeni büyük güçleri olan millet-imparatorluklar[23] Batı dışı coğrafyalardan doğuyor ve etraflarında yalnızca ekonomik bir çekim merkezi inşa etmekle yetinmiyorlar. Bu “yeni bölgecilik”, sadece sosyo-ekonomik işbirliğine yönelik inisiyatiflerle sınırlı değil. Aynı zamanda bölgesel güç merkezlerinin, çok taraflı kurumlara ait fonksiyonlarla birlikte kültürel, ideolojik, siyasi ve askeri diğer alanlara yayılan egemenlik iddialarını da içeriyor. ”Şarkta ve garpta”, millet-imparatorluk projelerinin çekirdeğinde yer alan ulus devletler, kimliklerini mümkün olan en geniş çağrışımları uyandıracak, en fazla sayıda insanı kuşatacak şekilde yeniden tanımlıyorlar. Medeniyet vurgusunun yükselişi bu dinamikle de ilişkili. Rus Avrasyacılığının yorumları, Çin’de ve Latin Amerika’da yaşanan kimlik tartışmaları bahsettiğimiz konu bakımından önemli örnekler. Gelecek asır, millet-imparatorlukların asrı olacakmış gibi gözüküyor. Nitekim, aramızdaki demirden dağları erittiğimiz bölgelere Türkiye’den baktığımızda benzer manzaralarla karşılaşmıyor muyuz? Peki acaba biz, bir genişleme evresine hazır mıyız?
***
Yazıyı, bu aşamadaki en önemli hazırlığın zihnî düzeyde gerçekleşmesi gerektiğine işaret eden bazı kıyaslama ve değerlendirmelerle tamamlayacağım. Geçen yüzyılın başındaki dengelerin değiştiği, yeni bir tarihsel konjonktür ve jeopolitik denklem bekliyor bizi. Aradan geçen zamanda temsil ettiğimiz özne hayli büyük dönüşümler yaşadı. İçine girdiğimiz ”Yeni Çağ”ın talepleri ise dünkülerden farklı. Diğer tüm parametreler tartışmaya açık olsa da şu noktanın şüphe götürmediğini kabul etmeliyiz. Batı’nın üstünlüğünü gerekçe göstererek tarihî Türk kimliği ve bileşenlerine yöneltilen eleştiriler, maddî dayanaklarını yitirdi. Bu durum, Batı’nın yükselişiyle gölgede kalan tüm kadim medeniyet havzaları için geçerli. Maddi güç dengelerindeki değişim, Batı dışı dünyadan yükselen öznelerin/aktörlerin kendilerine olan güvenlerini arttırıyor. Geçmişin yaralarını sarar ve geleceğe hangi kimlikle yöneleceklerine karar verirken Batılı öznenin önerdiklerinden farklılaşan özgün arayışlara girmek hususunda daha cesurlar. Geleceği kuracak bilgi ve vizyonu ithal etmek istemiyorlar.
Zhang Weiwei’nin çalışmaları bu durumun güzel bir örneği. Weiwei, hem Çin devleti hem de Batılıların önem verdikleri prestijli bir akademisyen. Çin ve Batı medeniyetlerini karşı karşıya getiren mukayeseli tartışmalarda Fukuyama’nın karşısına oturtulduğunu söylemek, meramımı anlatmak için yeterli olacaktır. Weiwei, Batı’da icad edilen sosyal bilimlerle hakikat arasında çok sorunlu bir ilişki olduğunu söylüyor. Dayandığı matematik modeller sebebiyle ekonomiyi biraz kenarda bırakıyor, ancak siyaset bilimi ve sosyolojiyi yerden yere vuruyor.[24] Eleştirisinin asıl sebebi, hızla dünyanın bir numaralı ekonomisi olma yolunda ilerleyen ülkesinin yüzleşeceği temel sorunları çözebilecek özgün çabalara meşruiyet alanı açmak. Nitekim, son kitabıyla Çin’e etnik problemlerini aşabilmesi için kavramsal bir dayanak sunuyor.[25] Ona göre Çin, bir ulus-devlet değil, medeniyet devleti. Aynı medeniyetin mensuplarını tek çatı altında toplayan bir devlet. Ulus devletten kuşatıcı olduğu için farklılıkları daha fazla tolere edebileceği savunuluyor. Çünkü bu ölçekten etnik çeşitlilikler, rahatsız edici gözükmüyorlar. Arkasını dayadığı maddi başarı hikâyesi de, Weiwei’nin tezlerine ciddiyet katıyor.
Çin’den benzeri bir özgünlük arayışıyla kendi gündemimize döndüğümüzde, ülkü-devlet[26] gibi üzerinde neredeyse hiç konuşulmayan kavramların resmi geçidi karşılıyor bizi. Oysa yaşadığımız sürecin doğasında yatan karmaşa ve belirsizliklerin üstesinden gelebilmek için yaratıcı tartışma zeminlerine ihtiyacımız var. Ne eskinin bütünüyle silindiği ne de yeninin doğabildiği bir geçiş sürecini yaşıyoruz. Bir taraftan Türklüğün Ergenekon çağında sırtına yüklenen sorunlar yumağı canımızı yakmayı sürdürüyor. Diğer yandan ise tarihî Türklüğe ait hatıraların dirilişine şahit oluyoruz. Dünya ekonomisi ve politikasının evrimi karşımıza yeni rol ve fırsatlar çıkarıyor. Bunların gereklerini yerine getirdikçe temsil ettiğimiz kimlik de yeni çağrışımlar yüklenmeye devam ediyor. Tarihi hem uyandırıyor hem de yapıyoruz. Korkularımız yakamızdan çekiştirirken bile, umutlanmak için çok sebebimiz var. Toz-duman içindeyiz doğru, ama unutmamalıyız ki etrafımızda eriyenler kar değil, dağdır.. Üstelik de demirden…
Son olarak şu noktanın altını çizmek gerekiyor. Genişleme, teknik detaylarına burada yer veremediğimiz köklü yapısal sebepleri olan bir süreç. Yalnızca klasik devletlerarası ilişkileri değil, sivil toplum düzeyindeki etkileşimleri de kapsıyor. Özneleşmiş bir toplumun/milletin dışarıya taşan her türlü enerjisinden bahsediyoruz. Şüphesiz, kısa vadede karşımızda duran dış politika gündeminin incelediğimiz dinamikle bağlantısı var. Ancak biz genişleme ile daha derin bir tarihsel hareketliliği kastediyoruz. Önümüzdeki yıllarda Türkiye’mizi, bu hareketin hızı ve doğrultusuna dair farklı vizyonlara sahip kesimler arasındaki tartışmalar bekliyor.
* Muharrem Ergin (Yay. Haz.), Oğuz Kağan Destanı, Hülbe Yay. 1988, s.32. (Günümüz Türkçesi: Daha deniz, daha ırmak/Güneş tuğ, gök çadır olsun)
** Muharrem Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yay., 1978, s.66, Kül Tigin Abidesi, Güney Yüzü.(Günümüz Türkçesi: O yere doğru gidersen Türk milleti öleceksin…/ Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.)
[1] Mehmet Akif Okur, Yeni Çağın Eşiğinden Avrasya’nın Kalbine Bakmak, Tarihten Günümüze Orta Asya’nın Jeopolitiği Üzerine Düşünceler, Yesevi Üniversitesi Yayınları, 2011. Kitabın tam metnine şu internet adresinden erişilebilir: http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitaplar/avrasya_rapor.pdf
[2] Nevzat Kösoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp, Ötüken, 2009, s.109
[3] Jan Nederveen Pieterse, Globalization or Empire?, London, Routledge, 2004, s.74
[4] David Kenneth Fieldhouse, Economics and Empire, 1830-1914, London, Macmillan, 1984, s.1
[5] Ziya Gökalp’ten aktaran Nevzat Kösoğlu, a.g.e., Ötüken, 2009, s. 177
[6] Ziya Gökalp’ten aktaran Nevzat Kösoğlu, a.g.e., Ötüken, 2009, s.s.174
[7] 1473 ile 1700 yılları arasında İngiliz dilinde basılı tüm eserleri kapsayan Early English Books Online’da Türk kelimesi ve türevleri taranmış, 807 kayıtta 2721 defa kullanıldığı görülmüştür. Aynı veritabanında Ottoman kelimesi ve türevlerine ise 66 kayıtta 187 defa rastlanmıştır.
[8] Ralph Carr of the Middle Temple, The Mahumetane or Turkish Historie, London:Thomas Este, 1600
[9] Here Begynneth a Lytell Treatyse of the Turkes Lawe Called Alcaron, London : In fletestrete in the sygne of the Sonne by me Wynkyn de worde, 1519
[10] Lancelot Addison, The life and Death of Mahumed, the Author of the Turkish Religion, London: Printed for William Crooke, 1679.
[11] Hoca Sadeddin Efendi, The Reign Of Sultan Orchan, Second King Of The Turks, Translated Out Of Hojah Effendi, An Eminent Turkish Historian,Çev.William Seaman, London: T.R & E.M., 1652
[12] Ziya Gökalp’ten aktaran Nevzat Kösoğlu, a.g.e., Ötüken, 2009, 179
[13] Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları, İletişimYayınları, İstanbul 1997, s.100
[14] Füsun Üstel, a.g.e., s.221-222
[15] “Türk Ocakları Merkez Binası’nın Açılmasında Hamdullah Suphi Bey’in Söylediği Nutuk”, Türk Ocakları Matbaası, 1930, s.19
[16] Nevzat Kösoğlu, a.g.e., 2009, s.113
[17] Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları, İletişimYayınları, İstanbul 1997, s.393. Türk Ocakları’nın bu dönemini ele alan çok önemli bir çalışma için ayrıca bkz. Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları 1912-1931, Ötüken Neşriyat, 2004
[18] M. Şükrü Hanioğlu, “Osmanlı yapamadı ama biz başardık: Türk oryantalizmi”, Sabah, 27.02.2011.
[19] Türk milliyetçiliğinin 1960’ların sonlarında bağımsız bir siyasi parti halinde örgütlenirken parti amblemi olarak İmparatorluk dönemine ait bir sembolü seçmesi bu açıdan anlamlıdır. Söz konusu dönemde Kemalist kimlik tasarımını eleştiren muhalif milliyetçilerin Ortadoğu hakkındaki değerlendirmeleri için bkz. Ziya Nur, “İki Asırdır İlerleme Maksadı İle Tuttuğumuz Yol Hakkında”, Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesiiçinde, İstanbul: İrfan Yayınevi, 2000, s.32-50 – Erol Güngör, “Ortadoğu ve Türkiye”, Türk Kültürü ve Milliyetçilik içinde, İstanbul: Ötüken, 1995, s.261-266. – Erol Güngör, “Türkiye’den Ortadoğu’ya Bakış”, Türk Kültürü ve Milliyetçilik içinde, İstanbul: Ötüken, 1995, s. 267-272.
[20] The Economist, “Coming of Age”, The Economist, Vol. 378, Issue 8461, 1/21/2006, (Erişim)
http://search.ebscohost.com/login.aspx?direct=true&db=a9h&AN=19491983&site=ehost-live, 17 Ekim 2006
[21] Saruhan Özel, “Dünya artık sadece ABD ve Avrupa değil…”, Zaman, 24.08.2011
[22] The International Monetary Fund, World Economic Outlook Database(April 2011), http://www.imf.org/external/datamapper/index.php
[23] Dünya düzeninin yeni ontolojisine karakterini veren başat aktörleri tarif için kullandığımız millet-imparatorluklar terimi, gücün ya ABD, Çin ve Rusya gibi büyük bir ulus devlet ya da Avrupa, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da görüldüğü üzere çok devletli örgütlenme çabaları ekseninde yeniden bölgeselleşmesini ifade etmektedir. Konuyla ilgili etraflı bir tartışma için bkz. Mehmet Akif Okur, “Millet İmparatorluklar Çağı’nın Eşiğinde: Genişleyen Dünyada Küresel Kapitalizmin Yeni Mimarisine Doğru”, KüreselleşmedenPostküreselleşmeye, Değişim Sürecindeki Dünya Düzeni ve Türkiyeiçinde, Murat Saraçlı (ed.), Lotus Yayınevi, Ankara, 2008, ss.11-67.
[24] Francis Fukuyama ve Zhang Weiwei, “The China Model, A Dialogue between Francis Fukuyama and Zhang Weiwei, NPQ, Fall 2011, s.52
[25] Zhang WeiWei, China Wave: The Rise of a Civilizational State, World Scientific Publishing Company, 2012
[26] Bkz. Ş. Teoman Durali, Omurgasızlaştırılmış Türklük, Dergah: 2010
Kaynak :
Türk Yurdu, Nisan 2012 – Yıl 101 – Sayı 296
Atıf yapılmak istendiğinde, yukarıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.