Bireyin ve Toplumun Yaşamında Manevi Yaşamın Yeri ve İşlevi

 

Prof. Dr. Doğan CÜCELOĞLU[i] 

Erol Güngör benim arkadaşımdı. İkimiz de Prof. Mümtaz Turhan‟ın gözde öğrencileriydik ve ikimiz de mezun olduktan sonra onun asistanı olduk. Erol ve ben aynı odada dört yıl asistan olarak çalıştık. Hocam Prof. Mümtaz Turhan‟ı ve arkadaşım Prof. Erol Güngör’ü Türk düşünce tarihine katkıları nedeniyle huzurunuzda rahmetle ve saygıyla anıyorum. 

Toplumsal Değişim Planlanırken 

Hem birey için hem toplum için değişim, yaşamın değişmez bir kuralı. Hiçbir birey ve toplum doğal koşullarda sürekli olarak aynı kalamaz. Değişim, ya doğal ortamında kendiliğinden oluşur, ya da zorunluluk sonucu bir gereksinim olarak planlanarak yapılır. 

Konuşmamda planlanmış toplumsal değişimden söz etmek istiyorum. Bu Konuşmanın temelindeki aksiyom şudur: Bireydeki değişim toplumu ve toplumdaki değişim bireyi sürekli etkiler. Böylece toplumsal değişimin temel dinamiğini ifade etmiş oluyorum; değişim birey ve toplumun iki yönlü etkileşimiyle ortaya çıkan bir süreçtir. Toplumsal değişim stratejileri bu iki yönün farkında olarak oluşturulmalıdır. 

Toplumsal değişim planlanırken birey hesaba alınmazsa, yani değişim sadece ekonomik ve yasal bir altyapı olarak algılanırsa, değişim sağlıklı olmaz. Her insanın içinde hem değişimi tetikleyen, teşvik eden hem de değişime direnen yönleri vardır. Kişinin içindeki bu şey onun anlam verme sistemidir. 

Bu konuşmam aslında anlam verme sistemi üzerine olacak, çünkü anlam verme sisteminin iyi anlaşılması gerekir. Anlam verme sisteminin içinde hem değişimi teşvik eden hem de değişime direnen ögeler vardır. 

İnsan neye direnir ve neyi teşvik eder? Bu sorunun cevabı insanın kim olduğuna ve değişen şeyin ne olduğuna bağlıdır. Kimin neyinin değişmesini istiyorsunuz? Ben yurt dışında, adını -içine girdiği toplum daha rahat söylesin diye- değiştiren de gördüm, buna şiddetle direnerek herkese adını babası, anası gibi söylesin diye ısrar eden de. Değişime maruz kalan “Şey‟in anlam verme sistemi içindeki işlevi kişiden kişiye, toplumdan topluma değişebilir. 

Tek bir birey için geçerli olan bu ifade bireylerin oluşturduğu toplum için de geçerlidir: Toplumun anlam verme sistemi o toplumun kültürüdür. Bir toplumun kültürü hem değişimi teşvik eder, hem de bazı yönleriyle değişime direnir. 

Anlam ve Yaşam, Manevi Yaşam ve Din 

Bireyin insan olarak evrenle ilişki kuruş sistemine “manevi yaşam” diyorum; Manevi yaşam bireyin anlam verme sisteminin en temel ögesidir. Bireyin anlam verme sisteminin tümü bu temelle uyumlu olmak, bütün olmak, “entegre olmak” baskısı altındadır; beyin yaradılışının doğası gereği farkında olmadan bu bütünlüğü arar. Böylece kişi içinde yaşadığı evreni, kendini, olayları bölük pörçük değil, anlamlı bir bütün içinde algılar ve anlamlandırır. Bu bütünün kaybetmek demek kişinin yaşamının anlamını kaybetmesi demek olur. Toplumun bir bütün olarak evrene anlam verme sistemi dindir. Birey için manevi yaşam ne ise, toplum için de Din odur. 

Bu noktada bireyin manevi yaşamıyla toplumun dini arasındaki ilişki çok ilginç bir tartışma konusu olarak karşımıza çıkmaktadır, ama bu konuşmanın temel amacına uymadığı için bu yönde bir irdelemeye girmeyeceğim. 

Burada üzerinde duracağım temel konuyu şöyle özetleyebilirim: değişim stratejilerini iki türlü oluşturabilirsiniz: 

1- bireyin/toplumun anlam verme sistemini hesaba katarak;

2- bireyin/toplumun anlam verme sistemini hesaba katmayarak. 

Bu konuşmanın temel savı bireyin/toplumun anlam verme sistemini hesaba katmayarak oluşturulan değişim stratejilerinin uzun vadede verimli olmayacağıdır; 

Sürdürülebilir değişim için bireyin ve toplumun anlam verme sistemi o değişim Süresinin bir parçası olmalıdır. Bu temel anlayışı açıklamak için insandan söz etmek gerekiyor; insan kimdir? İnsan deyince ne anlamalıyız? 

İnsan Donanımı ve Yazılımı 

Evet, şimdi birey dediğimiz zaman ne anlamış oluyoruz? Benim alanım bilişsel psikoloji ve “birey dediğimiz zaman ne anlamış oluyoruz” konusundaki bakış tarzımı sizinle paylaşmak istiyorum. 

Artık bilgisayar terminolojisi çok yaygın; özellikle bilgisayarla ilgilenenler donanım ve yazılım kavramını bilirler. Şimdi insan donanımına bakalım; sinir sistemi temel bir yapıt olarak karşımıza çıkıyor. Sinir sisteminde yüz milyarın üstünde sinir hücresi var. Çocuk bununla doğuyor ve bu çocuk doğduktan sonra ilk üç yaş içerisinde saniyede otuz milyon sinaps oluşturmaya başlıyor. Böylelikle insanın sinir yapısı içerisinde her bir nöronun bin ile on üç bin arasında değişen sinaptik bağlantısı oluşmaya başlıyor. Bunları bir araya koyduğumuz zaman insanın sinir sisteminde on üzeri yirmi altı (1026) sinaptik bağlantı oluşuyor. Bu on üzeri yirmi altı sinaptik bağlantıların her birisini teker teker saymaya kalksak, saniyede bir sinaps saysak, benim yaptığım hesaba göre, otuz yedi milyon yıldan daha fazla zamana ihtiyacımız olur. İşte insan böyle müthiş bir potansiyel olarak doğuyor. Bu kapasitede bir bilgisayar yapmaya kalksak, hacmi yer küresinden daha büyük olacaktır. (Parantez içi gözlem: Zannederim ilerinin bilgisayarları biyolojik ögelerden oluşacak, diye düşünüyorum; beynin yapısı bir model olarak karşımızda duruyor.) 

Çocuk doğuştan böyle bir donanımla, (‘hardwear’la) geliyor. Peki, acaba doğuştan getirmiş olduğu yazılım (softwear) var mı? Benim alanım bilişsel psikoloji (cognitive psychology) ve bilişsel psikolojinin konusu aslında insan yazılımıdır. Bana göre insanın doğuştan getirdiği bir yazılım vardır. Öyle ki, hiçbir anne baba dünyanın herhangi bir yerinde sağlıklı çocuğu için şunu söyleyemez: “Efendim Bizim çocuk doğuştan meraksız, bu çocuk hiçbir şeyi merak etmiyor.” Hiçbir aklı başında anne/baba böyle söyleyemez, çünkü böyle bir çocuk yoktur. Bana göre her bir çocuk doğuştan kodlanmış ya da programlanmış diyebileceğimiz bir beyinle doğuyor. Bu programın bazı komutlarını ben dile getireyim: 

“Belirsizlikten rahatsız olacaksın, belirgin hâle getirmek için elinden geleni yapacaksın. Merak edeceksin, soru soracaksın ve deşeceksin. Öğrendiklerin arasında ilişkiler kuracaksın. İlişkilere anlam vereceksin. Deşeceksin, takip edeceksin. Sadece malumat sahibi olmakla yetinmeyeceksin, bilen insan olmak için çabalayacaksın. Tutarsızlıktan rahatsız olacaksın. Tutarlı bütünler oluşturmak için sürekli gözlemler yapacaksın.” 

Evet, bizim beynimiz gerçekten sürekli bir bütünlük arayışı içindedir. Böyle bölük pörçük, birbiriyle tutarsız malumatları koyduğumuz zaman kafamız karışır, içimiz sıkılır. O nedenle dürüst huzur duyar, çünkü söylediği söz, yaptığı davranış  ve düşünce arasında tutarlılık vardır. Dürüst olmayan, yalan dolan peşinde olan kişi ruhen sıkıntı içindedir. Çünkü beynin bütünlük arayışını karşılayamaz. Binlerce yıl önce Sokrat “Akıllı insan dürüst olur; çünkü ancak dürüst insanın gönül huzuru vardır” demiştir. 

Doğuştan getirilen yazılım “keşfetmekten, öğrenmekten zevk alacaksın.” diyor. Bir çocuğu karınca yuvasının başına koyun, saatlerce gözler. Ama bir çocuğu karşınıza alın, ona karıncalar hakkında malumat yüklemeye çalışın, sıkıntıdan patlar. (Bir parantez içi daha; o nedenle eğitimin planlanmasında bu ikisi arasındaki farkı çok iyi gözlemlememiz gerekiyor.) 

Evet, her doğan çocuk potansiyel bir filozof ve bilim insanıdır. Felsefenin ve bilimin kaynağı çocuk doğarken çocuğa kodlanmıştır. Ama biri diyebilir ki: “Efendim bazı toplumlarda çok sayıda düşünür ve bilim insanı çıkmış. Ama bazı toplumlar çöl gibi, kup kuru. Niye böyle olmuş?” 

Sorun toplumun nasıl çiftçilik yaptığında. Bir meşe palamudu muhteşem bir potansiyeldir. Eğer ortamını bulursa gür bir meşe ağacı, ortamını bulamazsa cılız bir meşe ağacı olur. Doğan her bir çocuk potansiyel bir filozof ve bilim insanıdır. Bunun farkında olarak çiftçilik yapan toplumların çok sayıda filozof ve düşünürü olur. 

İnsan Olaylara Verdiği Anlamdan Sorumludur: Anlam Verme Sistemi 

İnsan anlam vermek için yaratılmıştır. O nedenle elinde değil, çocuk doğuştan altı saat sonra anlam verme sistemi inşa etmeye başlar. İlk inşa ettiği anlam verme sistemi hipokampus temellidir, orta beyin temellidir ve duygusal bellekte, örtük bellekte yer almaya başlar. Ama aylar sonra yavaş yavaş korteks devreye girmeye başlar. 

Şimdi anlam verme sisteminden neyi kast ettiğimi anlatmak istiyorum. Beyaz Perdeye çok kısa bir süre bir şekil yansıtıyorum; göz kırpma zamanı kadar. “Ne Gördünüz?” diye soruyorum. Salondakilerin büyük bir çoğunluğu, ellerini % 90 veya 95‟i kaldırıyor. Evet, çok kişi iki insan yüzü görüyor. “başka bir şey gören oldu mu?” diye sorduğumda birkaç kişi tuhaf bir şekilde sağına soluna bakarak el kaldırıyor. “Siz ne gördünüz?” diyorum. “Efendim biz bir vazo gördük.” diyorlar. “Evet,” diyorum ve sonra perdede şekli yeniden gösteriyorum. 

“Şimdi diyorum lütfen beyazı zemin olarak kabul edin, siyah önde şekil olarak dursun. Ne görüyorsunuz?” İki insan yüzü görüyorlar. “Peki, siyahı zemin olarak kabul ettiğiniz zaman ne görüyorsunuz?” diye sorduğumda o zaman da beyaz bir vazo görüyorlar. Biraz yamuk gibi falan ama ortaya bir vazo çıkıyor. Ve burada olayın tanımını veriyorum; olay, duyu organlarının alabileceği enerji kümesidir. Perdede bir olay var, ama seminer salonunda iki algı var; iki tane anlam potansiyeli var orada. Demek ki hangi zeminden baktığınıza göre olayın anlamı değişiyor. Beyaz zeminden baktığınız zaman yüz görüyorsunuz. Siyah zeminden baktığınız zaman vazo görüyorsunuz. Herhangi bir olayın belirli bir zeminden bakılarak algılanmasına anlam diyoruz. Bu kavram felsefede “görüngü,” “fenomen” adını alır. İnsan aslında olaylar dünyasında değil, fenomen dünyasında kendini var eden bir yaratıktır. 

İşte yaşamın formülü bu: kişi olayı duyu organları aracılığıyla fark ediyor; Kendisinde var olan (ama genellikle kişi kendisinde var olan zeminin farkında değildir) bir zeminde olayı yorumlayarak bir anlam veriyor ve verdiği anlam çerçevesinde de davranıyor. Tabii ki bu davranışın sonucunda da hayatında bir sonuç oluşuyor. 

Görüyoruz ki zemin, algılamayı belirliyor. Ve bunun hemen bir türevi karşımıza çıkıyor: Zemin değişmeden algı değişmez. Böylelikle çok önemli bir şeyi keşfetmiş oluyoruz: Olayların anlamı yok, olaylara biz anlam veriyoruz. Bunun farkına varan insan olgun bir insandır. Olgun insan olaylara verdiği anlamdan sorumluluk alır. 

Örnek verelim; bir çocukla bir baba arasındaki ilişkide çocuk ağlarken “Niye ağlıyorsun?” diye soran babaya çocuk “Oyuncağımı aldılar.” diyor. Eğer baba “Ağlanacak bir şey yok, ağlanacak bir şey yok. Sana yeni oyuncak alırız, ağlama.” derse çocuğun gözünden olaya bakmıyor demektir. Çünkü gerçek şu ki ağlanacak bir şey yoksa hiçbir çocuk ağlamaz. Bir çocuk ağlıyorsa mutlaka ağlanacak bir şey vardır. Kimin gözünden baktığınıza göre anlam değişir. Müşteri temsilcisi durumunda olan bir kişi sorunlarını dile getiren bir müşteriye;“Niçin öfkeleniyorsunuz Hanımefendi/Beyefendi? Bunda öfkelenecek ne var?” derse yanlış yapmış olur. Çünkü dünyada hiçbir insan öfkelenecek bir şey yoksa öfkelenmez. Müşteri öfkelendiğine göre mutlaka öfkelenecek bir şey var demektir. Onun gözüyle baktığınız zaman anlarsınız niçin öfkelendiğini. Olgun insan bunun farkındadır. Biz algılamada kullandığımız zeminin farkında değiliz. İçinde yetiştiğimiz çocukluk ortamında zeminleri farkında olmadan öğreniyoruz. Aynı ana dili öğrenirken ki gramerin farkında olmadığımız gibi. Anlam verme sistemimizdeki zeminlerin farkında değiliz. Farklı bir kültüre gittiğimiz zaman çocukluktan öğrendiğimiz ve farkında olmadığımız zeminlerin farkına varırız. Ben Amerika’ya ilk gittiğimde, yüzüme gülen, “Günaydın.” diyen her kızın bana âşık olduğunu sandım. Ama daha sonra öğrendim ki kızların yüzüme gülmesinin bana âşık olmalarıyla hiç alakası yok. Kadın erkek ilişkisine benim kullandığım zeminden farklı bir sosyal zeminden bakıyorlar. Gerçek şu ki çocukluktan öğrendiğimiz zeminlerin farkında olmadığımız sürece, biz bir kültür robotuyuz. Zeminin farkına vardıkça seçimler yapmaya başlarız Ve böylece birey olma fırsatını yakalamaya başlarız. 

Ayrıca şunu bilmeliyiz ki, biz insanlar ancak paylaşılan zeminler çerçevesinde iletişim kurabiliriz. Şu anda benim bu konuşmamı anlıyorsanız, paylaştığımız bir zeminden dolayı anlıyorsunuz. Ortak zeminimiz Türkçe, Türk Kültürüdür; o nedenle birbirimizi anlıyoruz. 

Olayların Farklı Anlamları Her Zaman ve Her Yerde Olacaktır 

Günlük yaşamda algılama farklılıkları sürekli vardır; bunlar ortamda var olan ifade özgürlüğünün derecesine göre ifade edilir ya da edilmez, ama algılama farklılıkları sürekli vardır. Örneğin ailede, kadın erkek arasında algılama farklılıkları olacaktır. Eğer bir aile algılama farklılıklarının ifade edilmesine izin vermiyorsa o ailede kişiler ilişkilerinde zorlanmaya başlar; muhtemelen burada ilişkiler “mış gibi” olmaya başlayacaktır. Yani erkek vazo görüyorsa kadın iki yüz gördüğünde, erkek “yanlış görüyorsun, orada iki yüz değil vazo var; doğru dürüst bak.” diye zorlayacak olursa, zaman içerisinde kadın çok muhtemelen erkekten korkusundan, “Sen ne görüyorsan ben de onu görüyorum.” demeye başlar. Vazo görmese dahi “vazo görmüş gibi” konuşmaya başlar. “Mış gibi yaşamlar”ın temelinde böyle zorlayıcı, ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı ortamlar bulunur. 

Bir örnek daha vermek istiyorum; çocuk, “Anne korkuyorum.” diyor. Annesi, “Korkulacak bir şey yok” diyor. Bu tür anne çocuk etkileşimi, çocuğun sağlıklı gelişimini olumsuz etkiler. 

Öğretmen öğrenci, yönetici çalışan, devlet vatandaş ilişkisi de ortamdaki ifade özgürlüğü yönünden ele alınabilir. Özgürlükçü demokratik ortamda kişinin algısını olduğu gibi paylaşma özgürlüğü vardır; totaliter korku ortamında bu özgürlük yoktur; o nedenle korku ortamlarında yukarıda belirttiği gibi, mış gibi yaşamlar oluşmaya başlar. Totaliter korku ortamında zemin farklılıkları toplumun zenginlik kaynağı değil, o toplumun sorun kaynağı olarak görülür. 

Çocuğun Gelişim Ortamı ve Anlam Verme Sisteminin Gelişmesi 

Şimdi biraz anlam verme sisteminin gelişmesinden söz edelim. İki çocuk yetiştirme ortamı düşünün. Şimdi bu sağ kısma geçtiğinde ben çocuğun korkusuna konuşulan türden bir ortamı dile getireceğim. 

Diyelim ki bir babanın beş yaşında bir oğlu var. Oğlunun adı da Timur olsun. Kendi oğlumun adını kullanayım. “Gel buraya.” diyor. “Efendim baba.” diyor. “Gel buraya.” diyor. “Buyur baba.” diyor. “Bana bak yatmadan önce dişlerini fırçala.” “Niye baba?” diyor. “Niyesi miyesi yok oğlum.” diyor. “Ben senin baban değil miyim? Dediğimi yap, dediğimi yap, akıllı çocuklar babasının dediğini yapar. Hadi dediğimi yap.” Çocuk “Peki” diyor. Dişini fırçalamaya başlıyor ve bakıyor annesinin babasının fırçaladığı yok, ama kendisi fırçalıyor. Şimdi bir süre sonra o da artık ara sıra unutuyor. Ve babası görüyor görmüyor. Gördüğü zaman bağırıyor. “Niye fırçalamıyorsun ben sana demedim mi?” diyor. “Ama baba siz de arada sırada fırçalamıyorsunuz.” diyor. “Sus benimle böyle konuşamazsın. Karşı gelme bana, Dediğimi yap; yapmazsan döverim.” diyor. 

Bu çocukla ilgili dört gözlem yapalım: Bir, bu çocuğa sorsanız “Neden dişini fırçalıyorsun?” diye, ne cevap verir? Herhâlde, “Babam istediği için.” diyecek. İki, “Fırçalamazsan ne olur?” “Babam kızar, babam döver.” Üç, etrafta annesi, babası yoksa bu çocuk dişini fırçalar mı? Hayır. Dört, peki, bu çocuk anne baba yokken dişini fırçalamamaktan zevk alır mı? Evet. Niçin? Çünkü dişini fırçaladığı zaman babasının robotu oluyor. Fırçalamadığı zaman kendisi oluyor, özgür insan oluyor. Bu ortam çocuğun korkusuna konuşulan aile ortamıdır. Çocuk korkutularak yetiştiriliyor. Şimdi sahnenin sol tarafına geçiyorum. Şimdi bu sol kısım çocuğun anlamasına konuşulan bir aile ortamını temsil ediyor. 

Diyelim ki baba çocuğun dişlerinin temiz olmasını, çocuğun diş bakımını öğrenmesini istiyor. Emek veriyor, zaman veriyor, çalışıyor iki tane resim buluyor. Bir tanesini sağ elinde tutuyor. Bir tanesini sol elinde. Sağ elinde tuttuğu çürük dişleri olan bir adamın, sol elinde tuttuğu pırıl pırıl dişleri olan gülümseyen bir adamın resmi. 

Oğlunu çağırıyor, “Oğlum.” diyor “bak, ileride büyüdüğün zaman dişlerin nasıl olsun? Böyle çürük mü olsun?” Sağ elindekini gösteriyor. “Yoksa böyle mi olsun?” Sol elindeki temiz dişli adamın resmini gösteriyor. Çocuk eğer ilişkileri sağlıklıysa hiçbir tereddüt etmeden iki saniye bile geçmez, sağlıklı dişi olan adamın resmini gösterir. “Tamam.” diyor baba. “Peki, merak ediyor musun neden bunun dişi çürümüş, neden bununki hiç çürümemiş, böyle tertemiz kalmış?” Çocuk insan olduğundan dolayı merak eder, öyle kodlanmış. “Evet, merak ediyorum.” “Peki anlatıyorum. Bir bisküviyi çocuğun gözü önünde ikiye bölersiniz. Yarısını siz yersiniz, yarısını o yer. Çocukla beraber gidersiniz bir aynanın karşısına ağzınızdaki kırıntıları görürsünüz. “işte,” dersiniz, “bu çürük dişli adam yemekten sonra ağzındaki kırıntılarla yatmış uyumuş. Ağzımızın içine bir bakalım. Serçe parmağımızı ağzımızın içine sokalım hafifçe; evet, ağzımızın içi ılık ve ıslak. İşte bütün gece bu ılık ve ıslak yerde bu ağızdaki kırıntılar kokmuş, kokuşmuş, çürümüş. İşte oğlum bu kişinin ağzındaki dişler zaman içinde bu kırıntıların kokuşmasıyla çürümüş. Peki, bu temiz dişli adam ne yapmış bu kırıntılardan kurtulmak için öğrenmek ister misin?” “Tabii.” “Gel.” Gidersiniz lavaboya diş fırçasını, diş macununu çocuğa ayrıntılı olarak Gösterirsiniz, diş nasıl fırçalanıyor, anlatırsınız. Diş arasındaki kırıntılar nasıl temizleniyor? Fırçalamanın en iyi tarzı, en etkili tarzı nasıldır? Ondan sonra güzel bir gargara yaparsınız, aynanın karşısına geçer bakarsınız. “Evet, kırıntı kalmamış. İşte bu temiz dişli adam her gün yatmadan önce dişlerini fırçalamış ve ağzında hiçbir kırıntı bırakmamış. Şimdi anlıyorsun, neden dişleri böyle inci gibi. Annen ve ben dişlerimizi fırçalıyoruz. Çünkü biz dişlerimizin çürümesini istemiyoruz. Sen akıllı bir çocuksun. Artık ne yapacağını biliyorsun. Beni dinlediğin için teşekkür ederim.” 

Şimdi bu çocuğa yukarıda belirttiğim aynı dört soruyu sorun. Bir, “Timur, neden dişini fırçalıyorsun?” “Ağzımda kırıntılar kalmasın.” İki, “Peki Timur dişini fırçalamazsan ne olur?” “Ağzımda kırıntılar kalır ve dişim çürür.” Üç, “Peki, annen baban yok, dişini fırçalar mısın?” “Tabii fırçalarım, onlarla ne ilgisi var?” der çocuk. Dört, “Peki dişini fırçalamamaktan zevk alır mısın?” “Hayır, almam; ben enayi miyim? Dişimi fırçalamazsam dişim çürür, insan dişinin çürümesinden zevk alır mı?” der. 

Bakın çocuk korkusuna konuşulan ortamda ne demişti? Birincisi: “Neden dişini fırçalıyorsun?” Korku ortamında “Babam istediği için.” Otorite istediği için yapıyor. Ama çocuğun anlamasına konuşulan ortamda ne diyor? “Kırıntılar kalmasın diye.” Yani işin kendisinde var anlamı. “Peki, fırçalamazsan ne olur?” Otorite korkusu işin içerisine giriyor. Demek ki işin yapılmasının temelinde korku var. “Otorite kızar, cezalandırır.” Öbüründe ne var? “Fırçalamazsan ne olur?” İşin kendisinden gelen bir anlam var. “İstemediğim bir şey olur. Ben onun çürümesini istemiyorum onun için fırçalarım.” 

Ve üçüncü soru: “Otorite görmediği zaman yapar mısın?” “Hayır, yapmam.” “Neden?” “Çünkü jandarma dipçiği yok.” Öbüründe ise, “Ben enayi miyim, niye dişimin çürümesini isteyeyim ki?” diyor. Hep içerideki anlamdan hareket ediyor. Dördüncüsü: “dişini fırçalamamaktan zevk alır mısın?” “Evet, dişimi Fırçalamamaktan zevk alırım. Çünkü ben dişimi fırçaladığımda babamın robotu olmak istemiyorum; kendim olmak istiyorum. Ben, hayatımda kendim olmak

İstiyorum; seçimlerimi kendim yapmak istiyorum; bana zarar verse dahi kendi Seçimlerimi kendim yapmak istiyorum.” Diyor. Otoriteye karşı bir tavır alış var. Öbüründe otoriteyle bir takışma yok; çünkü otorite onun anlamasından hareket ederek onunla iletişim kuruyor; arada bir kopukluk, bir zıtlık yok. 

Kurallara Uymak Ya Da Kuralları İhlal Etmek 

Şimdi bir başka gözlem yapmak istiyorum; bir toplumda insanlar neden kurallara uyar, başka bir toplumda niçin uymaz? Bakıyoruz bir toplumda kişiler ilk fırsatta kuralları ihlal ediyor. Acaba neden insanlar bu toplumda ilk fırsatta kuralları ihlal ediyor? Neden elinden geldiği kadar kurallara uymamaya çalışıyor? Korku toplumunda jandarma dipçiği yoksa kuralların anlamı yoktur; nasıl çocuk, babası yokken dişini fırçalamazsa, polis ya da jandarma olmadığı zaman o toplumun insanları kurallara uymaz. Demokratik bir toplumda kurallar oluşturulurken toplumla iş birliği içinde oluşturulduğu için her bir vatandaş doğal olarak o kuralın uygulayıcısı ve koruyucusu olur. Bu söylediklerimle şu anda benim Ülkemin tarihsel olarak en önemli olgusunu, en önemli stratejik tercihlerini göstermiş oluyorum. 

İki Yönetim Modeli 

Kişinin korkusuna konuşulan ortamda temel anlayış şudur: kişinin kendisinin anlam vermesi, düşünmesi, karşılaştırması, karar vermesi önemli değildir. Kişinin seçim hakkı yoktur. Çünkü otorite ondan daha iyi bilir ve otorite kişi namına onun adına karar verir. Herkes bu kararı sorgulamadan kabul etmek zorundadır. Bu tür toplumlarda otoritenin karar vermesi gereklidir ve yeterlidir. Kişinin anlamasına konuşulan ortamda, kişinin kendisinin anlam vermesi, düşünmesi, karşılaştırması, karar vermesi önemlidir. Kişinin seçim hakkı kutsaldır. Bireyin hangi sonucu istemesine ve istediği sonuca ulaşmak için seçimler yapmasına bu ortam doğal olarak izin verir. Bu ortamın yönetimi, mutlu bireylerden mutlu toplumun oluşacağına inandığı için, istediği sonucu elde etmek için bireye yardım edici fikirler verir, bir tür koçluk yapar. 

İki tür yönetimden biri insanların aklına, anlamasına konuşarak yönetmektir ki bence liderlik aslında budur. Böylelikle insanlar niçin yapacaklarını öğrendikten sonra nasıl yapacaklarına önem vermeye başlarlar. Ve bu “niçin” esasında bir vizyon, bir “anlamdır” ve yönetim temelde anlam yönetimidir. Böylece insanları onların anlam verme sistemin içinden yönetirsiniz. 

Totaliter korku odaklı yönetim tarzı, kişilerin davranışlarına odaklanır ve onların anlam verme sistemlerini önemsemez; bu yönetim için insanların davranışlarını ve elde ettikleri sonuçlar önemlidir. Böylece yönetim sadece emir Vermekle yükümlüdür. Ve emir altındaki kişiler, isteneni istendiği gibi harfiyen yapmak zorundadırlar. Yönetici otorite, niçin böyle yapıldığıyla ilgili herhangi bir açıklama yapmak zorunda değildir. 

(Parantez içinde şu düşüncemi belirtmek istiyorum: Askerlik sistemi içerisinde özellikle kritik anlar olarak bilinen savaş durumunda kişileri davranışlarıyla yönetmek tek anlamlı askerce yönetim stratejisidir; aksi hâlde sistem çöker, savaş kaybedilir. O nedenle sivil yönetimin yetersiz kaldığı durumlarda “sıkıyönetim” ilan edilir.) 

İletişim Bilinci 

Anlam verme sisteminin ürettiği anlamları insanlar iletişim yoluyla paylaşırlar. İki insan birbirinin farkına varınca iletişim başlar. İletişim mesaj alışverişidir ve mesajların iki temel kaynağı vardır. Bir tanesi insanların “yüz” dediğim toplumsal yaşamı, öbürü de “can” dediğim iç dünyası. Toplumsal yaşamın o topluma özgü gereksinmeleri vardır. Bu gereksinmeleri kabaca toplumsal roller, beklentiler, normlar, kurallar, gelenekler ve görenekler olarak özetleyebiliriz. O toplumun düzenli yaşamı için bu gereksinimlerin karşılanması gerekir. Can evrenseldir ve canın altı temel gereksinmesinden söz edebiliriz; ben bu gereksinmelere varoluşun altı boyutu diyorum. Bunlar ait olmak-birey olmak Dengesi, önemsenmek – umursanmak, yargılanmadan kabul edilmek, değer verilmek, işi yapabileceğimize güvenilmesi ve sevilmeye değer olmaktır. Sosyal insan, psikolojik insan aynı zamanda şimdi burada birlikte vardır. Yaşamımızı bu iki gerçek içerisinde sürdürürüz. 

Sen Bilinci, Ben Bilinci ve Biz Bilinci 

Mesajların kaynağı ister yüz ister can olsun insanların ilişkisini üç grupta toplayabiliriz. Bu ilişki gruplarına ben “sen bilinci,” “ben bilinci” ve “biz bilinci” adını veriyorum. 

Sen bilincinde, “Siz bilirsiniz efendim.” tavrı vardır. Siz bilirsiniz tavrı içerisinde varoluşun altı boyutu yaşama Şöyle yansır: “Efendim ben size aidim, Önemli değilim, siz önemli görürseniz ben önemliyim.” “Efendim ben kendi başıma doğal mıyım değil miyim karar veremem. Siz eğer bozukluk görüyorsanız doğrudur Efendim. Değerli miyim değil miyim, sizin takdirinize kalmıştır.” “Elimden iş gelir mi gelmez mi sizin takdiriniz bilir efendim.” “Sevilmeye değer miyim değmez miyim, ancak siz takdir edebilirsiniz efendim.” şeklindedir. Bir çobana bağlı güçsüz, aciz bir koyun gibidir. 

İlişkideki ben bilinci sen bilincindeki insanla uyum içindedir. Aynı, eldivenin ele uyması gibi “sen” ve “ben” birbirlerine uyarlar. Yani “Sen bana aitsin. Önemli misin, önemsiz misin ben bilirim. Sende bir bozukluk var mı, yok mu ben bilirim. Değerli misin, değersiz misin ben bilirim. Güvenilir misin, güvenilmez misin ben Bilirim. Sevilmeye değer misin, değmez misin ben bilirim.” diyen biridir ben bilincindeki. 

Biz bilinci diyebileceğim başka türden bir ilişki vardır ki bu ilişki içerisindeki bireylerde, “Sen bana aitsin, ben de sana, biz birbirimize aidiz; ben önemliyim, sen önemlisin. Bende bir bozukluk yok, sende de bir bozukluk yok. Ben değerliyim, sen de değerlisin. Benim elimden iş gelir, senin de elinden iş gelir; ikimiz beraber daha iyi bir iş yapabiliriz.” anlayışı vardır. 

Korku kültürü ancak sen ben ilişkisine izin verir. Sen ben ilişkisinin devam edilebilmesi için ortamda korkunun sürekli olması gerekir. Biz ilişkisinin temelinde ise saygı kültürü vardır. Korku kültüründe insan ilişkisi temelde güçlü güçsüz ilişkisidir; buna korkan korkutan ilişkisi de diyebiliriz. Saygı kültüründe insan insan ilişkisi vardır. Biz bilinci ancak saygı kültüründe gelişebilir. 

Sen, ben ve biz bilincinin kendine özgü değerleri vardır. Örneğin, sen bilincindeki için kaytarmak, ben bilincindeki için zorlamak, biz bilincindeki için ise İş birliği içinde çalışmak bir değerdir. Birkaç örnek daha verebiliriz; sen bilincinde mazlum olmak, ben bilincinde Zalim olmak birer değerdir. Biz bilincinde ise empati temel bir değerdir. Daha birçok değerleri örnek verebiliriz, ama konumuz değerler karşılaştırması olmadığı için ayrıntılara girmiyorum. Şunu söylemekle yetinelim: Değerler insanın anlam verme sisteminin önemli ögeleridir. Sen ve ben bilincinin değerleri kendine özgü bir anlam verme sistemi oluşturduğu gibi, biz bilincin değerleri de kendine özgü bir anlam verme sistemi oluşturur. 

Bu nedenle korku kültüründe oluşmuş sen ben bilincindeki ilişkileri yöneten değerlerin baskın olduğu anlam verme sistemi ile saygı kültüründe oluşmuş biz bilincindeki ilişkileri yöneten değerlerin baskın olduğu anlam verme sistemi farklı olacaktır. 

Din Anlayışı ve Toplumsal Değişim 

İlahiyatçı değilim, bu konuda derinlemesine bir çalışma yapmış değilim; ama yukarıda söylediklerim çerçevesinde bir görüşü burada incelemenize sunmak İstiyorum. 

Korku kültürü içinde yorumunu bulmuş bir Allah kul ilişkisi, sürekli emreden, sorgulamadan emirleri uygulanan, istediği zaman seven, istediği zaman öfkelenip cezalandırabilen bir Allah ile aciz, aklı ermeyen bir kul ilişkisidir. Çoban ve koyun ilişkisine benzer. Bu ilişki içinde Allah insanların korkusuna konuşarak insanları eğitecek ve yönetecektir. 

Saygı kültürü içinde yorumunu bulmuş bir Allah kul ilişkisi insanların aklına konuşan, ilişkilerini temel evrensel değerlere göre kul ile istişare içinde yöneten bir Allah‟ın ilişkisidir. Bu ilişkide insanlara rehberlik edilmesi, onlar seçim yaparken hangi değerlere göre seçim yapmalarının ne gibi sonuçlar yaratacağı anlatılır. Sınırlar ve sorumluluklar belirtilir. 

Burada karşımıza derinliğine bakılması gereken, irdelenmesi gereken şu konular çıkmaktadır: 

1- İslamiyet özü itibarıyla evrensel temel değerler üzerine oturmuş bir sistemdir. Bu sistem korku kültürü içinde yorumlanarak toplumun ve bireyin yaşamını yönlendirmiştir. Şimdi İslamiyet saygı kültürü içinde yeniden yorumlanarak yaşama geçirilmeyi beklemektedir. 

Bu yorum doğruysa yapılması gereken İslamiyet‟in özünün açık seçik anlatılması ve korku kültürü içinde yapılan yanlış yorum ve uygulamaların tek tek gösterilerek günlük yaşamdan çıkartılmasıdır. Böyle bir anlayış içinde demokrasi gerçek İslamiyet‟ten sürekli destek alacak ve bireyin, ailenin, toplumun yaşamında gelişip güçlenecektir. 

2- İslamiyet özü itibarıyla korku kültürünün değerlerini içermektedir. İslamiyet’in saygı kültürü içinde yorumlanması mümkün değildir. Bu nedenle İslamiyet‟i kabul etmiş toplumların bireyleri, aileleri ve sosyal kurumları hiçbir zaman gerçek bir demokrasiye kavuşamayacak, sürekli totaliter rejim içinde yönetilecektir. 

Erol Güngör birinci görüşe inanan ve o yönde çaba gösteren bir sosyal psikologdu. Kendi bireysel geçmişinin özellikleri içinde ilahiyat bilgisi çok güçlü olan bir sosyal psikolog. Türkiye’nin sosyal gelişiminin önündeki en önemli tıkanıklığı gören ve bu tıkanıklığı açmak için düşünen, araştıran bir insandı. Erol Güngör‟e rehberlik yapmış olan değerli hocam Mümtaz Turhan‟ı ve arkadaşım Erol Güngör‟ü Türk düşünce  tarihine katkıları nedeniyle yeniden rahmetle ve saygıyla anıyorum. Umarım Erol Güngör‟ün öğrencileri bizi aydınlatmaya devam ederler.

 

———————————————————-

 

PROF. DR. EROL GÜNGÖR’ÜN ANISINA

Sosyal-Kültürel-Siyasal-Ekonomik-Dinsel Açıdan

TÜRKİYE’DE DEĞİŞİM SEMPOZYUMU

6 – 9 ARALIK 2010

GAZİ ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ

Ankara – 2010

Sf. 37-50

 

[i] Emekli Öğretim Üyesi

Yazar
Doğan CÜCELOĞLU

Yaşam Yolculuğu... On bir çocuklu bir ailenin on birinci çocuğu olarak Mersin'in Silifke kasabasında doğmuşum. On yaşındayken annemi kaybettim ve ölümün ne demek olduğunu anladım: artık onu bir daha hiç göremeyecek... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen