Prof.Dr. Sadettin YILDIZ
Abdürreşid İbrahim’in fikir ve aksiyon çerçevesini Eşref Edip şöyle belirlemektedir:
“Takip ettiği siyaset, Türk müslümanların Türkiye namı altında ve bir bayrak etrafında toplanmasını, coğrafi ve siyasi imkânlar bulunmayan Türk ve müslüman muhitlerinin demedenî ve içtimaî bağlarla Türkiyeye bağlı bulunmalarını temin etmek. (…) Âlem-i İslâm ve Japonya’da İntişâr-ı İslâmiyet diye iki büyük cild seyahatname neşretti. Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad onun konferanslarıyle, vaazlarıyle, yazılarıyle doludur.
İtalyanlar Trablusgarb’a tecavüz edince Abdürreşid oraya koştu, hayli zaman o cephede çalıştı. Sonra Ruslarla olan Sarıkamış muharebelerinde bulundu.
Bazan semaver başında saatlerce sohbetlere dalarlar, İslam aleminin dertlerine çare ararlardı. Abdürreşid, üstadı daima seyahate teşvik ederdi. Üstad da gülerek:
-Beni de kendin gibi serseri yapmak istiyorsun galiba! derdi.
-Hayır Âkif, hayır, sen bütün Asya’yı, Afrika’yı dolaşmalısın. Buzlu isteplerde, kızgın çöllerde yaşayan müslüman akvamın ahvalini yakından görmelisin. Senin şiirlerin, ilkbaharın feyzi gibi, donmuş ruhlara yeniden hayat verir. Sen onları görmelisin, dinlemelisin; onlar seni görmeli, dinlemelidir…
Bazan iftarda başlayan bu hasbihaller sahura kadar devam ettiği olurdu. Üstadın bazı şiirleri üzerinde Abdürreşid’in çok tesiri olduğunda şüphe yoktur.[1] Bilhassa Safahât’ın ikinci kitabı Süleymaniye Kürsüsünde tahlil edilirken bu noktayı nazar-ı dikkate almak lâzımdır.”[2]
İslâm ülkelerinin kalkınmasını ve birliğini teminde en etkili silâhın eğitim ve basın-yayın faaliyeti olduğunu düşünen Abdürreşid İbrahim, 1908 Meşrutiyetinin ilân edildiğini duyduğunda hayâl ettiği manzarayı şöyle anlatıyor:
Sayısız mekteb açılmış: Kadın, erkek okuyor;
İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.
Gece gündüz basıyor millete nâfi’ âsâr;
Âdetâ matbaalar bir uyumaz hizmetkâr.[3]
Fakat İstanbul’da gördüğü gerçek manzara ile hayalleri arasında tezat vardır:
Bir de İstanbul’a geldim ki: bütün çarşı pazar
Nâradan çalkanıyor! Öyle ya… Hürriyyet var!
…
Ne devâirde hükûmet, ne ahâlîde bir iş!
Ne sanâyi’, ne maârif, ne alış var, ne veriş! [4]
Dönemin birçok fikir ve sanat adamını etkilemiş olan Afganlı Şeyh Cemâleddin (1839-1897)[5] de Âkif’in dünya görüşünün kökleşmesinde rolü bulunanlardandır. “Her yerde İslâm birliği dâvâsıyla dolaşan bu mücâhit, istediği birliğin teessüsü için Müslümanlar arasında millî devletlerin de kuvvetli olması lüzûmuna kani’ idi. (…) Cemaleddin, millî duygulardan mahrum milletleri ölü sayıyor, millî cereyanların İslâmı sarsmayıp ona güç kazandıracağını söylüyordu.”[6]
Afganlı Cemaleddin, müslümanların İslâmlığı kaybederek hurafelerin esiri oldukları düşüncesindedir.[7] Ona göre, bu hurafeler terk edilmeli, Batının haksız olarak kendine mal ettiği ilim ve tekniğe Müslümanlar muhakkak surette itibar etmelidirler. “… şâir Mehmed Âkif de, Cemâleddîn-i Afganî gibi, İslâm âleminin birleşmesi, İslâm memleketlerinin Avrupalı müstemlekecilerden temizlenmesi, bu ülkelerde Avrupa’nın müsbet ilimlerinden ve tekniğinden faydalanılması, İslâmiyetin sonradan içine girmiş bâtıl inanışlardan arıtılması fikrindedir. (…) Yalnız Birinci Cihan Harbi’nden sonra, Âkif de İslâm âlemi hudûdunu Türkiye olarak daraltır[8]. Âkif’in Cemaleddin Afganî’den mülhem düşünceleri, Safahât’taki çeşitli şiirlere serpiştirilmiş olarak dile gelmiştir.
Âkif, Afganlı’nın Abduh’a şunları söylediğini naklediyor:
Mısr’ın en muhteşem üstâdı Muhammed Abdu
Konuşurken neye dâirse Cemâleddin’le;
Der ki tilmîzine Afganlı:
-Muhammed, dinle!
İnkılâb istiyorum, başka değil, hem çabucak.
Önce bizler düşüp İslâm’ı da kaldırmazsak,
Nazariyyât ile bir şeyler olur zannetme!…
O berâhînini[9] de artık yetişir, dinletme![10]
Afganlı Şeyh Cemaleddin’in öğrencilerinden Mısırlı Şeyh Muhammed Abduh (1849-1905)’un özellikle İslâmiyetin nasıl anlaşılması ve nasıl yaşanması gerektiği hususunda Âkif’i etkilediği kabul edilir. Üstâdına göre daha sistemli bir düşünce tarzına sahip olan Abduh:
“Özellikle iki büyük işi başarabilmek için sesimi yükselttim; bu işlerden biri dinîdir ki, düşünceyi taklit zincirlerinden kurtarmak ve dini ilk müslümanların, arada ayrılıklar çıkmadan önce, anladıkları gibi anlamak ve onu insan aklının ifrattan kurtulması ve hatalarını azaltması için Allah tarafından insanlara bağışlanmış bir terazi gibi görme işidir.”[11] diyordu.
Bu sözlerden anlıyoruz ki Abduh, Asr-ı Saâdet’i “ideal zaman” olarak görmekte, İslâm dininin akıl ve ilimle çatışma halinde olmadığını düşünmektedir. Âkif de çeşitli yazı ve şiirlerinde bu konuyu sıkça işlemiştir.
Muhammed Abduh, İslâm âlemini kurtarma amacı çerçevesinde topladığı çalışmalarını şu şekilde programlamıştı: a)İslâm dininde, bu dinin menşeindeki orijinal şartlara dönmek suretiyle bir reform yapmak, b)Hükûmete karşı, halkın haklarının tesbîti, c)Garp medeniyet âlemine karşı, İslâm ülkelerinin birleştirilmesi.
***
Âkif’in dünya görüşünün teşekkül macerasını böylece özetledikten sonra, onun bu “görüş zinciri”ni uygulama-gerçekleştirme çalışmalarına geçebiliriz:
Mehmed Âkif, mutlaka gerçekleştirilmesi gerektiğine gönülden inandığı İslâm birliği idealinin tahakkuku için başlıca üç çalışma sahası seçti: a)Şiir / Sanat, b)Gazetecilik, c)Hitabet, d)Seyahat.[12]
a) Hiç şüphesiz, Âkif’in en güçlü, etkili ve kalıcı yanı şairliğidir. Sadece “Çanakkale Şehitlerine” adıyla bilinen şiiri veya İstiklâl Marşı bile bunu isbata yeter.
Daha önce de, duygu olarak, İslâmî şiirler yazmış olsa da, onun dünya görüşünü bütün cepheleriyle yansıtan şiirleri, 1908’den sonra yazdıklarıdır. Bu şiirlerin pek çoğu “cemiyet için sanat” ilkesine bağlı, okuyucuyu belli bir yönde yetiştirmeyi hedefleyen didaktik şiirlerdir. Safahât’ı dolduran bu şiirlerde Âkif, İslâm âlemine gördüğü aksaklıkları anlatır, bunların giderilmesiyle ilgili muhtelif çareleri ortaya atar. Problemlerin en büyüğü cehalettir, bununla mücadelenin yolu da “ilme sarılmak”tır:
Müslüman, elde asâ, belde divit, başta sarık;
Sonra sırtında yedek, şaplı beş on deste çarık;
Altı aylık yolu, dağ-taş demeyip çiğneyerek,
Çîn ü Mâçindeki bir ilmi gidip öğrenecek [13]
En büyük tehlikelerden biri de -maalesef bugün de halledemediğimiz- birlik beraberliğin tehlikeye düşmesidir. Kapsayıcı bir unsur olarak “İslâm şemsiyesi” altında birleşeceğini ümit ve tasavvur ettiği müslüman milletlerin hemen tamamı “tefrika belâsı” ile karşı karşıyadır; tek çaresi de “uhuvvet”[14]tir:
İslâm’ı, evet, tefrikalar kastı, kavurdu;
Kardeş, bilerek bilmeyerek kardeşi vurdu.
Can gitti, vatan gitti, bıçak dîne dayandı;
Lâkin, o zaman silkinerek birden uyandı.
Bir gör ki: bugün can da onun, kan da onundur.
Dünya da onun, din de onun, şan da onundur.
Bin parça olan vahdeti bağlarken uhuvvet,
Görsen, ezelî râbıta bir buldu ki kuvvet:
Saldırsa da kırk Ehl-i Salîb ordusu, kol kol,
Dört yüz bu kadar milyon esir olmaz, emîn ol!…[15]
Âkif, sanat ve edebiyatın kesinlikle bir süs olmadığını, yiyecek-giyecek kadar elzem bir “terbiye vasıtası” olarak görülmesi gerektiğini düşünüyordu. Şiirini bu sebeple, yaralarımızı işaretleme, çarelerini ortaya koymaya hasretmiştir.
b) Şiir dışında makale, tercüme, mektup gibi edebî türleri de kullanan Âkif, mecmualar da çıkararak, düşüncelerini yayma vasıta ve imkânlarını arttırmaya çalışmıştır. Sırât-ı Müstakîm ve Sebîlü’r-Reşad Türk düşünce hayatında önemli bir yere sahiptir. 27 Ağustos 1908 – 5 Mart 1925 tarihleri arasında toplam 641 sayı çıkan bu dergi (ilk 182 sayısı Sırât-ı Müstakîm adıyla) memleketin en karanlık dönemine şahitlik etmiş, milletin birlik-beraberliğe en çok muhtaç olduğu bir zamanda “yüreklerin toplu vurması” için çalışmıştır. İslâm birliğini esas alan dergi, Türk dünyasını da bu birliğin rüknü kabul ederek ilgi alanının içinde tutmuş; Abdürreşid İbrahim, Kazanlı Ayaz İshâkî, Akçuraoğlu Yusuf, Ağaoğlu Ahmed gibi Türk coğrafyasının değişik bölgelerine mensup düşünce adamlarının görüşlerine yer vererek anlamlı bir çeşitlilik de yaratmıştır.
Yazı kadrosunda yer alan Ebü’l-ûlâ Mardinî, Bereketzâde İsmail Hakkı, İzmirli İsmail Hakkı, Babanzâde Ahmed Naim, Mûsa Kâzım, Mithat Cemal (Kuntay), Bursalı Mehmed Tahir, Tahirü’l-Mevlevî, Şemseddin Günaltay, Şerefeddin Yaltkaya, Aksekili Ahmed Hamdi, İbrahim Alâeddin (Gövsa) gibi tanınmış kalemler yer almıştır. Başyazar olarak hemen her sayısına yetiştirdiği manzum-mensur yüzlerce yazı, bir devrin duygu ve düşünce profilini temsil eden, yol gösterici, ufuk açıcı niteliktedir.
Dergi, şartların zorlamasıyla değişik yerlerde yayımlanmıştır.[16] “Dergisi sırtında bir yayın hayatı” da Âkif gibi bir aksiyon adamına çok yakışmıştır: Millî Mücadeleye katılmak üzere Ankara’ya gidişinde, Kastamonu ve çevresinde cami cami dolaşırken, Kayseri’ye yaptığı seyahatte derginin klişeleri de yanındadır.
c) Âkif, halkla yüz yüze konuşmanın da düşüncelerini yayma ve halkı iknada çok etkili bir yol olduğunu biliyordu. Bu sebeple, başta Fâtih, Bâyezid, Süleymâniye; Nasrullah ve Zağanos Paşa camileri olmak üzere yurdun muhtelif yerlerindeki birçok camide vaazlar verdi. Bu vaazların, vatan sevgisi ile din arasında doğrudan bağ kuran Müslüman Türk halkı üzerinde geniş etkileri olmuştur. Mustafa Karabacak, Âkif’in vaazlarıyla ilgili şu bilgileri vermektedir: “Mehmed Âkif’in yayınlanmış dokuz sohbet ve vaazı vardır. Bunları genel olarak üç başlık altında toplamak mümkündür: 1- İttihat ve Terakkî Hey’eti İlmiyesi azası iken yaptığı Şehzâdebaşı Kulübü’nde (Kasım 1910) “İttihat Yaşatır, Yükseltir- Tefrika Yakar, Öldürür” isimli konuşması, 2- Balkan Savaşı yıllarında yaptığı vaazlar, 3- İstiklal Savaşı yıllarında yaptığı vaazlar. İlk vaazını Hacı Bayram Camii’nde veren Âkif, vaaz silsilesine yurdun değişik yerlerinde devam etmiştir. Dokuz vaazı nerelerde yaptığı ile ilgili ayrıntılar şöyledir: 1-Şehzâdebaşı kulübünde (1910), 2-Beyazıt Camii kürsüsünde( 2 Şubat 1913, Pazar), 3-Fatih Camii kürsüsünde (7 Şubat 1913, Cuma), 4-Süleymaniye Camii kürsüsünde (14 Şubat 1913, Cuma), 5-Zağnos Paşa Camii kürsüsünde(23 Ocak 1920), 6-Nasrullah Camii kürsüsünde (Kasım 1920), 7-8- Kastamonu kazalarında (Kasım 1920), 9-Kastamonu havâlisinde (Aralık 1920). Bu vaazların hepsi birçok defa basılmıştır.”[17]
19 Kasım 1920 Cuma günü Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği geniş kapsamlı vaazdan aldığımız şu iki paragraf, Âkif’in vaazlarının mahiyetini ve muhtevasını ortaya koymaktadır:
“Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile, ordularla, tayyarelerle yıkılmıyor, yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki râbıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini te’min etmek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Atalarımızın ‘kale içinden alınır’ sözü kadar büyük söz söylenmemiştir. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslâm tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak cenupta, şarkta, şimalde, garpta yetmiş ne kadar Müslüman hükûmetleri varsa hepsinin tefrika yüzünden, aralarında hâdis olan fitneler, fesatlar, nifaklar, şikaklar yüzünden istiklâllerine vedâ ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler, Endülüslüler, Gaznevîler, Moğollar, Selçukîler, Mağribîler, İranlılar, , Faslılar, Tunuslular, Cezâyirliler… hep bu ayrılık gayrılık hislerine kapıldıkları için saltanatlarını kaybettiler. Biz Osmanlı müslümanları dünyanın üç büyük kıt’asına hâkimdik. Koca Akdeniz, koca Karadeniz hükmümüz altında bulunan cesîm cesîm memleketlerin ortasında birer göl gibi kalmıştı. Ordularımız Viyana önlerinde gezerdi. Donanmalarımız Hind Denizlerinde yüzerdi. Müslümanlık râbıtası ırkı, iklimi, lisanı, âdâtı, ahlâkı büsbütün başka olan birçok kavmiyetleri yekdiğerine sımsıkı bağlamıştı. Boşnaklar İslavlığını, Arnavut Latinliğini, Pomak Bulgarlığını… elhâsıl her kavim kendi kavmiyetini bir tarafa atarak halife-i müslimînin etrafında toplanmış, kelimetullahı i’lâ için canını, kanını, bütün varını güle güle, koşa koşa feda etmişti. Fakat sonraları aramıza Avrupalılar tarafından türlü türlü şekiller, türlü türlü isimler altında ekilen fitne, tefrika, fesat tohumları bizim haberimiz bile olmadan filizlenmeğe, dallanmağa, budaklanmağa başladı. O demin söylediğim râbıta gevşedi. Artık eski kuvveti, eski tesiri kalmadı. Kalemizin içinden sarsılmaya yüz tuttuğunu gören düşmanlar kendi aralarında birleşerek yani biz Müslümanların me’mur olduğumuz vahdeti onlar vücuda getirerek birer hücumda yurdumuzun birer büyük parçasını elimizden alı alıverdiler. Bugün bizi Asya’nın bir ufak parçasında bile yaşayamayacak hale getirdiler.
Ey cemaat-i müslimîn! Gözünüzü açınız, ibret alınız. Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dahilî meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen meselesi, Şam meselesi, Kürdistan meselesi, Arnavutluk meselesi… Bunların hepsi düşman parmağıyla çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Biga, Gönen, Konya isyanları da hep o mel’un düşmanın işidir. Artık kime hizmet ettiğimizi, kimin hesabına birbirimizin gırtlağına sarıldığımızı anlamak zamanı zannediyorum ki gelmiştir. Allah rızası için olsun aklımızı başımıza toplayalım. Çünkü böyle düşman hesabına çalışarak elimizde kalan şu bir avuç toprağı da verecek olursak çekilip gitmek için arka tarafta bir karış yerimiz yoktur. Şimdiye kadar düşmana kaptırdığımız koca koca memleketle rin halkı hicret edecek yer bulabilmişlerdi. Neûzubillah biz öyle bir âkıbete mahkûm olursak başımızı sokacak bir delik bulamayız.” [18]
d) Müslüman-Türk yurdunun tehlikeye düştüğünü, fakat bunun yanında İstanbul hükûmetinin kurtuluşu temin edecek maddî ve manevî kuvvetten mahrum bulunduğunu gören Âkif, Ankara’ya gider ve Millî Mücadelenin ön saflarında yer alır. Artık, İslâm birliği idealinin Türkiye olmadan asla gerçekleşemeyeceğine inandığı için, öncelikle Türk’ü ayağa kaldırma çalışmalarına katılır. Konya’da, Kastamonu’da, Yozgat’ta, Balıkesir’de… millete hitap eder. Konuşma metinlerinin cephelere ulaşması, asker tarafından okunması için gayret eder. Zaten, Genel Kurmay da onun hitabelerini çoğaltıp askerin mâneviyatını yükseltmek üzere cephelere dağıtmaktadır.
Devletin kendisine verdiği her türlü görevi, hiç tereddüt etmeden, kabul eden şair, Berlin’den Hicaz’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada seyahatlere katılmış ve özellikle, son zamanlarda Osmanlı aleyhtarı faaliyetlere kolayca katılmaya başlayan Arap dünyasını uyandırmak için gayret göstermiştir. Bu seyahatlerin, onun dünya görüşünün günün şartlarına göre değişerek gelişmesinde etkili olduğunda şüphe yoktur. Yakın arkadaşı Midhat Cemal Kuntay’ın “Seciyesinin, biraz da, seyahatleri yaptı.”[19] sözleri de, her halde, bu anlamda olmalıdır.
4- SONUÇ
Buraya kadar söylediklerimiz, Âkif’in iyi yetişmiş bir dâvâ adamı olduğunu, dâvâsının temelini İslâmî duyuş ve düşünüşün teşkil ettiğini ve onun, dâvâsının tahakkuku uğrunda plânlı, sabırlı, azimli ve cesaretli bir şekilde çalıştığını göstermektedir. Söyledikleri, yazdıkları ve yaptıkları, Âkif’in gerçek bir mücadele rûhuna sahip olduğunun açık delilleridir.
Onun İslâmcılığını mutaassıplıkla karıştıranlar çıktığı gibi, onu dinde reform taraftarı olarak suçlayanlar da olmuştur. Bu iki hükmün birbiriyle çelişiyor olması bile Âkif’in yanlış anlaşıldığını, iki hükmün de dayanaktan yoksun olduğunu göstermeye yeter. Safahât’ın herhangi bir yerinden okunacak birkaç beyit bile bu hükümlerin yanlış, haksız, kasıtlı ve köksüz olduğunu ortaya koyar. Biz burada iki iddiaya birden cevap teşkil edecek bir örnekle yetineceğiz:
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.
Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;
…
Ölüler dîni değil, sen de bilirsin ki, bu din.
Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemîn.[20]
Yapılacak her işte doğrudan Kur’ân’a gidilecek, asrın geniş kavrayışı ile temeli Kur’an ilhâmı olan İslâm dile getirilecek; fakat bu kuru bir din dâvâsı olarak kalmayacak, ilim ile din birlikte yürüyecek. Bu anlayış, taassubu da reformizmi de reddeden, dinin müsaade ettiği kadar gelenekçi, ilmin istediği kadar yeniliğe açık bir anlayıştır.
Kaldı ki, Âkif’in, muarızlarının kastettiği mânâda dinde reform yapılması gerektiğine dair tek bir sözü dahi yoktur. O, tıpkı üstâdı Muhammed Abduh gibi, Asr-ı Saâdet Müslümanlığını özler (ve ister). Bozulan, dinin kendisi değil; dinin emirlerini yerine getirdiklerini zanneden, fakat hurafelere bulanan Müslümanlardır, İslâm âlemidir. İslâm âleminin hayata bakışında, yaşayışında reform yapmak gerekir. Âkif’in istediği “reform” değil “teceddüt”tür; bu teceddüdün de asıl mânâsı, dini hurafelerden ayıklamak ve İslâm’a en saf şekliyle sarılmaktır.
Özetle diyebiliriz ki, Mehmed Âkif, İslâm’ı merkeze alan bir “millî dünya görüşü”ne sahiptir. Ne yalnızca milliyeti öne çıkarıp dini ihmâle rıza gösterir; ne de dinin milliyetten soyutlanmasına razıdır. Fakat ırkçılığın düşmanıdır. “Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber”[21] mısraı, milliyeti değil asabiyyeti, ırkçılığı red anlamını taşır. Nitekim onun, Batı medeniyetinin başkalarına yaşama hakkı tanımayan tarafına karşı çıkışında, dinî tavır kadar milliyetçi duyuş ve düşünüşün de rolü vardır.
Mehmed Âkif’in dünya görüşü İslâm’ın emrettiği mânevî güce ve Kur’ân’ın şart koştuğu ilme dayanmaktadır. Onun sımsıkı sarıldığı bu dünya görüşünün temel unsurları ise şunlardır: İman, ilim, ümit, mâzî şuûru, fedakârlık duygusu, vatan sevgisi, istiklâl ve hürriyet fikri.
Gayesini gerçekleştirme yolunda aklın gerektirdiği bütün çare ve tedbirlere başvuran Âkif için, şahsiyetini bir çırpıda ifade etmek üzere, “kulağı çoğu zaman aklın sesinde olan bir gönül adamı” demek, herhalde, uygun olur. [22] Kalın çizgisiyle bir “İslâm enternasyonalizmi” düşüncesine sahip olduğu halde, şartlara göre kendini ayarlayıp İslâmcılığın merkezine Türkiye’yi yerleştirmesi, ayağının hep yere bastığının en belirgin ifadesidir. Sanata bakışını ifade eden “sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” ilkesini, onun bütün faaliyeti için de geçerli saymak yanlış olmaz.
—————————————————————–
[1] Sırât-ı Müstakîm’in 18 Rebiü’l-evvel 328 tarihli 82. Sayısında, Sibiryalı müslüman öğrencilerin düzenledikleri bir konferansın haberi ve yapılan konuşmaların metinleri vardır. Şark Müslümanlarının Ahvâli hakkında düzenlenen bu konferansta uzun bir konuşma yapan Abdürreşid İbrahim, Sibirya, Çin-Mançurya ve Japonya seyahatlerini ve oralarda islâmiyetin durumu hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Âkif’in Süleymaniye Kürsüsünde’yi bu konuşmayı dinledikten veya metnini okuduktan sonra kaleme almış olduğu kolaylıkla belli olmaktadır. Bu konuşma, Âkif’in eserinin temelini oluşturmuştur.
[2] Eşref Edib, Mehmed Âkif, Hayatı-Eserleri, İkinci Tab’ı, Abdullah Işıklar Kitabevi, İstanbul, 1960, s.359-360
[3] Süleymaniye Kürsüsünde, s.174
[4] a.e., s.176
[5] Afganlı Cemaleddin, Sultan Abdülhamid’in daveti ile 1892’de İstanbul’a gelmiş, ölümüne kadar da burada kalmıştır.
[6] M.Kaya Bilgegil, “Cemaleddin Afganî ve Türkiye”, M.Kaya Bigegil’in Makaleleri (Haz. Zöhre Bilgegil), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1993, s.216
[7] Bk.A.Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din , II. Baskı, İstanbul, 1969, s.495
[8] M.Kaya Bilgegil, a.e., s.226
[9] Berâhîn: Deliller, kanıtlar.
[10] Âsım, s.440
[11] A.Adnan Adıvar, a.e., s. 497
[12] Âkif, çeşitli yurt içi seyahatlerden başka, geniş bir zamana yayılan çok sayıda dış seyahat da gerçekleştirdi. Rumeli, Arabistan, Arnavutluk, Mısır, Berlin, Necid, Medine, Lübnan… seyahatleri, İslâm birliği idealine hizmet veya Millî Mücadelenin gerçek mânâsını anlatmak maksadını taşıyordu.
[13] Âsım, s.395
[14]Meşrutiyet döneminin dört hedefi vardı: Hürriyet, müsavat (eşitlik), adalet, uhuvvet (kardeşlik). Bu değerler hemen hemen bütün fikir grupları tarafından benimsenmiştir.
[15] “Süleyman Nazif’e”, Gölgeler, s.472
[16] Derginin 1-463. Sayıları İstanbul’da, 464-466. Sayıları Kastamonu’da, 467-527. Sayıları Ankara’da, 490. sayısı Kayseri’de, birlikte yayınlanan 528-529.sayıdan itibaren de tekrar İstanbul’da yayınlanmıştır.
[17]Mustafa Karabacak, “Mehmed Âkif Ersoy’un Kurtuluş Savaşı Zamanında Yaptığı Vaazlarda Kullandığı Hadislerle İlgili Bir Değerlendirme”, Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 9/8 Summer 2014, p. 569-585.
[18] “Nasrullah Kürsüsünde”, Sebîlü’r-Reşâd, Cilt:18, Aded: 464, 25 Teşrîn-i Sânî 1336 (1920) / 15 Rebîü’l-evvel 1339, s.253-254 (Derginin 249-259. sayfaları arasında yer alan bu metin, 19 Kasım 1920 Cuma günü verdiği uzun vaazın geniş bir özetidir.)
[19] Midhat Cemal Kuntay, Mehmet Akif, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1990, s. 169
[20] Asım, s. 418
[21] Hakkın Sesleri, s. 206
[22] Önceleri bir “İslâm enternasyonalizmi” düşüncesine sahip olduğu halde, şartlara göre kendini ayarlayıp İslâmcılığın merkezine Türkiye’yi yerleştirmesi, bu gerçekçiliğin en belirgin ifadesidir. “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” diyerek, aynı gerçekçiliği edebî tutumunda da, temel ilke hâline getirmiştir.