Prof.Dr. Ünver GÜNAY
XVI. yüzyılda en gelişkin dönemine erişen Osmanlı İmparatorluğu’nda, XVII. yüzyıldan itibaren süreç önce duraklamaya, sonra da giderek çöküşe doğru seyretmiş; kötü gidişi düzeltmek üzere, özellikle XVIII. yüzyıldan itibaren birtakım yenileşme hareketlerine girişilmiş; XIX. yüzyılda bu çabalar daha kapsamlı girişimlere dönüşmüştür. Bu girişimler, Osmanlının önceki siyasi ve toplumsal düzeninde önemli değişiklikleri ve sıkıntıları da beraberinde getirmiş; bu bağlamda Osmanlının siyasî egemenliğinin çökmekte olduğu açıkça ortaya çıkmış; bu durum, bunalım ortamındaki Osmanlı aydınlarını fikrî bölünmelere sürüklemiştir. Kökleri Tanzimat’a kadar uzanan ve I. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan birbirine zıt dünya görüşleri, II. Meşrutiyet’in hürriyet havası içinde birbirleriyle daha çok karşı karşıya gelmek imkânına kavuşmuştur. Bu dönemde ortaya atılan fikirler, Batıcılık, İslâmcılıkve Türkçülük eğilimleri etrafında toplanmaktadır: Batıcılar, Avrupa’nın siyasî ve felsefî görüşlerini esas alan bir devlet ve toplum görüşünü savunmaktaydılar. Kendi içerisinde tam bir birlik oluşturamamış bulunan İslâmcı akımın ana fikri ise İmparatorluğun kurtuluşunu İslâmlaşmakta görmesinde toplanmaktaydı. Öte yandan, İmparatorluğun çeşitli unsurları arasında bir türlü birlik sağlanamaması, Türk milliyetçiliğini de uyandırmış; hareket özellikle II. Meşrutiyet döneminde oldukça güç kazanmış; Tanzimat’la birlikte girmeye başlayan güçlü Batı etkisi, bu akım üzerinde modernlik fikirlerinin güç kazanmasına imkân vermiştir. Hareketin önde gelen ismi Ziya Gökalp’tir (1875-1924). Millî birlikten yoksun ve çökmekte olan İmparatorluğun içine sürüklendiği toplumsal bunalımdan kaynaklanan reform ihtiyacının, hayatının erken dönemlerinden itibaren kendini toplum meselelerine vermesine yol açtığı Gökalp,[1] yeni değerlere dayalı millî hayatın bütününü kucaklayacak bir sosyal değişme ve reform felsefesinin arayışı içerisindedir. “Yeni Hayat”ı sosyolojinin kılavuzluğunda aramaya yönelen Gökalp, bunun ancak Türk toplumu içerisinde “millî vicdan”ın uyandırılması ve güçlendirilmesi suretiyle mümkün olacağına inanmaktadır. Böylece ortaya çıkacak yeni toplum yani millet içerisinde Türk millî kimliğinin içeriğinin doldurulması ve bu bağlamda milli kimliğin din ve özellikle de İslam dini ve kendisinin “asrîleşme”, “muasırlaşma”, “Garplılaşma” yahut “Avrupalılaşma” dediği çağdaşlaşma ile olan ilişkilerinin belirlenmesi Gökalp’in temel meselesi olmuştur.[2] Özellikle Türk Yurdu (C.III, s.333-337) dergisinde çıkan “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” adlı yazısı[3], Ülken’e göre, Gökalp’e asıl hüviyetini kazandırmıştır.[4] Nitekim Gökalp millî kimliği bu formül bağlamında ve kendi sosyoloji anlayışı çerçevesinde anlamlandırıp biçimlendirmeye yönelmiştir. Bu bakımdan, önceki bir çalışmada, Gökalp’te millî kimlik ve din ilişkileri üzerinde durmuştuk.[5] Bu çalışmada ise, Gökalp’in düşünce sisteminde millî kimlik ve din konusunu, millet olmanın zorunlu bir şartı olarak gördüğü modernleşme ile olan dinamik ilişkileri bağlamında ele almak istiyoruz.
Gökalp’in Düşünce Sistemi ve Millî Vicdan, Din ve Muasırlaşma Kavramları
Gökalp’in “İlm-i İçtima” ve “İçtimaiyat” diye adlandırdığı ve Yeni Hayat’ı kılavuzluğunda aradığı sosyoloji bilimi, var oluşla ilgili gerçekliklerin en karmaşığı olan toplumu konu almaktadır.[6] Başka bir deyişle sosyoloji, temelinde içtimaî vicdanın yahut kendisinin terminolojisi ve maşerî vicdan’ın yer aldığı sosyal bünye ile ilgili gerçekliklerin tabi oldukları kanunların araştırılmasını kendine konu edinmiştir. Anlaşılan, “maşerî vicdan” terimi, Gökalp’in düşünce sistemi ve sosyolojisinin anahtar kavramlarından biridir ve buna “millî vicdan”, “maşerî tasavvur”, “mefkûre”, “asrîleşme”, “hars”, medeniyet ve din gibi kavramlar eklenmektedir. Her halükârda sosyoloji anlayışı, Comte-Durkheim geleneğindeki pozitivist, evrimci, determinist ve nedensellik araştırmasına dayalı açıklayıcı anlayışa bağlı bulunan Gökalp’in “maşerî vicdan” kavramı, Durkheim’ın sosyolojisinin temel kavramlarından birini oluşturan ve Türkçeye “kolektif şuur” veya “kolektif vicdan” şeklinde çevrilebilecek olan “conscience collective” teriminden alınmıştır. Bununla birlikte, Gökalp’in bu kavramı, özellikle “millî vicdan” telâkkisinde, Durkheim’den çok daha değişik vurgularla kendine özel bir anlayışa dönüştürdüğünü önemle belirtmelidir; zira Durkheim ve Gökalp’in içinde yaşadıkları toplumların hem kültürleri hem de sorunları birbirinden oldukça farklıdır. Dolayısıyla bu iki sosyologun amaçları da dikkate değer bir biçimde farklılaşmıştır: Durkheim, Fransa’da dinî ananenin çözüldüğü ve ferdiyetçiliğin alabildiğine arttığı bir dönemde toplumsal grubu adeta kutsallaştırarak modern toplumun ihtiyaçlarına cevap veremediğini belirttiği dinî dayanışmanın yerine işbölümüne dayalı organik dayanışmayı geçirmeyi tasarlamıştır.[7] Gökalp ise, ümmet yapısından millet yapısına geçiş sürecindeki bir bunalım ortamında millî tipin esaslarını belirlemeye çalışmıştır. Durkheim sosyolojisi sınıf mücadelesi, ahlâk ve düzen meseleleri etrafında şekillenmiştir. Gökalp sosyolojisinin eksenini ise millî kimlik, millet, asrîleşme ve terakki meselesi oluşturmuş; bu bakımdan da Gökalp, Durkheim’ın hiç söz etmediği konulara el atmak durumunda kalmıştır. Anlaşılan Gökalp’in, Durkheim’in sıradan bir mütercimi olduğu iddiası yanlıştır.[8] Bu bakımdan, Gökalp üzerine önemli araştırmalardan birini gerçekleştirmiş bulunan Fındıkoğlu, Gökalp’in Durkheim’dan sadece mülhem olduğunu önemle vurgulamaktadır; öyle ki, Durkheim kendisinin başka bir diyarda bu şekilde anlaşılmış olmasına hayret edecektir.[9] Esasen, bizzat şuur ile vicdanı birbirinden ayırt etme konusunda da Durkheim ile Gökalp arasında önemli farklılıklar mevcuttur. Batı dillerinde ve özellikle de Fransızcada “conscience” terimi aynı zamanda hem şuuru hem de vicdanı ifade etmekte, buna karşılık Türkçede şuur ile vicdan farklı terimlerle belirtilmekte, bu bağlamda Gökalp kolektif şuuru ifade için vicdan terimini tercih etmektedir; zira Gökalp, insanda şuuru ferdiyetle ilgili görmekte ve organizmaya bağlamaktadır. Vicdan ise şahsiyetle ilgili olup, kaynağı toplumdur. Mamafih Gökalp, insan anlayışında şuur ile vicdanı ferdiyet/şahsiyet ilişkisi bağlamında yeniden bütünleştirmek eğilimindedir. Durkheim, sosyal gerçekliği, ferdî ruhlardan ayırmak suretiyle sosyal psikolojik bir temele oturtmaktadır. Gökalp ise sosyal gerçekliği ferdiyet üzerine bina etmeye yönelmiş bulunmaktadır.[10] Durkheim’ın “kolektif tasavvurlar” adını verdiği ve Gökalp’in “maşerî ter’îler” yahut “tasavvurlar” dediği, bir toplumda cereyan eden tüm sosyal olay, olgu ve gerçeklikler kaynağını, Durkheim’a göre kolektif şuurdan almaktadır. Buna karşılık, Gökalp’e göre onlar, maşerî vicdandan kaynaklanan sosyo-psikolojik olgulardan ve daha doğrusu maşerî vicdanda doğan şuurlu idraklerden ibarettirler. Toplumsal ruhun dinî inanışlar yahut bediî, ahlâkî, hukukî ya da iktisadî anlayışlar gibi tüm tecellileri maşerî vicdanda yankılar buldukları andan itibaren maşerî ter’ilere yahuttasavvurlara ya da sembollere ve hatta galeyanlı coşkunluk hallerinde “mekûre”lere dönüşürler; zira toplum hayatında içtimaî ruh yahut vicdan muhtelif şekil ve derecelerde tezahür etmektedir. Nitekim mefkûreler bu ruhun coşkulu anlardaki yansımaları; toplumu geleceğe iten fikrî atılımlardır. Anlaşılan Gökalp, sosyolojide toplum hayatını yönlendiren değerleri aramış ve onları mefkûreler olarak görmüştür. Bununla birlikte, başlangıçta Gökalp mefkûreleri, bireylerin ait oldukları sosyal grubun var oluşu ve değerlerinin farkına vardıkları anda doğan şuurlu idrakler olarak tanımlamış; ancak daha sonra bu tanımı genişleterek maşerî vicdanın tüm tecellilerinin mefkûrelere dönüşebileceğini öne sürmüştür. Bunun olabilmesi için mefkûrelerin toplumda çok büyük ve yoğun coşkuları doğurmaları ve bunların yaşanması gerekmektedir. Esasen Gökalp’e göre, bizzat mefkûreler toplumda coşkulu galeyanlar şeklinde doğarlar. Öyle ki, mefkûre, maşeri vicdanın şiddetli ve yoğun bir hayat yaşamasıdır ve o nerede doğmuşsa orası kutsallaşır.[11]
Böylece, tüm toplumsal tezahürlerin maşerî vicdanının eseri olduğunu ifade eden Gökalp, kademeli gerçeklik anlayışına göre, aslında hayatın fiziko-şimik olgulara eklenen bir gerçeklik aşaması olduğunu düşünmektedir. Ferdî şuur hayatî uzviyetlerden doğmuştur ve onda şuursuz uzviyetlerde bulunmayan “ben” duygusu mevcuttur. Nitekim aslında ferdî ruh bu duygudan başka bir şey değildir. Gökalp’e göre, insanın bu bireysellikten kurtularak şahsiyet düzeyine yükselmesi toplumla olur.[12] Ferdî ruhların karşılıklı etkileşiminden maşerî vicdan doğduğundan, toplum halinin beşer-üstü kutsal bir gücü mevcuttur. Maşerî vicdanda, ferdî ruhlarda bulunmayan özel ve hatta kutsal bir zevk mevcuttur. Gökalp buna tasavvufî bir terimle “vecd ” (aşırı heyecan ve coşku) adını vermektedir. Aslında coşku halinin de olumlu ve olumsuz şekilleri mevcuttur. Her halükârda, insandaki, estetik, ahlakî ve dinî duygular bu galeyanlı heyecan ve coşku halinden kaynaklanmaktadırlar. Esasen Gökalp’e nazaran, bizzat toplum, kendini oluşturan tek tek bireylerin karışımı ve toplamından değil, fakat bu bireylerin birbirine kaynaşıp bütünleşmesi yani içtimaından hâsıl olmakta ve toplumu teşkil eden bireylerin ortaklaşa duyguları, düşünüşleri ve iradeleri şeklinde tezahür etmektedir ve gerçekte maşerî vicdan denilen şey de budur. Öte yandan, Gökalp’e göre mefkûre, bireysel ruhta sevgi, atılım ve hatta tapma duygusu meydana getirebilir. Toplumda bu duygunun cazibesine kapılanlar kabul görür; ondan etkilenmeyenler ise dışlanır. Bu bakımdan, Gökalp’in nazarında mefkûrenin, hem bireyleri kendine çekme hem de cezalandırma gücü mevcuttur.[13] Bir toplumda kıymetler, ancak galeyanlı coşkulara yani mefkûrelere dönüşmek suretiyle değişebilir. Gerçekte kolektif tasavvurlar yani mefkûreler toplumda bütün sosyal olayların nedenleri olmakla birlikte, onların doğması, gelişmesi ve ölmesi de toplumsal nedenlere bağlıdır; zira mefkûreler gerçekte sosyal bünyede meydana gelen değişmelerden ibarettir.[14] Özellikle toplumsal bunalım zamanları büyük mefkûrelerin doğması için uygun ortam oluşturur. Nitekim Gökalp’e göre, meselâ tarihte büyük mefkûreler ve hatta milliyetçilik ve dinler böylesine bunalım ortamlarında ortaya çıkmışlardır.[15] Gökalp, toplumda ortaya çıkan büyük adamları yani dahileri de sosyal determinizm ve içtimaî vicdanın eserleri olarak görmekte;[16] bireyi toplumla kaynaştırmakta, toplumun birey üzerinde egemen olduğunu düşünmekte ve hatta Durkheim ile birlikte bir toplumcu olarak toplumu adeta kutsallaştırmaktadır.[17]
Belirtmek gerekir ki, Gökalp’in asıl hedefi, çökmekte olan ve bir taraftan da çağdaşlaşma ve milletleşme yoluna girmiş bulunan Osmanlı toplum yapısını ve orada meydana gelen gelişmeleri analiz etmek ve sonra da oradan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde Türk toplumunun sosyal bütünleşme ve istihale sorunlarına çözüm aramaktır. Bu bağlamda, millî tipin esaslarını belirlemeye yönelmiş bulunan Gökalp, çeşitli toplum tipleri arasından “millet”e (ulus) özel bir önem atfetmekte ve onu en gelişmiş toplum tipi, daha doğrusu toplumsal evrimin son aşaması olarak görmektedir; çünkü çağdaşlaşma, uygarlaşmanın yanı sıra uluslaşmayı da beraberinde getirmiştir. Toplumlarının tam bir tasnifinin yapılmadığını düşünen Gökalp, toplum tasniflerine genelde XIX. yüzyılın ve özellikle de Spencer ve Durkheim’ın sosyal evrim kuramı bağlamında yaklaşmaktadır. Nitekim toplumsal farklılaşma ve iş bölümüne dayalı olarak toplumları “îlkel” ve “müteazzi” ve bir de “iptidaî kavimler” ve “milletler” şeklinde ikiye ayırmaktadır.[18] Diğer taraftan, yine evrimci bir yaklaşımla, kültürel gelişme açısından “aşiret”, “kavim”, “ümmet” ve “millet” şeklinde dörtlü bir toplum tasnifine de girişmiştir. Nihayet, sosyal grupları; “ailevî”, “meslekî” ve “siyasî” olmak üzere üçlü bir tasnife de tabi tutarak, siyasî zümreleri, yine evrimci ve dinamik perspektifte “cemia”, “camia” ve “cemiyet” şeklinde üçe ayırıyor. Gökalp’e göre, devlet, siyasî bir bağ ile birleşmiş camiadır ve “müttehide” (konfederasyon), “ümmet”, “millet” ve “cemaat” şeklinde dört türü bulunmaktadır ve bunlardan millet türü çağdaş devlettir ve onun çağdaşlığı şimdiki zamanı değil fakat günümüzdeki toplumsal evrimini ifade etmektedir. Bu demektir ki, çağdaş bir toplum ve siyasî kuruluş olarak milletin harsı da çağdaş olacaktır. Zira çağdaşlaşmak yani modernleşmek, belli bir uygarlık sisteminin ölçüt ve değerlerine göre, bilim, düşünce ve özellikle de yaşam ve kültürde değişmek ve ilerlemektir. Gökalp’e göre, meselâ Türkler, İslamiyet’i kabulden önce aşiretlerin birleşmesinde oluşan müttehide şekildeki bir devlete sahiptiler ve ona “il” adı verilmekteydi. Müslüman olduktan sonra ümmet formuna geçmeye başladılar. Nitekim Gökalp’in nazarında, Osmanlı İmparatorluğu eski Türk müttehidesinin bazı esaslarını korumakla birlikte, aslında bir ümmet devletidir. Ancak Osmanlı Türkleri, Gökalp’in döneminde artık ümmet türünden millet formuna doğru istihale etmek üzeredir.[19] Gökalp’e göre ümmet, dinî bir bağ ile birleşmiş bir camiadır. Camialar ve onların özel bir türü olan imparatorlukların çözülme dönemlerinde dil ve kültür bakımından müşterek cemiaların içtimaî bir şekilde birleşerek müşterek vicdan ve ortaklaşa mefkûreye malik bir milliyet halini alması durumunda cemiyet denilen zümreler ortaya çıkar. Cemiyet, iş bölümü sonucu farklılaştıkça “meslekî vicdan” ve “ferdî vicdan” teşekkül eder. Cemiyetin müşterek vicdanı olan maşerî vicdan ve hatta meslekî ve ferdî vicdanlar müphem bir şekilde yaşanabileceği gibi, cemiyet içerisindeki şuurlaşma sonucu vazıh bir şekle de bürünebilir ve hatta mefkûreye dönüşebilir. Gökalp’e göre, bir cemiyette millet mefkûresinin açık bir biçimde kendini göstermesi millî vicdanın bu şekilde mefkûreye bürünmesi ile olur. Millet; ırkî, kavmî, coğrafî, siyasî, idarî bir zümre olmayıp, lisan, din, ahlâk ve bediiyat yönünden müşterek yani aynı terbiyeyi almış bireylerden oluşan bir zümredir. Bu bakımdan Gökalp, gerçek cemiyetlerin milletler yani uluslar olduğunu önemle vurguluyor.[20] Öte yandanGökalp, milletlerin kendi aralarında, “imamî” milletler, “teşriî” milletler, “harsî” milletler yani kültür milletleri ve “bağımsızlığını kaybetmiş” milletler şeklinde dörde ayrıldıklarına da işaret ediyor ve bunlardan harsî milletlerde, dinî ve siyasî otoriteden bağımsız bir harsî otoritenin bulunduğunu önemle belirtiyor. Gökalp’e göre millet denilen topluluk içerisinde millî şuur son derecede önem taşımaktadır; zira millî şuur, bir toplumun yahut milletin esasını teşkil eden maşerî yani millî vicdandan başka bir şey değildir. Esasen Gökalp’in nazarında milletin en gelişmiş biçimi kültür milletidir. Bu bakımdan Gökalp milleti, “lisanı müşterek ve aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan harsî bir zümre” şeklinde tanımlamaktadır.[21] Bununla birlikte, evrimci ve idealist Gökalp’e göre aslında harsî millet bir ideal-tipten ibarettir; zira en gelişmiş uluslar dahi henüz tam anlamı ile bu modele erişmiş görünmemektedirler.
Öte taraftan, Gökalp’e göre, bir kavmin kurumları birlikte yaşadığı kavimlerle müşterektir. Gökalp böylesine bir birliğe “medeniyet zümresi” adını vermektedir. Medeniyet, bu ortak kurumların toplamından ibarettir. İptidaî kavimler ile imamî ve teşriî milletlerin birer millî ve bağımsız uygarlıkları henüz yoktur ve onlar, uluslararası uygarlığın ortaklaşa hayatı içinde yaşarlar. Gerçi onların da bağımsız birer dilleri ve kendilerine özgü âdetleri bulunmakta ise de bu millî kurumlar henüz uluslararası kurumlara kendi renklerini verebilmiş değildir. Bir kavim kendi dil ve vicdanının rengini uluslararası uygarlığın kurumlarına verdiği ve onları kendi ruhuna uydurduğu andan itibaren, bağımsız bir millî medeniyete yani kültüre sahip olmaya başlar.[22] Aslında Gökalp’e göre, medeniyet zümresi ilkin dinî bir ümmet halinde başlar; ancak müteakip uzun gelişmelerin ardından yalnız ilim ve fen sahasında birleşen din dışı bir uluslararası uygarlık ortaya çıkabilir. Nitekim Gökalp’e göre çağdaş Batı medeniyeti bu şekilde ortaya çıkmıştır.[23]Gökalp’in toplum, millet, kültür ve uygarlık konuları üzerine olan bütün bu görüşleri ise bizi onun düşünce sistemi ve sosyolojisinin en esaslı unsurlarından birini oluşturan hars/medeniyet ayrışması meselesine götürmektedir. Nitekim bu çalışmaya konu olan millî kimlik, modernleşme ve din ilişkisi de bu meseleyle yakından bağlantılıdır. Anlaşılan, Gökalp’in evrimci bir görüş açısından yaklaşmak suretiyle yaptığı toplum sınıflamasının en gelişmiş aşamasını millet denilen topluluk çeşidi oluşturmakta; öte yandan, bir millet içerisinde tezahür eden sosyal bağlılıkların toplamı, o ulusun “hars”ı yani kültürü olmaktadır. Gerçekte Gökalp’e göre ulusun esası, bir kültür olgusu olmasında toplanmaktadır. Buna karşılık uygarlık, bir kavmin öteki kavimlerle paylaştığı ortaklaşa kurumları ifade etmekte; bu bakımdan Gökalp, kültür ile medeniyeti birbirinden ayırmakta ve bu ayırım Gökalp’in düşünce sistemi ve sosyolojisinde çok önemli bir yer tutmakta ve hatta tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Din, ahlak, hukuk, estetik, dil, iktisat, fen, vb. alanlarda bir millete özgü özellikler o milletin kültürü içinde bütünleşip kaynaşacak ve böylece, bir millete özgü değerlerin toplamından ibaret olan hars yani millî kültür fertlerde millî vicdanı geliştirecektir. Gökalp’e göre millî vicdan, manevî duygu ve düşüncelerin millî değerlerle dolduğu yerde oluşur, gelişir ve hatta coşku ve atılıma dönüşür. Rasyonellik ve bilimsel yaklaşımı içeren uygarlık ise çeşitli toplumların ortak ürünüdür.[24] Gökalp, hars ve medeniyeti birbirinden ayırmakta; harsın millî, uygarlığan ise uluslararası olduğunu düşünmekte; daha doğrusu harsı, uygarlığın bir ulusta aldığı özel şekilden ibaret görmektedir. Nitekim Gökalp’in düşüncesine göre uygarlık, bir ulustan diğerine geçebildiği halde, hars geçemez ve bu bakımdan da bir millet medeniyetini değiştirebilir, ancak harsını değiştiremez. Gökalp, örfü harsa ait görürken ananeyi uygarlığa bağlıyor. Ananeler, bireylere mensubu oldukları sosyal gurubun telkin ettiği idrak ve emellerdir. Bir toplumun ananeleri dinî, ahlakî, hukukî, ilmî, lisanî, iktisadî ve bediî türden olabilir. Menşeleri itibariyle birbirine bağlı ananelerin toplamı bir uygarlık oluşturur. Gökalp’e göre, uluslararası bir mahiyet taşıyan uygarlık, gerçekte ilim, teknik ve sanattan ibarettir; buna karşılık ulusal bir mahiyete sahip olan hars, güzel sanatlar, ahlak ve hukukun temelini oluşturur. Bir toplumda uygarlık akıl ve kurumlara, hars ise inanç ve değerlere dayanır. Uygarlığın yapay olmasına karşılık hars doğaldır. Aslında uygarlık harstan doğar. Ancak bütün insanlar aynı uygarlığa mensup olmayıp, medeniyet müteaddittir. Öte yandan, Gökalp’e göre, bir toplum ait olduğu uygarlık dairesini değiştirebilir. Nitekim İslamiyet’i kabulden önce Türkler, Uzak Doğu medeniyeti dairesine mensupken, İslam olduktan sonra Şark medeniyeti dairesine girdiler ve XIX. yüzyıldan bu yana da laik bir uygarlık olan Garp medeniyeti dairesine girmeye çalışıyorlar. Bu bakımdan, Gökalp’e göre, Türk medeniyetinin tarihi içerisinde biri eski, diğeri orta ve üçüncüsü de yeni olmak üzere üç dönem mevcuttur. Bu gelişme Türk milletini, Ural-Altay ailesine, İslam ümmetine ve Avrupa uluslararasılığına ait bir toplum haline getirmektedir. Gökalp’e göre, bu bağlamda harsı gittikçe güçlenen Türk milleti, “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” suretiyle, çağdaş uygarlığın akıl ve ilmiyle donanmış bir “Türk-İslam Harsı” yaratmaya çalışmalıdır.[25] Gökalp’in nazarında, bir milletin hayatında, biri harsa diğeri de uygarlığa ait olmak üzere iki ana unsur bulunmakta olup, bunların belli bir ilişkide birleşmesi toplum hayatının gelişmesini sağlamaktadır. Bir ulusun harsı, çeşitli uygarlıklardan unsurlar alarak beslenmekte, kültüründe hars unsuru güçlü olan ulus sağlam olmakta, kültür gelişmesi medeniyet gelişmesini de beraberinde getirmekte, ancak uygarlık unsurunun oranı arttıkça toplumun harsı ve dolayısıyla da bünyesi zayıflamakta, hatta çöküntüye yol açmaktadır. Gökalp, toplumların hayatında bazen kültürel bir uyanışın, bazen de uygar bir uyanışın egemen olduğunu belirtiyor. Öte yandan, bu iki akımın, ancak birbirlerini tamamladıkları takdirde yararlı olduğuna da önemle işaret ediyor. Aksi halde, yalnızca uygarlık gelişmesi kültürü bozmakta, buna karşılık medeniyetsizlik toplumu çağın gerisine itmektedir.[26] Gökalp’in düşünce sistemine göre, aralarındaki bu ayrılığa rağmen, hars ve uygarlık belli bir dozda birleşebilir ve esasen bu, bir milletin gelişmesinin de temel ilkesidir. Nitekim Gökalp’e göre, XIX. yüzyılın sonları ile XX. yüzyılın başlarında ciddî bir sosyal bunalıma düşmüş bulunan Türk ulusunun hayatı ve kültüründe, hars ile medeniyet arasında böylesine bir birleşme yoluyla, bunalımdan sıyrılmak ve hatta önemli bir sosyo-kültürel gelişmeyi sağlamak mümkündür. Anlaşılan, sosyoloji çalışmalarında Gökalp’i, kendisinin “Mukayeseli İçtimaiyat” ve “Millî İçtimaiyat” adını verdiği araştırmalara yönelten asıl amaç da anlaşılan budur. Esasen Gökalp’in sosyal evrim kuramı ve hatta tüm öğretisi, bu amacın gerçekleştirilmesine yönelmiş görünmektedir. Zira Gökalp’in tüm çabası, “ümmet” yapısından “millet” yapısına geçiş döneminde, Türk toplumunun millî kimliği ve tipinin esaslarını ortaya koymaktır. Nitekim Gökalp’e göre, özellikle Millî İçtimaiyat araştırmaları bu amaca erişmede önemli bir araç işlevini üstlenmiştir. [27] Millî İçtimaiyat’ın ilk ve en önemli gayesi millete ait ortaklaşa millî harsı ortaya çıkarmak, sonra da bu millî kültür etrafında toplanmış bireyleri millî hedeflere yöneltmektir.[28] Doğrusu Gökalp’e göre bu, millî kimlik kazanmakla olur. Bir başka deyişle, Gökalp’in nazarında, Millî İçtimaiyat, ümmet yapısındaki Osmanlı toplumunu Türk milletine dönüştürmek üzere millî vicdanı geliştirecek, bu da yeni topluma yani millete millî kimlik kazandıracaktır. Gökalp’e göre, toplumda maşeri vicdanların birleşmesi yeni bir maşeri vicdan doğurur, bu yeni maşeri vicdandan yeni kıymetler fışkırır, böylece yeni bir yaratıcı atılım hâsıl olur ve cemiyet bu şekilde tekâmül eder.[29]Gökalp, Millî İçtimaiyat araştırmalarına metodoloji problemini ele almak suretiyle başlamakta; özellikle Millî Tetebbular Mecmuası, C. 1, S. 2’de, Mayıs-Haziran 1912’de yayımlanmış bulunan, “Bir Kavmin Tetkikinde Takip Edilecek Usul” başlıklı makalesi bu sorunu ele almaktadır. Gökalp’e göre, bir kavmi bilimsel perspektifte incelemek için, onun şimdiki zamandaki ve geçmişteki durumunu objektif bir tavırla araştırmak gerekmektedir. Gökalp, Türklerin hangi uygarlık aşamalarından geçtikleri, şu anda toplumsal evrimin hangi aşamasında oldukları, bu aşamada içinde bulunulan içtimaî türle bağdaşmayan patalojik durumların neler olduğu ve nihayet uluslararası uygarlığın hangi kurumlarının Türk hayatına girerek değişikliğe uğradığının araştırılması gerektiğini önemle belirtiyor. Anlaşılan onun Millî İçtimaiyat araştırmaları yeni oluşan millî tipin yaşantısı ve harsında millî Türk örfünün yeri ve işlevlerinin belirlenmesine yönelmiştir; zira her millet kendi koşullarında yaşadığından kendine özgü değer yargıları yani örfleri mevcuttur. Gökalp’e göre, milletin gerçek vicdanı geleneklerinde değil örflerinde görünür; zira gelenek uluslararası olduğu halde örf millîdir. Bir kültür birçok uygarlıktan gelenekler alabilir ve nitekim Türk kültürü, Türk medeniyeti, İslam medeniyeti ve Avrupa medeniyetinden gelenekler almıştır. Gökalp’e göre Mukayeseli İçtimaiyat, uygarlıkları ve kültürleri birbirleriyle karşılaştırarak, toplumların tâbi oldukları doğal kanunları araştıracaktır. Millî İçtimaiyat ise sadece bir milletin harsının, bağlı bulunduğu uygarlıklardan sivrilerek nasıl özel bir renk aldığını ve kendi kişiliği çevresinde nasıl ilerlediğini araştırmalıdır.[30]Anlaşılan Gökalp’in Millî İçtimaiyatı bir tür Millî Sosyal Felsefe’dir[31] ve orada millî kimlik, din ve modernleşme karşılıklı etkileşim halindeki ajanlar olarak yerlerini almışlardır. Başka bir deyişle, milliyetçilik, İslamlaşma ve modernleşme, Gökalp’in düşünce sisteminin üç temel boyutunu oluşturmaktadır ki, bu durum bizi, orada millî kimlik, modernleşme ve din ilişkileri ve etkileşimini dinamik bir yaklaşım perspektifinde ele almaya götürmektedir.
Millî Kimlik, Din ve Modernleşme İlişkileri ve Etkileşimi
Gökalp, millî içtimaiyat araştırmalarında, dinamik bir yaklaşım perspektifinde Türk toplumunun tarihinin tekâmül merhalelerine yönelmiştir. Bunu yaparken de başlangıç dönemlerinden itibaren evrimin hemen her safhasında dinî karakterli sosyal olayların sosyal gerçekliğin önemli bir olgusu olarak kendini göstermesi karşısında Gökalp, din konusu üzerinde önemle durmuş ve hatta bir dönemden itibaren onu millî kimlik ve modernleşme ile olan dinamik ilişkileri ve etkileşimi bağlamında ele almıştır. Öte yandan, toplumsal hayatın temeline maşerî vicdanı yerleştiren Gökalp dini, toplumun maşerî vicdanından kaynaklanan tipik bir hayat tezahürü olarak görmektedir. Daha doğrusu, Gökalp’e göre din, toplumun değer duyguları ile karışık ekonomik, siyasî, hukukî, ahlakî, vs. hayat şekillerinden biri ve gerçekte en kutsal olanıdır. Bu bakımdan, Gökalp’in nazarında din, sosyal değerler manzumesinin doruk noktasında yerini almaktadır. Gökalp’e göre, soyut akıl kıymet hükümlerinin takdiri için yetersizdir; zira akıl ancak şen’iyet hükümlerine hâkim olabilir. Dinî, ahlâkî, bediî kıymetlerin takdiri kalbe ait olup, o onlardan vecd alır ve bu heyecan ve coşkularla saadet içinde yaşar. Gökalp’e göre akıl, bu tür kıymetleri anlamakta zorlandığı için, çoğu zaman onunla kalp yani vicdan arasında bir çatışma ortaya çıkar ve duruma göre ya akıl ya da kalp bu mücadeleden galip çıkar yahut çatışma ikisi arasındaki bir uzlaşma ile sonuçlanır.[32] Bununla birlikte, sosyolojik bakımdan gerçekte, Gökalp’e göre bir toplumda değer yargılarının takdiri içtimaî vicdana yani örfe aittir[33]; zira gerçekte değerler eşyanın tabiatından değildir. Onlar; sübjektif türdendir ve ancak ferdî değil toplumsal bir tabiat ve mahiyete sahiptir.[34] Bu bakımdan, toplumun ona verdiği önemden ibaret olan değerler, bir toplumda dinî, ahlâkî, lisanî, hukukî, iktisadî, bediî şekilde bir takım sınıflara ayrılır[35] ve aşağıdan yukarıya doğru bir mertebeler düzeni içerisinde hayatiyet bulurlar. Buna göre, sisteminin en aşağı kademesinde iktisadî kıymet yer almakta; onu önce ilmî; sonra bediî, sonra da ahlâki değer izlemekte; en üst mertebede dinî değer yerini almaktadır; zira mukaddes kategorisinde ifadesini bulan dinî değer, insanı en kutsal makama yükseltir. Esasen o, öteki değerleri de bir biçimde kendi içinde barındırmaktadır. Öyle ki, meselâ maddiyat yani iktisadî kıymet sahasındaki uğraşı ve çabalar insanların ruhlarını yüceltemez. Ahlâkî değer alanı da ancak belli bir dereceye kadar yükseltebilir. Gökalp’e göre din, ahlâktan üstündür; çünkü kutsal olan her şey mutlak surette iyidir. Din insanın ruhunu “melek ahlâkı” mertebesine yükseltir. Dinî değer, ahlâkî olanın yanı sıra estetik değerin de ilmî değerin de üzerinde yer alır; nitekim en yüksek estetik değerler din alanında ortaya çıkabilir. Esasen Gökalp’e göre, güzellik duygusu kutsal bir menşeden kaynaklanmaktadır. Dinin idrak vasıtası sezgidir ve bu onun akıl ve mantığa dayalı bilimsel yöntemle elde edilen bilgiden daha üstün bir mertebeye erişmesini sağlar. Gökalp’in nazarında, insanlığın yüce kurtuluş rehberi olan din, gerçekte bilimin zorunlu bir sonucu, ayrılmaz bir parçasıdır; çünkü ne kadar ilerlerse ilerlesin yine de bilim insanı tam olarak tatmin edemez.[36] Dine inanmak insana metanet, sabır, şefkat ve fedakârlık gibi hasletleri kazandırır; zor zamanlarda insanın iç ahengini kurmasını sağlar. Allah’a tevekkül eden bir kimse bir lahza mahrum kalmaz, bedbin olmaz, düşmandan korkmaz, hiçbir kedere yenilmez; daima meserret, huzur ve saadet içinde yaşar. Çocuklukta dinî eğitim alanlar güçlü bir seciyeye sahip olur; almayanlar ise tüm yaşamları boyunca kişiliksiz, iradesiz ve seciyesiz kalırlar. Bununla birlikte, Gökalp’e göre din, yalnızca bireylere bir şahsiyet vermekle kalmaz; aynı zamanda toplumları da eğiterek, onlara bir kimlik ve şahsiyet kazandırır. Bu bakımdan Gökalp’in düşünce sisteminde din, kimlik ve kişilik arasında dinamik bir ilişki ve etkileşim söz konusudur. Öyle ki, meselâ Allah’tan vahiy alan ve Allah tarafından görevlendirilmiş kimseler olan peygamberler cemiyetleri kurtarırlar. Gökalp, peygamberlerin, cemiyeti terbiye ettikleri için ferdî ruhları eğiten velilere oranla çok daha yüksek bir mevkie sahip olduklarını önemle belirtiyor. Öte yandan Gökalp, bir inanç sisteminin toplumu eğitebilmesi için bir sosyal organizasyona ihtiyaç bulunduğunu ve bu organizasyonun da ümmet olduğunu vurguluyor. Nitekim anlaşılan peygamberler, ümmet teşkilatı kuran kimselerdir.[37] Gerçi, Gökalp’e göre ümmet, toplumların evriminde millet aşamasından önce gelmekte; öte yandan, bir dinî camiaya mensup kavimler, dil ve kültür itibariyle ayrı olduklarının şuuruna vardıkları zaman bu ayrılıkları siyasî istiklâl ile de tamamlayarak millet hayatına geçebilmektedirler. Nitekim Osmanlı’da millet bir dinî cemaate mensubiyeti ifade etmekteydi ve Osmanlı’nın “millet sistemi” cemaatlerin dinî kimlikleri üzerine kurulmuştu; ancak Osmanlı’da milliyetçiliklerin yükselişi, Gökalp’e göre, cemaat kimliklerini dinî olmaktan çıkarmıştır.[38]
Her halükârda, ümmetten millete geçişi ve millî kimliğin oluşumunu kolektif tasavvurlara dayandıran Gökalp[39], milliyet mefkûresinin ve milletlerin doğuşunun, onların daha önce bağlı bulundukları dinî camiayı ortadan kaldırmayacağını düşünüyor. Öte taraftan Gökalp, milliyet duygusu yanında bir de beynelmilelci duygusunun bulunduğunu, bu sonuncusunun aynı uygarlığa mensup olmaktan yani kaynağını dinden ve ilimden alan kitaptan doğduğunu öne sürüyor. Nitekim millî kimlik kuramcısı Gökalp, Türklerin milliyetinin Türklük, milletlerarasılığının da İslâmlık olduğunu önemle vurguluyor. Gökalp, Türklükle İslamlık ve modernlik arasında bir çatışma için herhangi bir neden görmemekte,[40] ancak siyasal bir ideoloji ve hareket olarak Pan-İslamizm’e itibar etmemektedir. Öte yandan Gökalp, dine dayanan milletlerarasılığın yerine müspet bilim ve çağdaş uygarlığa dayalı yeni bir uluslararasılığın geliştiğini ve bu durumun medeniyet dairesini artık sırf bir ümmet dairesi olmaktan çıkardığını ve böylece uygarlığa dayalı uluslararasılık dairesi ile dine dayalı ümmet dairesinin birbirinden ayrılığını önemle belirtiyor. Zira Gökalp’e göre modern bilim, yalnızca yeni bir rasyonalite değil, aynı zamanda gerçek bir beynelmilelcidir ve esasen dine dayalı milletlerarasılıklar giderek yerlerini modern bilime dayalı uluslararasılıklara bırakmaktadır. Anlaşılan Gökalp, ümmet teşkilatına siyasal değil, fakat sembolik bir anlam yüklemekte, manevî bir birlik olarak gördüğü ümmete bağlılığı, din birliğinden doğan psikolojik bir dayanışma duygusundan ibaret görmektedir. Her halükârda, başlıca meselesi modernlikte millî kimlik ve dinin yeri olan Gökalp’in evrimci düşünce sisteminde, milliyetçilik, millî kimlik, modern bilim ve din arasında dinamik bir ilişki söz konusu olmaktadır. Gökalp’e göre, millet döneminde dine dayalı çokulusluluğun yahut Osmanlı’nın millet yani dinî cemaat sisteminin yerini millî kültüre dayalı millî kimliğin egemen olduğu yeni bir toplum tipi olan millet almakta; uygarlık düzeyinde ise dinin yerine bilim ve ona dayalı uluslararasılık geçmektedir. Ancak Gökalp’e göre, bu yeni medeniyet dairesine aidiyet, millî kültürün uygarlık formlarını millete özgü bir kültürel renk ve anlam dinamizmi bağlamında benimsemesi ve özümsemesi suretiyle olacaktır. Gökalp’ın nazarında, bir ulusun yeni bir uygarlığın unsurlarını aynen alması taklitçilik olur ve bu da millî kültür ve kimlik bakımından zararlı sonuçlara yol açar. Medeniyet din gibidir; ona inanmak ve yürekten bağlanmak ve böylece onu içinden almak gerekir.[41] Esasen Gökalp’e göre, bir milletin geçmiş kültürün fosillerini yeniden canlandırmaya kalkışması da tehlikeler içermektedir. Öte yandan Gökalp, gelenek, muhafazakârlık ve radikalizm adına kuralcılığa saplanmanın da bir milletin evrimsel dinamizmini köstekleyeceğini düşünmekte ve uygarlığa, millî kültürün gelişiminin bilimsel, teknik ve rasyonel araçlarını sağlama işlevini yüklemektedir. Buna karşılık Gökalp, millî vicdandan, millî harsın özgüllük ve dinamizmini sağlamasını istemekte; kültürel-millî, medenî-beynelmilel ve ümmete ait dinî kimlik bağlamlarının bu evrimsel ve özgül dinamizm çerçevesinde şekillenerek hayatiyet bulması gerektiğini düşünmektedir.[42] Toplumda özellikle aydınlara düşen görev millî harsı arayıp bulmaktır. Esasen, Gökalp’e göre bir milletin millî harsı kendi yaşamında mevcuttur.[43]
Öte yandan Gökalp dini, bir toplum tarafından kutsal bilinen inanç ve ibadetlerden oluşan bir sosyal sistem olarak tanımlamakta;[44] üstadı Durkheim gibi, “kutsal” ve “kutsal-dışı”nı birbirinden ayırmakta, din olaylarının ayırıcı özelliğinin “kutsal” kategorisinde toplandığını önemle vurgulamaktadır. Gökalp, bir dini oluşturan üç ana unsurdan, inanç ve ibadetin dinî yaşayışın özünü teşkil ettiğini düşünmekte; cemaati ise ondan ayırarak ona sembolik bir anlam yüklemeye özen göstermektedir.[45] Böyle olunca, Gökalp’e göre, işlevsel bakımdan insan ve toplum hayatında dinin en temelli mevkii, bu kutsal ve yakînli itikatlar ve feyizli ibadetler aracılığı ile ruha büyük bir coşkunluk ve içten bir mutluluk vermesinde toplanmaktadır. Öyle ki, Gökalp dini, “kökü maşerî vicdanda olan ve en güzel çiçeklerini insanın gönlünde açan bir ağaç”a benzetmekte;[46] şu hale göre, Gökalp sosyolojisinde genetik bakımdan din, maşerî vicdanın kutsal ve sembolik bir projeksiyonu olmaktadır. Mamafih bu noktada, Gökalp sosyolojisinde dinin, Fransız sosyoloji ekolünün kurucusununkinden ayrıldığını ve Anlayıcı Sosyoloji geleneğine mensup Alman sosyologlarının görüşlerine yaklaştığını önemle belirtmelidir; zira Gökalp, dinin menşei konusunda ilkel ve çok tanrılı halk dinleri ile uluslararası büyük dinler arasında bir ayırım yapmakta; birincilerin maşerî vicdanın sembolik bir projeksiyonu olmasına karşılık, ikincilerin insan ve toplumu aşan “aşkın” (transandantal) bir özünün bulunduğuna önemle işaret etmektedir.[47] Daha doğrusu, Gökalp’ın nazarında ümmet dinlerinin ilahî kaynağa dayalı yönlerinin yanı sıra toplumsal olan bir yönü de bulunmaktadır. Nitekim Gökalp, İslam Mecmuası’nda yayımlanmış bulunan “Fıkıh ve İçtimaiyat” (S. 2, 13 Şubat 1329) ve “İçtimaî Usul-i Fıkh” (S. 3, 27 Şubat 1329) başlıklı makalelerinde içtimaî tatbikatın, tıpkı toplumsal hayat gibi istihale içerisinde olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla da Gökalp ümmetin, toplumsal evrimine uygun olarak tekâmül etmesi ve çağın yaşamsal gereklerine uyum sağlaması gerektiğini düşünmektedir. Nitekim Gökalp’in nazarında, örfler de toplumdan topluma değişmektedir ve esasen Gökalp’e göre, İslam’da içtihat, değişen örfe uyum ihtiyacından doğmuştur; zira ilk İslam cemaatinin süratle genişlemesi onun toplumsal yaşamında, örf ve âdetlerinde köklü değişiklikleri beraberinde getirmiş; bu durumda ilk ve büyük müçtehitler değişen örfe uyum çabası içerisinde olmuşlardır.[48] Çünkü Gökalp’e göre, aslında örfler, maşerî vicdanın bir anlatımı, cemaat vicdanının önerdiği ve içtimaî bir iman ile inanılan, içtimaî bir aşk ile sevilen mefkûrevî kaidelerdir.[49] Üstelik onlar zımnî ve mecâzî bir anlatımla ilâhî bir mahiyeti haizdir.[50] Gökalp, dinde ve özellikle de İslam’da ibadetleri ve meselâ onlardan zekâtı sosyolojik bir yaklaşımla açıklamaya yönelmekte; bu bağlamda gelenekçi ve statik din ve özellikle de İslam anlayışlarını eleştirmektedir. Bu bakımdan, Gökalp’in örf, içtihat ve değişme konularındaki bu görüşlerini bütünüyle sübjektif ve İslam dininin esasları ile bağdaşmaz olarak değerlendirenler olmuştur.[51] Bununla birlikte, gerçekte denebilir ki Gökap’te, bir yönüyle statik, ama bir başka yönüyle de dinamik bir fıkıh ve hatta din anlayışı mevcuttur. Esasen toplumu, fertlerden bağımsız bir varlık ve hayatiyete sahip canlı bir organizmaya benzeten Gökalp, tarihî oluş ve akışı içerisinde onu sosyal determinizm ve evrim kanunlarına bağımlı bir gerçeklik olarak görüyor. Bu bakımdan, toplumsal değişme ve evrim süreci içerisinde bir değişken olarak almak suretiyle dinin farklı toplumsal şartlar ve tipler içerisindeki durumu, işlevleri, uğradığı değişiklikler, neden olduğu etki ve tepkiler ve evrimi konusu, Gökalp’in Dinamik Din Sosyolojisi’nin başlıca meselesini oluşturuyor. Gerçi Gökalp’in sosyolojisi, XIX. yüzyılın biyo-organizmacı ve evrimci geleneğine bağlıdır; soyut kavramlara dayalı teorik bir bilim anlayışı çerçevesinde biçimlenmiştir ve bir bakıma o sosyal zaman kavramına yabancıdır. Ancak Gökalp, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu gibi bunalımlı bir geçiş döneminin düşünürüdür. Bu bağlamda o, bir ulusal kimlik kuramcısı ve üstelik millî kimliği modernleşme ve din ile ilişkileri bağlamında dinamik bir şekilde ele alıp yeniden biçimlendirmek isteyen bir düşünürdür. Gökalp’in temel meselesi, kendine yeni bir denge ve yön arayan Türk toplumunun millî tipinin belirlenmesidir. Böylesine bir yaklaşım perspektifinde denebilir ki, Millî İçtimaiyat araştırmalarında Türk toplumunun tarihî ve aktüel bir sosyolojisini gerçekleştirmeye yönelen Gökalp’in sosyolojisinde sosyal zaman kavramı yine de bir biçimde yerini almaktadır.
Gökalp, Fransız Sosyoloji Ekolünün tasniflerinden yararlanarak, ancak oldukça tartışmalı ve bu gün için eskimiş bir literatüre dayanmak ve yer yer acele genellemelere kapıyı açık tutmak suretiyle eski Türk toplumunun sınıflamasına girmekte ve Avustralya yerlilerinin klan teşkilatı, Asya kavimlerinin sosyal organizasyonu ve eski Türklerinkiler arasında benzerlikler bulmaktadır. Bu şekli altında, Gökalp’in nazarında din, gerçekte klan ailesinin toplumsal birliğinin sembolik bir anlatımından başka bir şey değildir. Esasen Gökalp’e göre, eski Türklerde “klan”dan başlayarak toplum, “boy”, “aşiret”, “küçük il”, “orta il” ve “büyük il” gibi daha geniş sosyal ünitelere doğru tekâmül ettikçe, toplumun maşerî vicdanının sembolik bir timsali olarak din de sosyal bünye değişikliklerine göre bir değişim ve evrime uğramıştır. Böylece Gökalp’e göre, meselâ ilkel dinler düzeyinde kavim dini, belli bir toplumla sınırlı kalmış ve o kavmi evrenin merkezi sayan bir dünya görüşünü aşamamışken, üyelerini sırf dinî bir bağ ile birbirine bağlayan ümmet dinleri ile birlikte din kavimler-arası bir özellik kazanmıştır. Bu son durumda kavim, ümmet içerisinde bir alt-grup yani “şa’b” konumunu almakta; böyle olunca da toplum, biri kavim ve ötekisi de ümmet dairesi olmak üzere iki dereceli bir şekle bürünmektedir. Öte taraftan, Gökalp’e göre, ümmet içerisinde din, ümmetle oluşan yeni sosyal bünyeye ve orada meydana gelen değişmelere uymak durumunda kalmaktadır. Esasen ümmet döneminin de kendine has bir din ve aynı zamanda bir siyaset ve devlet biçimi vardır ve gerçekte bu imparatorluktur. Bu durumda, Gökalp’e göre, ümmet dini de bir tür emperyalizm formuna bürünmekte; üstelik ne kadar kavimler-arası bir özellik arz ederse etsin, bir yönüyle o tekelci kalmakta ve kendi dairesine dâhil olmayanları dışarıda bırakmaktadır.[52] Buna karşılık, bilime dayalı çağdaş uygarlık bu tür tekelcilikleri bertaraf ederek, dünyanın tüm kavmî ve dinî zümrelerine kendini açmakta ve bütün insanlığı kucaklamaya yönelmektedir. Böylece, daha önce ümmet dairesine girerek kişiliğini yitiren kavim, yeni bir şahsiyetle millet tipi altında ortaya çıkmakta; dinî, ahlâkî, terbiyevî, hukukî, siyasî, bediî ve lisanî hayatları müşterek bir hars zümresine dönüşmektedir. Nitekim toplumsal evrimin çeşitli aşamalarında hayatiyet ve varlık kazanmış olan toplum tiplerinden yalnızca millet içerisinde böylesine bir kültürel birlik ve bütünlük gerçekleşebilir. Bu bakımdan, Gökalp’in nazarında, hakiki cemiyetler, ancak milletlerdir.[53] Bununla birlikte, Gökalp’e göre, milletin öteki toplum formlarından farklı bir tipi oluşturması, dinin bu yeni tip içerisindeki yeri ve işlevlerinin öncekilerden değişik olmasına yol açmakta; bu durum, din ve millet arasında yeni bir uyum sürecini beraberinde getirmektedir. Ancak, yeni formu altında millet, aynı zamanda Durkheim’ın “organik toplum” adını verdiği müteazzi toplum kategorisine dâhil olduğundan, din ve millet arasındaki bu yeni uyum, bir anlamda dinin müteazzi toplumun ortamı, kültürü, uygarlığı ve koşullarına bir uyumu süreci olarak karşımıza çıkıyor. Müteazzi toplumlardan farklı olarak, henüz toplumsal iş bölümü ve uzmanlaşmanın olmadığı, Durkheim’in “mekanik toplum” diye adlandırdığı ilkel toplumlarda maşerî vicdanın temelinde yer alan bir gerçeklik olarak din, aynı zamanda toplumun âdeta bir yaratıcısı olarak görünmekte, toplum hayatının hemen tamamı dinî kalıplar içerisinde cereyan etmektedir. Bu en basit yapılı toplumlardan işbölümü ve uzmanlaşmanın artarak devam ettiği daha karmaşık toplumlara gidildikçe, toplumun sosyo-kültürel yapısı içerisinde muhtelif faaliyet kolları giderek birbirinden ayrılmaya ve toplum yapısı farklılaşmaya başlıyor. Toplumda iş bölümü ve uzmanlaşma arttıkça, toplum hayatının ekonomi, ahlâk, siyaset, aile, eğitim, bilim ve sanat gibi çeşitli faaliyet kolları dinin doğrudan etkilerinden sıyrılmaya yönelmekte, bu durumda din kendi öz alanı sayılan inanç ve ibadetlerde yoğunlaşıp derinleşerek toplum hayatında kendine yeni bir mevki ve işlev kazanmaktadır. Bu süreç içerisinde, Gökalp’e göre, başlangıçta sırf dinden ibaret bulunan toplum kültürü, giderek dinin de dâhil bulunduğu, ancak öteki faaliyet kollarını da içine alan daha geniş ve homojen bir bütünlük oluşturuyor. Buna karşılık, kültürlerarası temaslar medeniyet adı verilen ve içerisinde birçok harsların yer aldığı uluslararası özelliğe sahip yeni bir zümre çeşidinin ortaya çıkmasına imkân veriyor. Gerçekte, dinden kültürün doğması, kültürün uygarlık gelişmesine imkân vermesi ve medeniyetin aşırı gelişmesinin kültürü bozması şeklindeki sosyo-kültürel değişim olgusu ve sürecini bir milletin tarihi içerisinde gözlemek imkânı bulunduğu gibi, bir dinî zümrenin tarihi içerisinde izlemek de mümkündür. Nitekim Gökalp’e göre İslamiyet, bu durumun tipik bir örneğini sunmaktadır; zira o, dinî bir coşkunluk şeklinde doğmuş, başlangıçta iş bölümünün henüz ortaya çıkmamış olması nedeniyle Müslüman cemaat içerisinde tüm toplumsal faaliyetler şiddetli bir dinî zihniyet çerçevesinde yaşanmış, bu bağlamda ilk Müslüman topluluk bir “zahitler cemaati” olmuştur. Bu zühdî dindarlık, İslam cemaati içerisinde harsi bir gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Üstelik bu harsi gelişme bir uygarlık gelişmesine imkân vermiştir. Bu medeniyet Abbasîler döneminde olgunluk safhasına erişmiş, ancak bu durum İslam cemaatinin kültürel dinamizminin gerilemesine yol açmıştır. Her halükârda, Gökalp’e göre, Orta çağda Müslümanlar arasında gözlenen bu uygarlık gelişmesi, modern medeniyetin beraberinde getirdiği iş bölümü, uzmanlaşma ve nüfus yoğunluğu ile kıyaslanmayacak derecede düşük yoğunlukta bir toplumsal olgudur. Öyle olduğu için de o, İslam ümmeti camiasına dâhil bulunan toplulukların geleneksel ve kalıplaşmış bünyelerinin değişimini sağlamak üzere yeni ve yaratıcı atılımları yapma gücünü hiçbir zaman sağlayamamıştır. Buna karşılık, Gökalp’e göre, yine ümmet hayatı yaşayan Hristiyan Batı dünyası, bu çağın sonlarına doğru önemli yenilik hareketlerine sahne olmuş, özellikle Reform Batı’da ümmet dininin çöküşünü beraberinde getirmiş; öte yandan, Rönesans, felsefî yenilik ve Romantizm hareketlerinin de Orta Çağın sona ermesinde önemli rolleri olmuştur. Avrupa’da özellikle büyük şehirlerdeki nüfus artışı ve iş bölümünün ilerlemesi yeni meslekler ve uzmanlıkların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bütün bunlar ruhlarda değişime yol açmış; bu ruhlardan fışkıran yeni bir dünya görüşü, Gökalp’e göre, geleneksel toplumsal çerçeveleri kırdığı gibi, bu bağlamda büyük sanayinin gelişmesine ve modern medeniyetin kurulmasına imkân vermiştir.[54] Gökalp’e göre, temeline müspet bilim ve iş bölümünü yerleştirmiş bulunan bu uygarlık, sosyal hayatın hemen her alanında iş bölümü ve uzmanlaşmayı beraberinde getirmiştir. İş bölümü meslek zümrelerini, meslek zümreleri de meslek şuurunu doğurmuştur. Bu durumda ümmet ve imparatorluk camialarının maşeri şuurları değişmeye başlamıştır. Bu değişme, bu zümrelerin yerlerini “millet” (ulus) adı verilen ve birliğinin esası harsî ortaklığa dayanan yeni ve eskiye oranla çok daha homojen bir toplum tipinin ortaya çıkmasına imkân vermiştir. İş bölümü ve uzmanlaşmanın ilerlemesi, toplum içerisinde ümmet teşkilatı ile millet teşkilatının birbirinden ayrılması ve sosyal bünye içerisinde çeşitli sosyal faaliyetlerin dinden tamamen ayrılarak dinin inanç ve ibadet alanında derinleşmesinden ibaret olan laikliğe kapı açmıştır. Mamafih, Gökalp’e göre, toplum hayatında işbölümü ve laikleşme sonucu dinin vicdan alanına çekilmesi, onun toplumsal öneminin ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Tersine Gökalp’e göre din, iş bölümü ve uzmanlaşma sonucu muhtelif vicdanlara bölünen toplumun bütünleşmesinde ve birleşip kaynaşmasında en temel işlevlerden birini görecek ve böylece millet içerisindeki önemini sürdürecektir. Bu bakımdan Gökalp, Durkheim’dan mülhem olarak “menfi” ve “müspet” şeklinde ikiye ayırdığı dinî ritüellerin her iki şekil altında da millet ve hatta ümmet içerisinde toplumsal bütünleşmede önemli işlevlerinin olacağına önemle işaret ediyor.[55] Gökalp’e göre, kutsal duygular ve inanışlarla bireyleri birleştirmek suretiyle din, millî vicdanın oluşumunda en önemli etken olarak görünüyor. Gökalp’in nazarında, gerçek dindarlar ulusal egemenliğe; gerçek milliyetçiler ise dinin zeval bulmayacağına inanırlar. Hac gibi ibadetlere ise ümmetin uluslararası kimliğini pekiştirme işlevini görürler.[56] Ancak, Gökalp’e göre, bütün bunların dinin asıl gayesi olmayıp, dolaylı etkileri ve işlevleri olduğuna önemle işaret etmelidir; zira en yüksek faziletler hiçbir gayeye matuf olmayan fiillerde tecelli ederler. Bu anlamda, Gökalp’ın nazarında, sanat, ahlâk, muâkale gibi dinin de esas amacı bizzat kendisidir; öyle ki, meselâ “sanat sanat için” olduğu gibi din de başka bir gayeye vasıta olmakla mevkiini muhafaza edemez. Gökalp’e göre, yakinli idrakleri, feyizli ibadetleri ile din, ruha büyük bir heyecan ve coşku, samimi bir saadet verir ve nitekim aslında dinî hayat bu galeyanlı coşkuları yaşamak, bu zevkleri tatmaktan ibarettir. Yoksa Gökalp’e göre, bazılarının sandıkları gibi din meselâ siyaset için değildir. Din yalnız kendisi içindir ve dine gerçekten değer verenler, dinin itikat ve ibadetlerine, kendi manevî gücüne değer verenlerdir; zira dinî yaşayışın özü oradadır. Oysaki dinciler çoğu zaman dini bir siyaset aracı görüyorlar ve gerçekte bu yanlıştır. Öte yandan, Gökalp’e göre, dinin irşat ve nasihatlerini hükümetin maddî gücü ile infaza çalışmakla da bir sonuç elde edilemez. Aynı şekilde, müspet ilimleri dinden çıkarmaya çalışmak da yanlıştır.[57] Diğer taraftan, Gökalp’e göre, dinî yaşayışın özü değerler ve mefkûrelerde yattığı için bu alanda tek başına bilgi de pek bir şey ifade etmez. Öyle olduğu içindir ki din, her şeyden önce bizzat yaşanır. Nitekim din alanında uzman birçok kimseler vardır ki, bir an bile dinî bir yaşayışa sahip olmadıkları gibi, nice dindarlar da ilimlerden yoksundur.[58] Dinî yaşayış konusundaki bu açıklamalarının Gökalp’i, dini “kutsal’ın tecrübesi” yahut “kutsal’ın yaşanması” şeklinde tanımlayan R. Otto’nun ve hatta fenomenolojik din tanımına meyleden öteki modern din bilginlerinin anlayışına yaklaştırmakta oluşu kayda değerdir. Yine de burada Gökalp’in dinin bilgi boyutuna gereken önemi vermediği eleştirisi de yapılabilir. Zira bilindiği gibi dindarlık, genelde çok boyutlu bir olgu olarak tezahür etmekte; bu bağlamda onun bireysel, toplumsal, duygusal, düşünsel, inanç, ibadet, zihniyet ve ahlâk, tecrübe, bilgi ve etkiler gibi farklı boyutlarından söz edilmekte ve dindarlık ölçeklerinin de buna göre düzenlenmesi önem taşımaktadır.[59] Her halükârda, Avrupa’da Rönesans, Reform, felsefî yenilik, Romantizm gibi ahlâk, din, ilim ve estetik alanlarındaki değişikliklerin Ortaçağ hayatına son verdiğini düşünen Gökalp’in nazarında, İslam dünyasında bu değişmeler olmadığı için o Ortaçağdan kurtulamamış; Avrupa skolâstiğe son verdiği halde, İslam dünyası hala onun etkisinden sıyrılamamıştır.[60] Üstelik modern dönemde Batı’da ortaya çıkan gelişmelerden İslam dünyası ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu oldukça etkilenmiştir; ancak, geleneksel ve anomalik bünyesi ile İmparatorluğun artık ayakta kalması mümkün görünmemektedir. Modern medeniyetin ilerlemesi karşısında o, ya yok olup gidecek veya bünyesinden, İmparatorluğun çekirdeğini oluşturan Türk unsuru modern, millî ve kültürel bir toplum yani ulus olarak ortaya çıkacak ve hatta uygarlıkta Avrupa kadar ileri gidecektir. Gökalp, yaşadığı yüzyılın milliyet asrı ve bu asrın toplumsal vicdanları üzerindeki en etkili gücün de milliyet mefkûresi olduğunu önemle vurguluyor. Gökalp’e göre, Osmanlı toplumu otokratik bir yönetim altında bilgisiz kitlelerden oluşmaktaydı. Onun tasarladığı millet ise demokratik bir toplumdur ve orada seçkinlere, dâhilere, sanatkârlara ve aydınlara çok iş düşmektedir; zira onlar, maşerî vicdanın kendilerinde kristalleştiği kimselerdir ve gerçek toplum önderleri olarak çağdaş uygarlığı geniş kitlelere götürmek onların görevidir. Aydınlar halka aynı zamanda millet kültürünün temellerini öğretecektir. Aydınlar dindar, dindarlar da hürriyet sever olacaktır. Bunun için de Gökalp’e göre, İslam dininin doğru bir gözle görülmesi gerekmektedir. Toplum, iş bölümü ile ilerler, uzmanlaşırsa toplumda ait oldukları bölüme hayat verir.[61] Bu amaçlara erişebilmek için, Gökalp’in meşhur formülü ile “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” şeklindeki üçlü bir sentezin gerçekleşmesi gerekmektedir. Türk ve İslam âleminin karşı karşıya kaldığı karışıklıklarla bunları izleyen felâketler, Türk milliyetçiliği ve İslam milletlerarasılığı şeklindeki mefkûreleri doğurmuştur.[62] Aslında bir sosyal değişme süreci olan çağdaşlaşma ise bütün dünyanın bir gerçeğidir. Bu üç eğilim, Türk toplumu içerisinde sosyal gerçekliğin üç ayrı ancak çatışmalı boyutu olarak kendilerini göstermiş olup, bunların millet denilen yeni toplumsal tip içerisinde uzlaştırılması ve hatta millî vicdanın motor gücü olan mefkûrelere yani ideallere dönüştürülmesi gerekmektedir. Gökalp’e göre, Tanzimatçılar, çağdaşlaşmanın gerekliliğini anlamışlardır; ancak onlar, modern medeniyet ile Doğu medeniyeti arasında bir uzlaşma yapmak suretiyle sorunu çözebileceklerini sanmışlardır; oysa birbirine zıt iki uygarlığı uzlaştırmak mümkün değildir. Nitekim sonuçta, toplum hayatında ikilik şeklinde tezahür eden patolojik bir durum ortaya çıkmıştır. Gökalp’e göre, modern medeniyeti kökten almak gerekmektedir. Ancak bu, Türklerin kendi harsları ve dinlerini terk etmeleri anlamına da gelmemektedir; zira son tahlilde din, hars ve uygarlık birbirine indirgenmesi mümkün olmayan gerçekliklerdir. Onları modern toplumun bünyesinde bir sentezde uzlaştırmak mümkündür. Bu da, Gökalp’e göre, harsta Türkleşmek ve İslamlaşmak, uygarlıkta ise çağdaşlaşmakla mümkün olacaktır. Gökalp, özellikle Japonların böylesine bir sentezi gerçekleştirmeyi başardıklarını düşünmüştür.[63] Gerçekte, Gökalp’in nazarında, İslam dini ile modern bilim, çağdaş uygarlık ve çağdaş toplum tipi yani millet arasında temelde bir uyuşmazlık söz konusu değildir; zira İslam dini, gerçeklik hükümlerinde aklı ve değer hükümlerinde örfü esas almıştır. Bu bakımdan o, bütün zamanlara ve milletlere uygulanabilir bir dindir. Gökalp’e göre, Avrupa’da yüzyıllardan beri halledilmemiş olan ilim/din çatışması İslamiyet’te ilk gününden beri çözümlenmiştir. Esasen Gökalp’e göre, Hristiyanlık da Protestanlık vasıtasıyla İslamiyet’in akıl ve örf ile ilgili bu temel esaslarını kendi bünyesine adapte etmek suretiyle, bilimle kendi arasındaki çatışmayı çözmüş ve bu şekilde modern medeniyete ve çağdaş millî kültür ve devlete giden yolu açmayı başarmıştır. Özellikle “İslamiyet ve Asrî Medeniyet” başlıklı, önce Tanin sonra İslam Mecmuası’nda çıkan makalesinde İslamiyet’in çağdaş uygarlıkla uzlaşabileceği düşüncesini işleyen Gökalp,[64] İslam dinini yanlış yorumlarla dogmatik ve skolâstik bir görünüme büründürenlerin, onunla modern bilim ve medeniyet arasında dikotomik bir ayrılık varmış gibi bir izlenime neden olduklarını düşünüyor. Oysa Gökalp’e göre bu ayrılık, İslam dinine sonradan sokulan ve gerçekte onunla hiçbir alakası bulunmayan geleneklerin anakronizminden kaynaklanmaktadır. Gökalp’in nazarında İslamiyet, ruhbanlık değil, fakat bilim hâkimiyetine dayanan bir dindir. Bu bakımdan, Gökalp’e göre, yapılması gereken iş, toplumun modernleşmesineengel olan ve hem çağdaş millî örf ve hem de modern bilime ters düşen, esasen dinin özünde de bulunmayan bu anakronik ve paradoksal geleneklerin tasfiye edilmesi ve dinin modern insanın şartları ve ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde millî bünyeye uydurulmasıdır. Bu da, gerçek dinî değerlerin araştırılması ve dinin doğru biçimde yorumlanmasıyla mümkün olur. Bu çerçevede, özellikle gençlerin dinî bunalımı olgusu üzerine eğilen Gökalp, bunu çözmek üzere, bilimsel ve pedagojik esaslara dayalı bir din eğitiminin önemini vurgulamaktadır.[65] Gökalp’in İslam dininde yenileşme konusunda işaret edilen bu fikirleri onu bir anlamda İslam dünyasında Cemalettin Efganî ile başlayan modernistlerle birleştirmektedir. Çünkü onlar gibi Gökalp de İslam dünyasının maddî kültür ve teknoloji alanında modern Batı karşısındaki geri kalmışlığı meselesine, dinde yenileşme ve aktivist bir dünya görüşü aracılığı ile sosyal kalkınmayı sağlama düşüncesini öne almak suretiyle çözüm üretmeye yönelmiş görünmektedir. Gökalp, modern bilim ile İslam dini arasında bir zıtlık olmadığı anlayışında da onlarla birleşiyor. Keza, İslam dininin özüne aykırı hurafe ve bidatlerden arındırmak suretiyle saf biçimi ve gerçek esaslarına irca edilmesi şeklindeki püritanist eğiliminde de Gökalp onlarla aynı görüştedir. Bununla birlikte, Gökalp’in birçok bakımlardan modernistlerden ayrılmakta oluşu da kayda değerdir; çünkü onlardan farklı olarak Gökalp laikliği, hem modern toplum hem de İslamiyet’in vazgeçilmez temel bir ilkesi olarak görmektedir. Gökalp’e göre, çağdaş medeniyet, giderek “lâ dinî” (laik) bir karaktere bürünmektedir.[66] Bu bakımdan, İslam dininin özünde yer alan laiklik ilkesi gereğince, din ile devlet ve aynı zamanda siyaset ve hatta öteki tüm sosyo-kültürel faaliyet alanları birbirinden ayrılmalı ve din, kendi öz alanına çekilerek inanç ve ibadet konularında derinleşmelidir.[67] İslam Mecmuası’nda 1914-1915, Yeni Mecmua’da, 1917-1918 yıllarında çıkan ve daha sonra Yeni Hayat (1918) adlı kitabında toplanan şiirlerinde Gökalp, din ile devletin birbirinden ayrılması ve hukukun laikleştirilmesi konularındaki görüşlerini ortaya koymuştur. Laiklikle ilgili hususlar Türkçülüğün Esasları(1923)’nda da önemle işlenmiştir. Modern bir toplum için, din ile devletin ve özellikle de din ile siyasetin birbirinden ayrılmasını hukukî bir zorunluluk olarak gören Gökalp, dinin devlete bağlı olmasının ona faydadan çok zarar verdiğini düşünüyor. Gökalp’e göre siyasîler, politik bir istismar amacı haline getirmek üzere dine müdahale etmemeli; din önderleri de siyasete bulaşmamalı; dinî kurumlar siyasetten bağımsız olarak işleyen bir teşkilat yapısına kavuşturulmalıdır.[68] Bununla birlikte Gökalp’te, bir anlamda Weberci çizgide bir sekülarizasyon anlayışının bulunduğu önemle belirtilmelidir. Zira Weber’in modern Kapitalizmin ortaya çıkışında Protestanlığın durumuna benzer biçimde, dinî coşkunluk ve motivasyon yoluyla toplumda yaratılacak ruhî durumlar aracılığıyla kültür ve uygarlık gelişmesi sağlanmasını müteakip, bu gelişmeyi sağlayan manevî kalıpların dinî muhtevalarının dünyevîleştiği şeklindeki sekülarizasyon tezini ana hatlarıyla Gökalp’te bir ölçüde bulmak mümkündür. Bu anlamda Gökalp’te, İslamlaşma ile çağdaşlaşma birbirine zıt ve çatışan unsurlar değildir; tersine onlar birbirini tamamlamaktadır.[69] Bu bakımdan bir kısım araştırmacılar Gökalp’te, din ve toplumu mutlak anlamda birbirinden ayıran düalist bir laikliğin bulunmadığını düşünüyorlar.[70] Öte taraftan, son tahlilde Gökalp’in modern toplumun dinin de sonuna işaret ettiği şeklindeki mutlak sekülerleşme teori, görüş ve kehanetlerine itibar etmediğine de işaret etmelidir. Zira Gökalp’e göre, insan ve toplum hayatında çok önemli olmakla birlikte, sınırlı sayıdaki gözlem, deney ve akıl yürütmelere dayalı bilim, vicdan hayatına yeterli gelmeyecek ve bu boşluk temelinde mukaddes gücün yer aldığı din tarafından doldurulacaktır. İnsanlığın hayat düzeni, bilim ile dinin birbirine paralel surette gelişip güçlenmesine bağlıdır.[71] Aynı şekilde, Gökalp’e göre, “milletlerin düşünüşü ilim ve felsefe, duyuşu din ile sanat, iradesi ahlâk, siyaset ve iktisattır.”[72] Bu bakımdan öğretisini “toplumsal idealizm” (içtimaî mefkûrecilik) üzerine bina etmiş bulunan Gökalp, modernlikte dinin önemini koruduğunu düşünmekte[73] ve Gökalp’in toplum teorisinde, gerek bireysel gerekse de toplumsal ve kültürel düzeyde ve hatta günlük yaşantıda din birçok bakımlardan işlevsel kalmayı sürdürmektedir. Gökalp’e göre, bireysel düzeyde din, insanın kutsalla ilişkilerini tanımlamakla manevî ve derunî bir değer ve öneme sahiptir. Üstelik din, bireyin ahlâkî davranışlarına yön vermekte ve hatta insanı millet ve ümmet dairelerine bağlamaktadır. Toplumsal düzeyde ise din, kabilevî ve yerel kimlikleri millî kimlik potası içerisinde birleştirip kaynaştırarak toplumsal bütünleşmeyi sağlamakta, millî ahlâka katkıda bulunmakta, millî kültürün bir veçhesini ve hatta millî mefkûrelerden birini oluşturmaktadır. Gökalp’e göre meselâ mevlit gibi ritüeller, millî Türk kültürünün parçası oldukları için korunmalı, ramazan geceleri ve bayramlar diriltilmelidir.[74]
Gökalp’in, Müslümanlığı Türk hayatına uydurma ve dinî kurumları, bu açıdan yorumlama amacını taşıdığı[75] ve İslamiyet ile modernlik arasında sentez oluşturmaya çalıştığına önemle işaret edilmiş ise de[76] doğrusu onun millî kimlik, İslam ve modernlik arasında dinamik bir sentez oluşturmaya çalıştığıdır. Anlaşılan Gökalp’in sekülerleşme teorisi bu sentezin önemli bir yönünü teşkil etmektedir. Gökalp, dinin modern millî bünyeye adaptasyonu için, Türk toplumunda sosyal iş bölümünün gerçekleşmesini ve böylece toplumda çeşitli faaliyet alanlarının dinin doğrudan etkilerinden sıyrılmasını ve toplumun laik bir temel üzerine yeniden inşasını gerekli görmektedir. Gökalp’e göre, dinin aslî faaliyet alanı inançlar ve ibadetlerdir. Onlar vicdan alanına dâhildir. Toplumun diğer sosyo-kültürel faaliyetleri ise toplumsal ilişkilerden ibarettir ve onlar dinden farklıdır. Zaten Gökalp’e göre, din ile öteki sosyo-kültürel faaliyet alanları arasındaki farklılaşma meselâ İslam dininde daha başlangıçtan itibaren öz olarak mevcuttur. Nitekim bu nedenledir ki, İslam’ın sadece iman ve ibadetle ilgili şartları mevcuttur ve üstelik Müslümanlıkta “diyanî hükümler” ile “kazaî hükümler” de birbirinden farklı alanları meydana getirmektedir. Ancak Gökalp’e göre onlar, sonradan fakihler tarafından birleştirilerek dinin gelenekleri haline sokulmuşlardır.[77] Bu gelenekler toplumun örfüne uydukları sürece toplum hayatındaki dinamizmlerini korudular. Buna karşılık, toplumsal bünye değişiklikleri sonucu onlar örfe aykırı duruma düştükleri andan itibaren, toplumun gelişmesini ve dinamizmini engelleyen fosillere dönüştüler. Bu bakımdan Gökalp, toplumun bu fosillerden arındırılarak laikleşip çağdaşlaşmasının dinin özüne aykırı bir şey olmadığını düşünmekte, anlaşılan Gökalp’te temelinde akıl ve örfün yer aldığı dinamik bir din anlayışı bulunmaktadır. Nitekim Gökalp, toplumun başta devlet ve hukuk olmak üzere tüm sosyal faaliyet alanları ve kurumlarının dinin doğrudan etkileri ve denetiminden ayrılması suretiyle laikleşmesi ve çağdaşlaşmasını istemektedir.[78] Bu bağlamda, kendi öz alanı olan vicdan alanına çekilecek ve inanç, ibadet ve dindarlıkta derinleşecek olan dinin de Gökalp’e göre, millet tipi toplum içerisinde millî bir biçimde yaşanması gerekmektedir. Bu da dinin millî lisana aktarılması suretiyle olur. Nitekim Hristiyan kavimler de önce dillerini millîleştirmekle işe başlamışlardır. Gökalp, ibadetten alınacak dinî zevk ve heyecanın, ancak okunan duaların tamamıyla anlaşılmasına bağlı bulunduğunu önemle belirtiyor.[79] Diğer taraftan Gökalp, meselâ Batı’da dinin Protestanlık hareketi ile birlikte millî dillere aktarılarak ulusal bir biçimde yaşanmaya başlaması olgusunu örnek gösteriyor. Bilindiği gibi, Batı’da Reform, din alanında önemli değişimleri ve yeni oluşum ve gelişmeleri beraberinde getirmiş, bu gelişmeler yeni zamanlara ve özellikle de modern dönemde ortaya çıkan büyük değişmelere giden yolu açmıştır. Gökalp, bütün bu gelişmelerde, bir toplumsal olgu olarak dinin, her çeşit toplumsal ve kültürel gelişmenin temelinde yattığını düşünmekte; Osmanlı’nın son döneminde Türk toplumunda bunalımdan çıkmanın millî bir şuurla millet tipi bir toplum aşamasına erişmekle mümkün olacağını, bunun için de millî ve kültürel bir uyanış gerektiğini önemle belirtmektedir. Gökalp’e göre, kültürel uyanış siyasal bir harekete dönüşecek, sonra da ekonomik bir programa bağlanacak ve böylece uygarlığa geçmenin yolu açılacaktır. Bunun için de Türk toplumunun her şeyden önce “Türkleşmesi, İslamlaşması ve muasırlaşması” gerekmektedir; zira Gökalp’in nazarında, Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlık Türk toplumunun sosyal gerçeklikleri olup, bu toplumda Türkleşmek, İslamlaşmak ve muasırlaşmak akımları gerçek ihtiyaçlardan doğmuştur.[80] Dolayısıyla onlar, içtimaî vicdanın milliyetçilik, ümmetçilik ve asrîlik şeklindeki üç boyutunu oluşturmaktadır. Ancak, Gökalp’e göre, son dönem Osmanlı toplumu içerisinde bunlar birer ideolojiye dönüşmüştü ve birbiriyle çatışma halindeydiler. Gerçi bu akımlar bunalım halindeki Osmanlı toplumuna çözüm getirmek üzere ortaya çıkmışlardı. Ancak meselâ bunlardan İslamcılık, radikal Batıcılık biçimindeki bir çağdaşlaşmaya karşı bir tepki hareketinden ibaretti. Bu iki düşünce akımına oranla daha geç ortaya çıkan Türk milliyetçiliğinin doğuşunda oldukça değişik etkenler rol almıştır. Her halükârda, bu akımların sınırlarının iyi çizilmemiş olması onları bir çatışma ortamına sürüklemiştir. Gökalp bunları Türk millî hayatı içerisinde dinamik bir sentezde uzlaştırmayı amaçlamıştır. Öyle ki o, bu sentezi, “Türkçülüğün Esasları”nda, “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” şeklinde formüle ediyor[81] ve Türkleşmek ile İslamlaşmak arasında bir zıtlık olmadığı gibi bunlarla çağdaşlaşma arasında bir çatışmanın bulunmadığını da önemle ve ısrarla vurguluyor.[82] Gökalp’in nazarında, uygarlık muhtelif milletlerin ortak malı yani beynelmilel olduğundan, “asrîleşmek” veya “muasırlaşmak” yahut “Garplılaşmak” ya da “Avrupalılaşmak” yani “modernleşmek” ya da “çağdaşlaşmak” hep aynı anlamdadır ve gittikçe gelişmek ve bu suretle ilimde, fende, felsefede ve sair medenî sistemlerde hiçbir milletten geri kalmayacak üstün bir mevkie erişmektir. İslam ümmetinden olmak, en kutsal kitap Kur’an-ı Kerim, en mukaddes insan Hz. Muhammed, en mukaddes yer Kâbe ve en kutsal din İslam dinidir demektir. Türk milletinden olmak, lisanda, bediiyatta, ahlâkta, hukukta, hatta diniyatta ve felsefede Türk harsına bir orijinallik ve bir şahsîlik kazandırmaya çalışmaktır. Batıdan ilim ve teknik alınacak, dinden ve milliyetten doğan manevî ihtiyaçları ise sonradan ilavelerden arındırılmış ve yeniden yorumlanmış İslamiyet ile Türklük sağlayacaktır. Millî uyanışla birlikte dinî bir uyanışın da gerçekleşmesi ve mensubu olduğumuz ümmet ve uluslararasılığın belirlenmesi gereklidir. Gökalp’e göre, millî ahlâk gelişmeli, gençler millî bir ideale yönelmeli, bireylerde sorumluluk duygusu yerleşmeli ve İslamiyet, Türk millî ahlâkı ve kimliğinin bir yönü olarak kalmayı sürdürmelidir. Gökalp’e göre, çağdaşlaşmanın zorunlu bir şartı da ekonomik kalkınmadır: Bir millî iktisat olmalı; milletin iktisadî hayatı gelişip yükselmelidir. İlim, sanat, felsefe, ahlâk ve hatta din alanında gelişme sağlanması ve en manevî zevklerin, en ruhanî coşkuların, en yüksek tecellilerin ortaya çıkması için ekonomik hayatın yükselmesi gerekir. Ancak anlaşılan Gökalp, çok faktörlü bir karşılıklı toplumsal etkileşim anlayışına sahiptir ve bu anlamda, din ile öteki toplumsal ve kültürel etmenler arasındaki ilişki karşılıklıdır. Öyle ki, meselâ ekonomik etmen, yerine göre dinî gelişme üzerinde belli bir ölçüde belirleyicidir; ancak bu onun tek taraflı olarak dinî olguyu belirlemesi anlamına gelmemektedir; zira etkileşim karşılıklıdır. Gökalp’e göre, meselâ sihir dinden doğduğu gibi, iktisadî tekniklerin birçoğu da sihirden doğmuştur. Ahlâkî, hukukî, siyasî, bediî, felsefî, lisanî ve fennî hadiselerin ekonomik yaşam üzerinde etkileri bulunmaktadır.[83] Gökalp, Marks’ı, dinlerin menşei, çeşitli mezheplere ayrılması, zahitlik ve mistik hareketlerin ortaya çıkışı, tekke ve zaviyelerin oluşumu, reform, din ve devletin ayrılması ve mefkûrelerin doğuşu, gelişimi ve ölümünü yalnızca ekonomik nedenlerle açıklamaya kalkıştığı için eleştiriyor.[84] Öte taraftan Gökalp, ümmet programı çerçevesinde, kültürel ve eğitimsel etkinlik ve alışverişlere de ayrı bir önem atfetmekte ve bu çerçevede Türklük ve İslamlığı önemsemekte; Türk millî eğitimi içerisinde bir ideal olarak İslam’ın öğretilmesini istemektedir.[85] İslam eğitiminde millî dil, millî tarih, İslam dininin esasları, İslam tarihi ve fakat aynı zamanda matematik, tabiat bilimleri ve yabancı dil öğretiminin önemini vurgulamaktadır.[86] Nihayet İslâmiyet’in Türk millî kimliğinin oluşumundaki önemini ısrarla vurgulayan Gökalp’in ülküsü, “modern bir İslam Türklüğü”dür[87] ve bu bakımdan Heyd, Gökalp’in düşünce sisteminde söz konusu olanın “ulusal bir din” olup olamadığı sorusunu sormaktadır.[88]
Değerlendirme ve Sonuç
Ziya Gökalp, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinin duraklamadan çöküşe sürüklendiği ve “toplumsal kimlik” arayışlarının ön plana geçtiği sancılı bir “toplumsal bunalım” ortamından Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminin en etkili düşünürlerinden biridir. Çok yönlü bir fikir ve gönül adamı olan Gökalp, bu toplumsal bunalıma çözüm üretmeye çalışır, bunun yolunun sosyal bir reformdan geçtiğini düşünür ve bu amaçla sosyolojiye yönelirken, aynı zamanda bir ulusal kimlik kuramcısı olarak da karşımıza çıkıyor.Bu bağlamda Gökalp’in problematiği, Türk millî kimliğinin İslamî ve modern bilimsel-rasyonel kimliklerle bağdaştırılması sorunudur.[89]Bu bakımdan, Gökalp’in düşünce sisteminde, millî kimlik, millî vicdan, din ve modernleşme kavramları, maşerî vicdan,millet, hars ve medeniyet vb. temel kavramlar arasında yerlerini alıyor. Gökalp, Türk millî kimliğinin İslamî ve modern bilimsel-rasyonel kimliklerle bağdaştırılması amacıyla sosyolojiye yöneliyor. Tarde, Bergson, Fouillée, Boutroux, Durkheim ve Mauss gibi Batılı düşünür ve sosyologların yanı sıra Müslüman mütefekkir ve özellikle İbn Arabî ve Mevlanâ gibi mutasavvıflardan etkilendiği anlaşılan Gökalp, Türklerin din, soy, dil ve ülkü birliği etrafında bir millet oluşturabileceğini düşünmüştür. Esasen sosyal reform kuramcısı Gökalp’in tüm çabası, modernleşme mecburiyeti ile karşı karşıya bulunan Türk toplumunu, yeni bir millî şuurla, çağdaş uygarlık içerisinde, kendi kültürü etrafında dinamik bir biçimde birleştirip bütünleştirmeye yöneliktir. Bu çerçevede, Hüseyinzâde Ali’den ödünç aldığı bir formülle kendisinin “hars” adını verdiği “kültürü Türkleştirmek ve İslamlaştırmak, medeniyeti de çağdaşlaştırmak” Gökalp’in düşünce sisteminin temelini oluşturmuştur. Türkleşmek, millî şuuru güçlendirmektir. İslamlaşmak, orta sınıflaşma ve sosyal adalete yol açan İslamî öze yönelmektir. Çağdaşlaşmak ise Batı’nın tekniğini ve uygarlığını almaktır ve bu üçü, birbirini tamamlayan hedeflerdir.[90] Anlaşılan Gökalp’in din konusundaki düşünce ve analizleri de, modernleşme ile ilişkileri bağlamında yeni ve dinamik bir millî kimlik oluşturmaya yöneliktir. Bu amaçla Gökalp, dinin Türk kültürü açısından çağın gereklerine en uygun biçimde yorumlanması gerektiğini düşünüyor. Gökalp’in eleştirilerinin bir bölümü gelenekçi Müslümanlık anlayışına yönelmiştir. Osmanlı Devleti’nin hukukî temelini dinî esaslardan kurtarmayı düşünüyor; zira Gökalp’e göre, Orta Çağdan kalma teokrasiyi veya klerikalizmi çağdaş devletle bağdaştırmak mümkün değildir.[91] Bu bakımdan Gökalp, İslâm dinini katı normatif bağlardan kurtararak sosyolojinin zenginleştirdiği bir inanç haline getirmeye çalışıyor. Aynı şekilde Gökalp, İslâmiyet’i millî ihtiyaçların hizmetine vermeyi ve içtenleştirilmiş bir Müslümanlığın çağdaş millet tipi bir yapıda Türk toplumunu birleştirip kaynaştıracak bir bağ olduğunu düşünmekte ve böylece Türk millî kültürü içerisinde İslam’ın önemini yüceltmektedir.[92] O, bir bakıma Sünnî dindarlığı ılımlı bir tasavvufla kaynaştırmaya eğilimli Türk Müslümanlığıgeleneğine bağlıdır.[93] “Dinin millî bir biçimde canlandırılması, dinden masalların uzaklaştırılması, ayin ve merasimlerin Türkçeleştirilmesi”,[94] anlaşılan Gökalp’in millî kimlik, din ve çağdaşlaşma bağlamındaki reformcu görüşlerinin esasını oluşturmaktadır. Nitekim Gökalp’in millî kimlik, dinin millî lisana aktarılması, Türk toplumunun laikleşmesi ve çağdaşlaşması yönündeki görüşlerinin, her ne kadar devrimler onun anlayışından farklı bir yönde gelişmişse de[95] Cumhuriyetle birlikte Atatürk’ün önderliğinde girişilen reformlara giden yolu açtığı;[96] bu bakımdan Gökalp’in, “Türk inkılâplarının fikrî mimarı” olarak nitelendirildiği[97] önemle belirtilmelidir.
Ancak Gökalp, düşünceleri arasında tam bir birlik kurabilmiş de görünmüyor. Nitekim Gökalp’in Pan-Turanist görüşleri, I. Dünya Savaşı’nın sonunda, bütün Müslüman Türkleri içine alan bir anlayıştan, bu günkü modern Türkiye’nin temelini teşkil eden bir milliyetçilik anlayışına meyletmekteydi. Anlaşılan Gökalp, birçok yönlerden hem takdir edilmiş hem de eleştirilmiştir. Meselâ Gökalp’in, XX. yüzyıl Türk düşünürlerinin en “özgün” ve “etkili”[98], dar ideolojik kalıpların ötesine geçerek sistematik kuramsal yapıya ulaşabilmiş tek düşünür olduğu[99] şeklinde değerlendirmeler yapılmıştır. Öte yandan, toplum meseleleri üzerinde “bilim disiplini ile düşünmeyi başlatan bir çığır açıcı” olarak değerlendirilen Gökalp, bilimsel düşünmeyle özdeşleştirdiği çağdaşlaşma ile Batı medeniyetine girmeyi aynı görmesi bakımından eleştirilmiştir.[100] Gökalp’in, “Batılılaşma” ile “muasırlaşma”yı eşdeğer görmüş olması da önemli bir yanılgı olarak görülmüştür; zira modernlik tek boyutlu olmadığı gibi, tek ölçekte algılanabilecek bir olgu da değildir.[101]Gökalp, sistematik Batı düşüncesinin Türkiye’deki ilk örneklerinden biri olarak değerlendirilmiştir; çünkü o, felsefenin fantezi yahut merakın ötesinde hayat ve topluma ait sistemli bir düşünce olduğunu göstermiştir. Ancak Gökalp’in, eski fetvacılık ruhunu Avrupaî bir şekle sokmaktan kendini alamadığı ifade edilmiştir.[102] Gökalp’in, “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak” şeklindeki üçlü sentezi son tahlilde eklektik bulunmuş; yine de onun, kültür/medeniyet ikiliğini kaldırdığına işaret edilmiştir.[103] Üçlü sentezin mekanik ve yapay değil “bütüncül” (holistik) bir yapı arz ettiği de ifade edilmiştir.[104] Aynı şekilde, Gökalp’in sosyolojisinin başlıca yöneliminin, “bunalımlı bir dönemin toplum yapısına bağışıklık kazandırmak ve Batı uygarlığı karşısında tutum ve zihniyet kalıplarını ortaya koymak suretiyle millîleşme sürecini gerçekleştirmek” olduğu, bu bakımdan da onun Türk sosyoloji geleneğinde bir ulus-devlet düşünürü olarak yerini aldığına işaret edilmiştir.[105] Sekülarizasyon yoluyla dinin öteki kültür alanları üzerindeki etkilerinin kalkması ve dinin millî dile aktarılarak içtenleştirilmesi yolundaki düşünce ve önerileri ise üçlü sentezinde İslamlaşma boyutu da yer almış bulunmakla birlikte, gerçekte Gökalp’in sisteminde dine pek bir varlık alanı tanımadığı şeklinde değerlendirilmiştir.[106] Öyle ki, çağdaş bir Türk sosyologu, Gökalp’in sentezinde, “Türklüğün evin oturma odasını, Garp medeniyetinin misafir odasını ve İslamiyet’in de arka balkonunu oluşturduğu” benzetmesini yapıyor.[107] Bununla birlikte, öteki bir kısım araştırmacılar bu görüşte değildir; zira Gökalp’in düşünce sisteminde din, hem üçlü sentezin hem de millî harsın önemli bir bileşenidir ve üstelik bu sistemde din, toplumun birliği ve gelişmesinde, hem bütünleştirici hem de yaratıcı dinamik güç işlevlerini yüklenmiştir.[108] Bu bakımdan, Baltacıoğlu’na göre, Gökalp’in “din üzerine yaptığı incelemeler o kadar yerinde ve ilgi çekicidir ki, günün birinde Türk aydınları milletçe kalkınmanın din ile olabileceğine inanacak olursa, hem de bu kalkınmayı yapmak isteyecek olursa, Gökalp’in yazılarını okumakla, onun dine verdiği önemi anlamakla işe başlayacaktır.”[109] Öte yandan, aslında dinî kimlikle millî kimliği büyük ölçüde birleştirmek suretiyle Gökalp’in, düşünce sisteminde dinî bileşene ziyadesiyle ağırlık verdiği, bunun da önemli bir “pürüz” oluşturduğu değerlendirmesine de işaret etmelidir.[110] Keza, Gökalp’in milliyetçilik anlayışında en baskın unsurun din olduğu;[111] millî kimlik, İslam ve modernleşme üzerine olan düşünce sisteminin yeterince seküler olmadığı öne sürülmüş;[112] hatta Gökalp’in hiç seküler olmadığı ve özellikle İslam Mecmuası’nda yazdığı yazılardan hareketle onun “İslamcı” olduğu değerlendirmesi yapılmıştır.[113] Buna karşılık, son tahlilde Gökalp’in düşünce sisteminin dinî olmaktan çok “seküler” olduğu değerlendirmesi de mevcuttur.[114] Gökalp’in düşünce sisteminde, gerek uluslararası gerekse de millî düzeyde dinin eskisi kadar önemli olmamakla birlikte, millî kültürün kilit unsurlarından biri kalmayı sürdürdüğü, hatta farklı milletlere mensup dindaşlar arasındaki manevî kardeşlik bağının temelini oluşturduğu değerlendirmesine de işaret etmelidir.[115] Gerçekte Gökalp’in, “sıkı bir laik” olmakla birlikte, İslam ve milliyetçiliğin bağdaşmaz olduğuna dair geleneksel İslami görüşü reddettiği ve İslam’a Türk milli kimliğinin kurucu bir unsuru olarak önemli bir yer verdiği de öne sürülmüştür.[116] Öte yandan, Gökalp’in hars/medeniyet ayırımı ve millet hayatında harsı ön planda tutup, uygarlığı ikinci plana itmesi de eleştirilmiştir.[117] Bununla birlikte, Gökalp’in düşünce sisteminde uygarlığa göre kültürün önem kazanmasını isabetli bulanlar da mevcuttur.[118] Bilindiği gibi, bir kısım Alman düşünürleri de kültür/medeniyet ayırımına yer vermişlerdir. Nitekim Gökalp’in kültür/medeniyet ayırımını gerçekte onlardan ve hatta özellikle Tönnies’in “cemaat” (Gemeinschaft) ve “cemiyet” (Gesellschaft) tasnifinden aldığı öne sürülmüştür.[119] Bununla birlikte, Gökalp’in çalışmalarında Tönnies ve eserinin adına rastlanmamaktadır. Bu bakımdan, meselâ Heyd’in Tönnies’i Gökalp için kaynak göstermesi bir yanılgı olarak değerlendirilmiştir; zira Gökalp’in nazarında kültür ile uygarlık arasında söz konusu olanın bir zıtlaşma değil, bir ilişkiler sistemi olduğuna işaret edilmiştir.[120] Öte yandan, Gökalp’in düşünce sisteminde yer alan ve Alman düşüncesinde rastlanan bu ayırım, Fransız Sosyoloji Ekolü’nün büyük temsilcisi Durkheim ile Mauss’un Annee Sociologique (XII) dergisinde çıkmış bulunan ve medeniyet konusunu ele alan “Note Sur la Notion de Civilisation” başlıklı yazılarında da bulunmaktadır. Dolayısıyla da Gökalp’in, bu yazıdan mülhem olabileceği öne sürülmüştür.[121] Bununla birlikte, Gökalp’teki kültür/medeniyet farklılaşmasının, Max Weber’in “kültürel yapı” ve “sosyal yapı” ayırımını andırdığı ve esasen, Gökalp’in en zayıf kaldığı noktanın hars/medeniyet” ayırımı olduğu değerlendirmesi de yapılmıştır. Bu bağlamda ayırım “öznel” ve hatta “anlamsız” olarak değerlendirilmiştir. Zira kültür ve uygarlık arasında Gökalp’in anladığı anlamda köklü bir farklılık bulunmadığı ifade edilmiştir. Bu bakımdan da bir toplum bir başkasından sadece “din” ya da “teknik” alamayacak, etkileşim başlayınca maddî araçların yanı sıra manevî öğeler de gelecektir.[122] Medeniyetin toplum üyelerini saran bir inanç ve o inanca bağlı ahlâk nizamına dayandığı; bu inanç ve ahlâk nizamının, yeni bir toplum yapısı ve yeni bir zihniyeti doğurduğuna işaretle, Gökalp’in duygulara, sezgilere ve kolektif oluşuma dayandırdığı kültür ile akla, metoda ve bireysel iradeye dayalı uygarlık arasında gözettiği ayırım şüpheli bulunmuştur. Keza Gökalp’in, çağdaş bilimi Batı medeniyeti ile özdeşleştirmesi de eleştirilmiş, bilimin Batı medeniyeti kültürlerinde çok önemli işlevi olan bir kültür öğesi olduğuna önemle işaret edilmiştir.[123] Buna karşılık, kültür/medeniyet ayırımının Gökalp’i Amerikan sosyolojisine yaklaştırdığı; zira Amerikalı sosyolog MacIver’in de, 1931’de, manevî inanç, değer ve zihniyetleri ifade eden kültür ile maddî kalıpların anlatımından ibaret olan medeniyeti birbirinden ayırdığı değerlendirmesi de yapılmıştır. Anlaşılan Gökalp’in bu ayırımı onun sosyolojisinin en önemli yanını ve öğretisinin ana eksenini oluşturmakta; esasen sistemin hemen her noktasında bu kavram çiftine rastlanmaktadır.[124] Gökalp’in düşünce sistemi ve orada millî kimlik, din ve modernleşmenin dinamik ilişkileri ve etkileşimi konusundaki bu farklı görüş ve değerlendirmeler ise kanaatimizce meselesinin tartışmalı bir problem olarak kalmayı sürdürdüğünü gösteriyor; zira evrimci ve dinamik din ve toplum anlayışı onu değişik yaklaşımların farklı değerlendirmelerine açık tutuyor. Nitekim dinamik sosyoloji ve Türk kültür değişmeleri bakımından Gökalp’in sosyolojisi bu gün de birçok açıdan önemini korumayı sürdürmekte olup;[125] esasen buna onun Türk din sosyolojisi bakımından önemi eklenmektedir. Bu bakımdan Gökalp, millî bir toplumun oluşumu bakımından tarihî bir görevi yerine getirmiş önemli bir Türk düşünürüdür.[126]
Kaynakça:
[1] H. Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Ülken Yay. 1979, s. 298.
[2] A. Davison,, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, Çev. T. Birkan, 2. Baskı, İstanbul,: İletişim Yay., 2006, s. 149.
[3] Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, İstanbul: Türk Kültürü Yay., 1977.
[4] Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 305, 306.
[5] Bk.: Ü. Günay, “Gökalp, Millî Kimlik ve Din”, Türk Kimliğinin Yeniden İnşası Bağlamında Ziya Gökalp, Yay.:Ü. Günay, C. Çelik, İstanbul: Kesit Yay., 2010, s. 9-58. Ayrıca Krş.: Ü. Günay, “Ziya Gökalp ve Din Sosyolojisi”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 3, s. 223-237; Ü. Günay, “Ziya Gökalp’in Sosyolojisi”, Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 8, s. 37-49.
[6]Ziya Gökalp, “Muhtelif İlim Telâkkileri”, Yeni Mecmua, İstanbul, 30 Mayıs 1918, C. II, S. 46.
[7] Z. F. Fındıkoğlu, İçtimaiyat Dersleri, İstanbul, 1971, C. I, s. 114.
[8] D. Ergun, 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı, Ankara: Gerçek Yayınevi, 1974, s. 233.
[9] Z. F. Fındıkoğlu, Ziya Gökalp İçin Yazdıklarım ve Söylediklerim, İstanbul, 1955, s. 7.
[10] Krş.: H. Celkan, Ziya Gökalp’in Eğitim Sosyolojisi, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay., 1989, s. 34-35.
[11] Ziya Gökalp, “Mefkûre”, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, s. 51-5; “Mefkûre Nedir?”, Makaleler VII, Haz. A. Çay, Ankara: Kültür bakanlığı Yay., 1982, s. 41-47; “Mefkûre ve Şeniyet”, Makaleler VII, s. 48-52; “Manevî Hayat ve Derunî Hayat”, Makaleler VII, s. 53-58; “Mefkûrenin Nev’ileri ve Derecatı”, Makaleler VII, s. 59-61; “Mefkûrelerin Harikaları” Makaleler VII, s. 62-66; “Yartıcı İçtima”, Makaleler VII, s. 76-77; “Tekâmül Mefkûresi”,Makaleler VII, s. 78-80. Krş.: Heyd, Ziya Gökalp. Türk Milliyetçiliğinin Temelleri, s. 35-36; U. Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, (Çev. K. Günay), Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1979, s. 56-62.
[12] Ziya Gökalp, “Ahlak İçtimaîmidir?”, Makaleler VIII, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1981, s.147-150.
[13] Ziya Gökalp, “İhtilât ve İçtima”, Yeni Mecmua, S. 2, Temmuz 1917. Krş.: N. Nirun, Sistematik Sosyoloji Açısından Ziya Gökalp, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yay., 1981, s. 121-135.
[14] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yay., 1976, s. 74.
[15] Gökalp, “Mefkûre”, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, s. 52-53. Krş.: Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s.. 57.
[16] Gökalp, “Cemiyette Büyük Adamların Tesirleri”, Makaleler VIII, s. 123-146; Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 307-308.
[17] Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 65-67.
[18] Gökalp, “İçtimaî Nev’iler”, Makaleler VIII, s. 37.
[19] Ziya Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, Hazırlayan: R. Kardaş, İstanbul: Millî Eğitim Basımevi, 1973, s. 57-59, 139.
[20] Bk.: Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 80; Nirun, Sistematik Sosyoloji Açısından Ziya Gökalp, s. 66-152.
[21] Gökalp, “Millet Nedir?”, Makaleler VII, s. 226-231.
[22] Gökalp, “İçtimaî Nev’iler”, Makaleler VIII, s. 36-42.
[23] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 88.
[24] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 31-45; “Hars Zümresi, Medeniyet Zümresi”, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, s. 29-36;
[25] Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul: Kültür Bakanlığı Yay., 1976, s. 17-18; Türkçülüğün Esasları, s. 42-43; “Hars Zümresi, Medeniyet Zümresi”, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, İstanbul: Türk Kültürü Yay., 1977, s. 29-36.
[26] K. N. Duru, Ziya Gökalp, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1965, s. 15-19.
[27] K. Tuna, “Türkiye’de Sosyoloji- Ziya Gökalp Sempozyumu Açılış Konuşması”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 10. S., s. 1.
[28] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 101.
[29] Gökalp, “Cemiyetlerin Tenasülü”, Makaleler VII, s. 223.
[30] Gökalp, “Millî İçtimaiyat”, Makaleler VIII, s. 110-122; Duru, Ziya Gökalp, s. 67-68.
[31] Krş.: B. Tolan, Toplum Bilimlerine Giriş, Ankara: Adım Yayıncılık, 1996, s. 110.
[32] Gökalp, “Felsefeye Doğru”, Makaleler VII, s. 28-33.
[33] Gökalp, “Hüsn ü Kubh”, Makaleler VIII, s. 27.
[34] Gökalp, “Cemiyete Büyük Adamların Tesiri”, Makaleler VIII, s. 131.
[35] Gökalp, “Kıymet Hükümleri”, Makaleler VIII, s. 34-35.
[36] Gökalp, “Din İlmin Bir Netice-i Zaruriyyesidir”, Makaleler I, s. 98-102.
[37] Gökalp, “Dine Doğru”, Makaleler VII, s. 21-27.
[38] Krş.: Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 184.
[39] Krş.: O. Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1987, s. 128.
[40] Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, s. 15.
[41] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 54.
[42] Krş.: Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 183-191.
[43] Gökalp, “Millet Nedir”, Makaleler VIII, s. 159. Krş.: Nirun, Sistematik Sosyoloji Açısından Ziya Gökalp, s. 144.
[44] Gökalp, “Dine Doğru”, Makaleler VII, s. 21-27.
[45] Gökalp, “Kıymetler Nefsî mi Yoksa Şen’î midir”, Makaleler, VII, s. 84.
[46] Gökalp, “Manevî Hayat Derûnî Hayat”, Makaleler, VII, s. 57.
[47] Ziya Gökalp, Malta Konferansları, Haz.: F. Kırzıoğlu, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay., 1977, s. 40-47.
[48] Gökalp, “Fıkıh ve İçtimaiyat”, Makaleler VIII, s. 16-20; “İçtimaî Usul-i Fıkh”, Makaleler VIII, s. 21-24;
[49] Gökalp, “Örf Nedir?”, Makaleler VIII, s. 28-33. Krş.: Nirun, Sistematik Sosyoloji Açısından Ziya Gökalp, s. 1-16.
[50] Gökalp, “İçtimaî Usul-i Fıkh”, Makaleler VIII, s. 24.
[51] Bk.: H. A. Gibb, Les Tendances Modernes De L’ İslam, Çev. B. Vernier, Paris: Maisonneuve, 1949, s. 92.
[52] Gökalp, Malta Konferansları, s. 46-47, 65-67.
[53] Gökalp, “Dinin İçtimaî Hizmetleri I”, Makaleler VIII, s. 43-45.
[54] Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s. 243-245, 307-315.
[55] Gökalp, “Dinin İçtimaî Hizmetleri II”, Makaleler VIII, s. 50-54.
[56] Gökalp, “İslam İçtimaiyatı: Dinin İçtimaî Hizmetleri III Müspet Ayinler”, Makaleler VIII, s. 55-59.
[57] Gökalp,”İktisada Doğru”, Makaleler VII, s. 38-39.
[58] Gökalp, “Manevî Hayat ve Derunî Hayat”, Makaleler VII, s. 55.
[59] Bk. Ü. Günay, “Dindarlığın Sosyolojisi”, Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Editörler: Ü. Günay, C. Çelik, Adana: Karahan Kitabevi, 2006, s. 30-36.
[60] Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 60.
[61] Bk.: Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 82-83; Duru, Ziya Gökalp, s. 22-23.
[62] Gökalp, “İslam Terbiyesinin Mahiyeti”, Makaleler VIII, s. 14.
[63] Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s. 249-250.
[64] Krş.: Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, 128-130, 134.
[65] Gökalp, Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s. 281-283.
[66] Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 162.
[67] Gökalp, “Diyanet ve Kaza”, “İttihat ve Terakkî Kongresi I ve II”, Makaleler VIII, s. 46-49, 60-63, 64-71.
[68] Krş.: Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 161-162.
[69] Krş.: O. Türkdoğan, Millî Kültür, Modernleşme ve İslam, İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1983, s. 120-133; Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, s. 111-153.
[70] Fazlurrahman, İslam, Çev. Mehmet Aydın ve Mehmet Dağ, İstanbul, 1981, s. 287.
[71] Gökalp, “Din İlmin Bir Netice-i Zarûriyyesidir”, Makaleleler I, s. 98-102.
[72] Gökalp, “İlme Doğru”, Makaleler VII, s. 9.
[73] Krş.: Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, s. 128; Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 204.
[74] Bk.: Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 41-43. Krş. : Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 194-195.
[75] K. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul, 1967, s. 48-49.
[76] Meselâ Bk.: C. H. Dodd, Democracy and Development in Turkey, North Humberside, England: Eothen, 1979; T. Parla, The Social and Political Thought of Ziya Gökalp, Leiden: E. J. Brill, 1985; M. Arai, Turkish Nationalism in thr Young Turks Era, Leiden: E. J. Brill, 1992; Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 160.
[77] Gökalp, “Diyanet ve Kaza”, Makaleler VIII, s. 46-49; Limni ve Malta Mektupları,Haz.: F. A. Tansel, Ankara, 1965, s. LVI.
[78] Ziya Gökalp Külliyatı-1, Haz.: F. A. Tansel, “ Vakıf”, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay. 1989, s. 136. Krş.: Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 111-115.
[79] Gökalp; Türkçülüğün Esasları, s. 164-165; Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, s. 79; Gökalp, “Diyanet ve Kaza”, Makaleler VIII, s. 46-49; Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 238, 389.
[80] Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, s. 1.
[81] Gökalp. Türkçülüğün Esasları, s. 65.
[82] Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, s. 16.
[83] Gökalp,”İktisada Doğru”, Makaleler VII, s. 37.
[84] Gökalp; Türkçülüğün Esasları, s. 69.
[85] Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 195.
[86] Krş.. Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 209; Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 318.
[87] Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak, s. 16. Krş.: Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 315.
[88] Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 120.
[89] Davison,, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 143-144.
[90] Krş.: A. Kurtkan, Genel Sosyoloji, İstanbul: İ.Ü. Yay., 1976, s. 73-74.
[91] Gökalp, “Hukukî Türkçülük”, Türkçülüğün Esasları, s. 162-163.
[92] Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 206.
[93] Krş.: Jächke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, s. 14-15.
[94] Jächke, Yeni Türkiye’de İslâmlık, s. 16.
[95] Krş.: N. Akder, “Ziya Gökalp İzinde Milliyet ve Din Münasebetine Bir Bakış”, Ziya Gökalp, I, 1974, s. 30.
[96] Krş.: C. C. Zimmermann, Yeni Sosyoloji Dersleri, Çev. A. Kurktan, İstanbul: İktisat Fakültesi Neşriyatı, 1964, s. 2; N. Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 388.
[97] C. C. Zimmerman, Yeni Sosyoloji Dersleri, Çev.: A. Kurtkan, İstanbul: İktisat Fakültesi Yay., 1964, s. 1-7.
[98] Bk.: Berkes, “Ziya Gökalp: His Contribution to Turkish Nationalism”. Krş.: Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 144.
[99] Parla, The Social and Political Thought of Ziya Gökalp, s. 22. Krş.: Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 144.
[100] Y. Özakpınar, “Z. Gökalp’in Batı medeniyetine Bakışı”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 10. S., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fak Yay., 2005, s. 5-10.
[101] Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, s. 275.
[102] H. Z. Ülken, Ziya Gökalp, İstanbul: Kanaat Kitabevi, 1939, s. 37.
[103] Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 320-321.
[104] O. Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, s. 81.
[105] O. Türkdoğan, “Gökalp Sosyolojisinde Aydın Sınıfın Yapısı”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 10. S., 2005, s. 37-38.
[106] Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 125; Berkes, “Ziya Gökalp: His Contribution to Turkish Nationalism”, s. 376.
[107] Nigün Çelebi, “Ziya Gökalp Öldü”, Türk Yurdu, Mart-Nisan 1998, C. 18, S. 127-128, s. 71.
[108] Bk.: E. Güngör, “Ziya Gökalp ve Türkçülükte Din Meselesi”, http://www.ergenekon.net/zgvtdm.htm 05.04.2006; Türkdoğan, Millî Kültür, Modernleşme ve İslam, s. 122 vd.; R. Kardaş, “Ziya Gökalp”, İslam Ansiklopedisi, Cüz 144, s. 604.
[109] İ. H. Baltacıoğlu, Ziya Gökalp, İstanbul, 1946, s. 64.
[110] Bk.: Dodd, Democracy and Development in Turkey. Krş.: Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 166-167, 192-193.
[111] Bk.: Arai, Turkish Nationalism in thr Young Turks Era. Krş.: Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 192-193.
[112] Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri; Berkes, “Ziya Gökalp: His Contribution to Turkish Nationalism”; Dodd, Democracy and Development in Turkey.
[113] Arai, Turkish Nationalism in thr Young Turks Era. Krş.: Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 173.
[114] Bk.: Parla, The Social and Political Thought of Ziya Gökalp.
[115] Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 143-211, özellikle s. 193.
[116] Erik-Jan Zürcher, “Kemalist Düşüncenin Osmanlı Kaynakları”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Kemalizm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, C. 2, s. 44-55.
[117] Bk.: Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 75-81.
[118] O. Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinde Bazı Kavramların Değerlendirilmesi, İstanbul: Türk Kültür Yay., 1978, s. 142.
[119] Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, s. 79 vd.
[120] O. Türkdoğan, “Gökalp Sosyolojisinde Aydın Sınıfın Yapısı”, Türkiye’de Sosyoloji. Ziya Gökalp Sempozyumu (25-26 Ekim 2004), Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 10. S., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay., 2005, s. 36
[121] Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, s. 316.
[122] E. Kongar, Türk Toplumbilimcileri I, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1996, s. 64-66.
[123] Özakpınar, “Z. Gökalp’in Batı medeniyetine Bakışı”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, 10. S., s. 5-10.
[124] Türkdoğan, Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel İlkeleri, s. 4, 100-110.
[125] Krş.: H. İnalcık, “Sosyal Değişme, Gökalp ve Toynbee”, Türk Kültürü, 1965, III, S. 31.
[126] Krş.: Tolan, Toplum Bilimlerine Giriş, s. 110.
Kaynak:
Atıf yapılmak istendiğinde, aşağıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.
Türk Yurdu, Mart 2012 – Yıl 101 – Sayı 295