İşit beni, dinle beni, duy beni!
Eğlendirmez düğün, dernek, toy beni
Yar beni hey, dil beni hey, oy beni,
Dündar Ağam bizi koyup gitti bil,
Uçmağ içre bir menzile yetti bil…
Bir gün olur; bir sabah tan yerinde,
Dalgalanır dokuz tuğ gönderinde…
Türkmen Ağam nağrasını attı bil! …
Otağ kurup gölgesine yattı bil! …
Yol demeyem, yel demeyem, yürüyem…
Göğüs verem, şu dağları kürüyem…
Ben Oğuz’un dediği Gök Börü’yem…
Yine doğum sancılarım tuttu bil! …
Tanrıdağ’da ‘kalk’ borusu öttü bil! …
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
Dündar Taşer… Antepli Türkmen Ağası… Tarihine, milletine sevdalı bir kurmay binbaşı… Ve acı bir kaza sonucu kaybettiğimiz hazine… Erol Güngör onun için der ki “Taşer bizim milletimizin dün yaşadığı gerçeği, bugün de gördüğü büyük rüyayı temsil ediyordu.” Onu tanımaya çalıştığım şu günlerde, bu sözünü daha iyi idrak edebiliyorum. Onun hayal ettiği ve inandığı gençliğe yakışır ülkücüler olabilmek, bir nebze de olsa onun anlattıklarını daha iyi anlayabilmek ve onu daha iyi tanıyabilmekten geçiyor.
Dündar Taşer “vicdanını kaybeden bir devrin vicdanıydı”. Öyle bir devir ki “herkes tarihine yabancı, milletine saygısız, devletinden kopuk, müsamahasız ve hoşgörüsüz”. Milletinin yaşadığı sıkıntıların hepsinin faturasını ecdadına kesmiş, kendi tarihine saldırarak sorumluluğu üstünden attığını sanan, bir ağacın kırılmış ve düşmek üzere olan dalı gibi. Öyle bir devir ki, halka ışık tuttuğu için aydın ismini alan kesim bile halktan, gelenek ve kültürden bihaber, bencil, kibirli… Öyle nefret etmiş ki tarihinden, yalnızca büyük milletlerin büyük acılar çektiğini unutmuş; öyle küsmüş ki ecdadına, onlardan kalan emanetleri görmezden gelmiş.
Devrin bu ağaçsız dallarına, devrin vicdanı hatırlatmak zorundaydı bu milletin daha dün yaşadığı gerçekleri. Türkmen ağası, aldı eline kalemi ve Türk’ün sözünü, kültürünü, türküsünü, ülküsünü bir erittiği ruhunun döktü içindekileri:
“Osmanlı’ya kızıyoruz, neden? Bir sürü ülkeleri fethetti, milleti oralarda harbe soktu diye. Sonra yine kızıyoruz, bu ülkeleri kaybettiği için. Hiç olmazsa ikisinden birini beğenip övmeliyiz, değil mi? Hâlbuki Osmanlı Devleti tarihin benzerini tanımadığı azamette bir devletti. Osmanlı idaresi, medeniyeti, kültürü, sanatı, kıyafeti, muaşereti, mutfağı, musikisi, hatta notası bile kendine mahsus bir bütündü. Bu unsurların hepsi de, kendinden önceki Türk devletlerinin kurumlarına dayalı, tâ Oğuz teşkilatına kadar kökleri uzanan bir maziye sahipti.”
Dündar Taşer Gaziantep’in bir köyünde doğmuş, tüm mütevaziliği ve yürekliliğiyle bir Türkmen’di, Türkmen ağasıydı. Öz varlıklarından kopan aydınların, köylüdeki küçümsediği hareketlerin, inançların aslında binlerce yıllık bir medeniyetin ürünü olduğunu bilirdi. Bu yüzden batılılaşma ve yenilik hastalığının teşhisini de koymuştu:
“Bize öyle geliyor ki, batılılaşmaya giriştiğimiz günden beri bu noktada bir açmaza düşmüşüzdür. Ve bunda ısrar da etmekteyiz. Batının üstünlüğünü onların kanunlarında, içtimai kıymet hükümlerinde sanmak ve onları olduğu gibi tercüme ve ithal etmekle aynı seviyeye geleceğimize inanmak hatası işlenmiştir. Onların hayatına uygun gelen unsurlar bize ters geldi. İthal ettiğimiz nizam bizim mazimize aykırı olduğu için kanunlarımız, örf ve adetlerimizle çatıştı ve bu çatışmadan mevcut yıkıntı doğdu. İnandığımız değerlerle uyguladığımız değerlerin zıddiyeti, içinde bulunduğumuz anarşinin (fetret) sebebidir. Aydının halka karşı takındığı yıkıcı ve aşağı görücü tavrının boşluğunu anlaması lazım. Yani aydın ‘halkımızın okumuşu’ olmalı… 150 yıldır süregelen ve bazen halka tahakküm bazen halka dalkavukluk şeklinde ortada görünen kompleksli aydın sınıfı yerine; örf, adet, an’anemizi, milletimizin binlerce yılın süzülmüş hükümlerini ifade eden deyim ve hikmetlerini halktan öğrenen, tutum ve davranışlarını buna göre düzenleyen, milletle aydın arasındaki kopukluğa son verecek hakiki aydınlara ihtiyacımız vardır.”
Bu devrin hayal kırıklıkları ve umut kırıntıları içinde Büyük Türkiye rüyasını arayan gençlere ise Dündar Taşer bir inanç abidesi gibi, Türk’ün kararlılığının güçlendirdiği gür sesiyle şöyle haykırmıştı:
“Milletçe daha güçlü, daha müreffeh, daha hür bir hale gelmek; hiçbir yabancının yardımına muhtaç olmadan milli davalarımızı halletmek için, yeryüzünde layık olduğumuz itibara sahip olmalıyız. Biz beş bin sene süren tarihimiz boyunca on altı cihan devleti kurmuş bir imparatorluğun çocukları olarak bu neticeye on yedinci defa varabileceğimize inanıyoruz. Biz büyük bir milletiz ve tarihte büyük olan milletlerin sayısı çok değildir. Büyük milletlerin zaferleri ve ızdırapları da büyük olur.”
Bu sözlere kulak veren Türk gençleri dimdik kalktılar ayağa… Mücadelelerine daha bir azimle sarıldılar ve yılmadan devam ettiler. İşkence gördüler, şehit oldular ama inançlarından, ülkülerinden taviz vermediler. Taşer onlar için ipeğe sarılı çelik demişti. Ve Devlet gazetesinden yine onlara seslenmişti: “Öldürülecek vaktimiz yoktur! Sokaktan mektebe, kahveden fabrikaya koşmalıyız!” Türk gençleri Dündar Taşer’i hep dinledi, anladı, okudu. Onlar Taşer için Büyük Türkiye’nin mimarları, Taşer onlar için Büyük Türkiye rüyası oldu.
Peki ya bizim devrimiz? O devirden çok farkı var mı? Eksiği yok fazlası var desenize… Çünkü biz bir de öyle cüretkârız ki, ecdadımızı yerin dibine sokan, vahşi ve barbar gösteren hikâyeler anlatıyoruz tüm dünyaya, öyle de unutmuşuz ki ceddimizi, neslimizi, tarihimizi, Kürşadları, Alparslanları, Fatihleri ve Dündar Taşerleri… Vatanımız parça parça kopmanın eşiğine gelmişken, ecdadımızın mirası ayaklar altında çiğnenirken, her geçen gün şehitlerimizin sayısı artarken biz hala gündelik işlerle telaşta değil miyiz? Karar veremiyorum hangi devir tarihine daha yabancı, milletine daha saygısız? Bizim neslimizin de hayal kırıklıklarıyla boğuşurken umut kırıntılarına ihtiyacı var. Umut kırıntılarımız var mı ki bizim? Bizim de Büyük Türkiye rüyamız var mı? Yoksa ülkemizin çektiği sıkıntılar, güçlükler, içimizde bulunan hainler, aymazlar yüzünden rüyalarımız kâbusa mı dönüşüyor? Hâlbuki önceki devrin Büyük Türkiye rüyası bizlere de seslenmişti:
“Yemen’den Belgrad’a, Bağdat’tan Bükreş’e kadar hiçbir yeri mantık ve müzakere ile terk etmedik. Kurduğumuz düzeni nutuklarla bozdurmadık. Bu vatanı da birkaç teoricinin safsatasına, birkaç hainin hesabına, birkaç ahmağın aymazlığına kurban etmeyeceğiz. Ne hürriyet, ne demokrasi, ne insan hakları, ne de başka bir şey ülke bütünlüğünden daha aziz, bağımsızlıktan daha değerli değildir. Türk milletinin kaderi için hiçbir zaman saklamadığı gücü kanıdır!”
Ey bu devrin Türk gençleri, bu neslin ülkücüleri, şimdi siz de bu sözler üzerine dimdik kalkacak mısınız ayağa? Rüyanızı kâbusa dönüştürenlere karşı yılmadan mücadele edebilecek misiniz ipeğe sarılı çelikler gibi? Taşer demişti ki, “Milli şuur, milliyetçi hareketi doğurmuştur. Bu hareket Şeyh Edebali gibi gönül pirleri, Çandarlı Hocapaşa gibi ilim ülkücülerini beklemektedir. Bu bekleyiş, demiri eritene kadar sürecektir. Ergenekon’dan demiri eritince çıkmıştık!” Demiri eritme zamanı gelmedi mi artık, bu bekleyiş çok uzun sürmedi mi?
-Ama hepimiz Büyük Türkiye rüyasını görüyoruz!?
Görüyoruz lakin görmek yetmez yanmak gerek, istemek yetmez yapmak gerek. Ülkünün anlamını bilmek yetmez ruha işlemek gerek. Sloganlar yetmez kızıl elmayı yaşamak gerek, her hareketle ve her sözle onu temsil edebilmek gerek. Anlatmak ve yazmak yetmez tüm yükü omuzlarda hissetmek gerek. Okumak yetmez tefekkür gerek. Ülkücüyüm demek yetmez; karakter gerek, ne pahasına olursa olsun hakkı tutup kaldırmak gerek. Karakter için ona ışık gerek; ahlak gerek. Mantıktan önce vicdan gerek. Bölünmek değil bir olmak gerek. Kâbusların yalancı endişelerinden uyanıp yeni bir rüyaya dalmak gerek. Kâbustan uyanmak için; Ergenekon’dan çıkmak için bir bozkurt gerek. İnanmak gerek. Madem zaman dolmuştur, o zaman yürekteki ateşi harlamak gerek!
Zira:
“Büyük milletlerin hayatı büyük denizlere benzer. Türk milleti bir okyanustur. Gel gitleri, sularının yükselişi çekilişi vardır. Batı Türklüğünün yükselişi Sakarya’dan başladı, Viyana’ya, Yemen’e, Cezayir’e dayandı. Geri çekilişi 1922’de Sakarya’da bitti. Şimdi yükseliş halindeyiz, Sakarya’dan çıktık, İzmir’e, Edirne’ye, Hatay’a vardık. Bütün eski sahilleri örteceğiz ve eski sınırları geçeceğiz.
Birinci ilerleyiş için Yahya Kemal:
Gelmiştik bir zaman Sarı Saltukla Asya’dan
Bir bir diyar-ı Rum’a dağıldık Sakarya’dan
İkinci ilerleyiş için Necip Fazıl şöyle diyor:
Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya!
Şairleri Allah söyletir. Sakarya’dan başlayan yeni yükseliş eski gerileyişin sınırlarını da aşacaktır”
Bir dünya devletinin kalıntısı üzerinde oturan dünya hâkimlerinin evlatları! Kim olduğunuzun farkına varma vakti artık gelmedi mi? Aradığımız rüyayı bulma vakti gelmedi mi?