Doç.Dr. Durmuş HOCAOĞLU
—————————————
Siyâsî Milliyetçilik ve “Kanâat Terörü”: Yıkıcı Propaganda
Milliyetçilik hakkında oluşmuş ve oluşturulmuş bulunan kanâat terörünün mâzisi hiç de kısa sayılamaz. Yine Stephen J. Lee’nin ifâdesiyle, bütün düşmanlıklara rağmen, II. Harp’ten sonra sürekli gelişen (Lee, 2002:342) ve günümüzde dünyanın, tarihte görülmemiş bir şekilde büyük bir bölümünü etkileyen ve diğer “izm”lere mağlûp olacağına dâir çok az işâret veren ve hattâ Marksizm gibi “millet-üstü veya karşıtı” birçok ideolojiyi bile kendisine benzeten (Lee, 2002:344) milliyetçilik, paradoksal bir şekilde, gerek bir var-oluş (ekzistans) hâli (Hocaoğlu, 2008), gerek açık kimliksiz, naif ve zımnî (latent) ve gerekse de bâhusus açık kimlikli siyâsî milliyetçilik olarak ne kadar güçlenmişse bir o kadar da aleyhinde yaygın bir kanâat oluşmuş ve/ya oluşturulmuştur. Bunların bir kısmının haklı sebeplere dayandığı açıktır; en sivri örnekleri olarak sürekli öne çıkarılan Nazi Milliyetçiliği ile tanınmış olmakla berâber, hiç de ondan aşağı kalmayan, meselâ Türk- ler’in “Kazıklı Voyvoda” tesmiye ettiği ve Bram Stoker’un 1897’de kaleme aldığı, gotik korku edebiyatının en başarılı eserlerinden “Dracula”nın kahrâmanı Vlad Dracul’un kan gölünde banyo yapma geleneğinin ırsî izlerini taşıyan histerik Balkan Milliyetçilikleri ve benzeri milliyetçiliklerin ürpertici hâtıraları bu fikri beslemiş olduğu gibi kuvvetlendirmiştir ve en son yaşanan Kosova fâciası gibi örnekleriyle de beslemeye devam etmektedir. Yıkıcı ve yırtıcı milliyetçiliklerin bu meş’ um hâtıralarından dolayıdır ki, daha önce de sözünü etmiş olduğum üzere, Osmanlı tebaasının milliyetçiliklerinin Devlet-i Aliyye’yi parçalamasının dehşetini bizzat yaşayan Ziya Gökalp, milliyetçiliği bir “mânevî mikrop” olarak nitelendirmiş ve fakat kerhen, kaçınılamaz hâle gelen bir fiilî durum olarak gördüğü için de bu mikrobun ıslah edilerek istifâde edilebilir bir hâle getirilmesinden başka bir yol kalmadığını ileri sürmüştür.[1]
Ancak, mes’elenin bir de “propaganda” kısmı vardır ki belki de en mühimi odur: Hitler’in tanımıyla, “propaganda bir vâsıtadır, sâdece gaye noktasından mütâlea edilmesi gereken ve kitlelere, dâimâ ve münhasıran kitlelere hitap eden bir vâsıta”.[2]
Yâni:
1: Propaganda belirli bir gayeye hizmet için bir vâsıtadır, meşrûiyetini kendisinden değil gayesinden alır, gaye meşrû – veya meşrû olduğuna inanılan – birşey ise o da meşrû olur; bu, Makyavel’in “gaye vâsıtayı meşrû kılar” prensibinin bir uzantısıdır. Nitekim, Hitler, eserinin aynı bölümünde, Moltke’yi referans göstererek, bu gibi durumlarda estetik ve ahlâkî hiçbir kaygının değer taşımayacağını vurgulamaktadır.[3]
2: Propaganda “kitle”yi hedef alır. Gustave le Bon’un ifâdesiyle, “ayrıntıyı kavramaktan âciz, eşyayı bir blok hâlinde, bütün olarak gören ve nüansları kavrayamayan” Kitle’yi (Le Bon, 1997:44). İşte, bu şekilde bir fikir bir defa Kitle’ye yayılıp tutulunca, zihinlere, en iyi bir eğitim ve terbiye ile dahi yerinden sökülüp atılarak doğru olan ile değiştirilmesi fevkalâde müşkil olan bir zift gibi yapışır ve kemikleşir; öyle ki, bu gibi hâllerde, Einstein’in ifâdesiyle, “bir yanlış fikrin düzeltilmesi, atomun çekirdeğini parçalamaktan daha zor olur.”
Fakat ne var ki, yukarıda da görmüş olduğumuz gibi, “aydınlar için yâhut aydın denen kimseler için, propaganda değil ilmî izah yapılmalıdır” diyen Hitler’i dahi şaşırtacak türden bir olgu olarak, propagandanın te’sîrinin, en az kitle-adam kadar aydınları da kapsamakta olduğunu ve hattâ onları kendisinin bir parçası ve enstrümanı hâline getirdiğini söyleyebiliriz. Gerçekten, hemen her hususta olduğu gibi milliyetçilik husû- sunda da propaganda, en az kitle-adamlar kadar hattâ yer-yer daha da fazla olarak, işbu “aydın yâhut aydın denen kimse- ler”i esir almakta ve hattâ kullanmaktadır. Burada bilhassa Hitler’in cümlesindeki “aydın denen kimseler” ibâresi, küçük ve basit bir detay gibi görünmekle berâber, cidden büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Hakîkat hâlde, sanıldığının aksine, “aydınlar”, birçok hususta olduğu gibi, propaganda karşısında da kitle-adam gibi mukavemetsizdir ve hattâ çok kereler olduğu gibi, daha az mukavimdir; çünkü, yine sanıldığının aksine, “aydın” denen kimselerin ezici çoğunluğu öyle değildir. Meselâ, ekser-i kaahırası Thomas Kuhn’un tâbiriyle “bilim amelesi” olan “bilim teknisyenleri”nden ibâret bulunan, dar uzmanlık alanlarının dışındaki bilgileri neredeyse sefâlet seviyesinde gezinen, gazete mâlûmatıyla beslenen ve bu uzmanlık alanları dışında birer kitle-adam niteliği taşıyan bilim adamlarının siyâsî ve sosyal konulardaki bilgileri çok sathîdir ve bu yüzden de kolay etkilenmeye açıktır; fakat, kitle-adam’ dan farklı olarak propaganda edilen fikirleri kendi fikirleri zannettiklerinden dolayı, daha vahîm bir durumda bulunurlar ve bunun yanında kitle-adam tarafından îtibar gördükleri için de, kendilerine propaganda yoluyla telkin edilen ve kendi fikirleri zannettikleri bu propaganda materyallerini yaymak sûretiyle de propagandanın bir parçası ve enstrümanı hâline dönüşürler.
Bilim adamlarının bu sığlığını, en iyi şekilde, “kitle-adam” kavramının mûcidi Gasset’ye mürâcaat ederek anlayabiliriz: “Kütle terimi ile …. bilhassa işçiler anlaşılmamalıdır; terim, sosyal bir sınıfı değil, bütün sosyal sınıflarda görülen, ve bunun neticesi, onun üstün, yönetici kudret haline geldiği çağımızı temsil ettiğini belirtir.” diyen Gasset, (1992:91) iki paragraf aşağısında, modern ilimlerin gelişmesi ile, varlık alanında sâdece kendi ihtisas sâhası olan küçücük bir kısmı çok iyi bilen, fakat buna mukabil onun dışı hakkındaki fikirleri basit ve çocukça olan bir ilim adamı tipinin ortaya çıktığını ve bunun da “kütle insanının prototipi” olduğunu belirtmektedir ki bu prototip, yukarıda bahsini ettiğimiz, etkin bir propaganda karşısında sıradan insan kadar zayıf olan bir “okumuş-sıradan” olmaktadır:
……. hakikî ilim adamı, kütle insanının prototipidir. Tesadüfen değil, her belirli ilim adamının ferdi başarısızlıklarından ötürü değil, fakat ilmin kendisi -medeniyetin kökü- onu otomatik olarak kütle-adamına dönüştürür, onu bir ilkel, modern bir barbar yapar. Gayet iyi bilinen bu gerçek, gerçi defalar ve defalarca kendini gösterdiyse de, ancak bu tezin bünyesindeki hakikî yerine oturtulduğu zaman bütün mânasını ve aşikâr ciddiliğini ortaya koyuyor.
Yâni, kısacası, umûmiyetle, ilim adamlarının “aydın” sıfatını taşımağa lâyık olmadığı bir yana, “aydın” olarak tanınanların büyük bir kesri de, zannedildiğinin aksine, sâfî hakîkat uğruna ömrünü vakfeden birer düşünce peygamberi değillerdir ve hattâ bil’akis, birçok bakımlardan dolayı te’sir altında kalmaya eğilimlidir. Nitekim, aydın kitlesinin en mühim zaaflarından birisi, günün siyâset ve fikir modalarına karşı dirençlerinin yüksek olmayışı ve yükselen trendlerin kuyruğuna takılabilmeleridir ki bu husustaki en önemli kıstas, aydınların siyâset ile alâkalarının tetkikinde ortaya çıkmaktadır
İmdi, aydınların siyâset ile alâkalarını kabaca üç ana başlık altında toparlayabiliriz:
I: Aydınların siyâseti bilfiil ele almaları gerektiğini ileri süren ve aydını siyâsetin tam merkezine yerleştiren görüş. Bu fikrin en mümtaz temsilcisi olan “Bilge Hükümdarlar” doktrininin bânii Platon’un – bilhassa Devlet (Politei), Devlet Adamı (Politikos) ve Kanunlar (Nomoi) isimli eserlerinde geliştirdiği – felsefesinin temelini oluşturan ‘Logos’, ‘Nomos’, ‘Taxis’ (Akıl, Kanun, Düzen) prensiplerince, filozofların mutlak güç ile donatılmış olarak devleti yönetmeleri kusursuz Kozmik bir düzenin Arz’da te’sîsi için zarûrîdir ve asla ve kat’a şahsî bir menfaat gayesi gütmemeyi âmirdir (Eflatun, 1980:163). Öylesine âmirdir ki, filozoflar için hükümdarlık, Platon’a göre, şahsî bir ihtiras değil, bir vazîfedir; hattâ onlar hükümdar olmak istemezlerse, buna zorlanmalıdırlar (Eflatun, 1980:185-186). Ne var ki, bu, boş bir hülyâdır; işin içine iktidarın câzibesinin tevlîd ettiği “güç” girince ona mukavemet ederek temiz kalabilmek ancak peygamberlik ile kabildir ve aydınlar da peygamber değildir. Zîra, Lord Acton’ın dediği gibi, İktidar ifsâd eder, mutlak iktidar mutlak surette ifsâd eder; hâlbuki Platon ise mutlak, yâni kontrol edilmeyen iktidar talebindedir,
II: Aydınların hükümdâra – yâni siyâsetçiye – “âkil adem” olarak ve O’nun üzerinde bağlayıcılığı olacak tarzda müşâvir- lik yapmasını ve siyâsetçinin de hikmetin sâhibi olan bu muhkem ve muhterem eşhâsdan sâdır olan Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) ile amel etmelerini öngören “Hakîm Müşavirler” doktrini. Bu görüşün en önemli temsilcilerinden olan Yusuf Has Hâcib, Mîlâdî 1070 (Hicrî 462) yılında tamamlanan ve yazılması birbuçuk yıl süren âbidevî eseri Kutadgu Bilig’de, kâmil bir devlet yönetimi için, dört esâsı göz önünde tutmuştur (Arat, 2006:1040) 1. Doğru Kanun. Temsilcisi: Hükümdar Kün-Toğdı; 2: Saâdet (Kut). Temsilcisi: Vezîr Ay-Toldı; 3: Akıl. Temsilcisi: Ay-Toldı oğlu Ögdülmiş; 4: Âkıbet. Temsilcisi: Zâhid Odgurmuş. Bunlardan Vezîr Ay-Toldı’nın oğlu Ögdülmiş olgun yaşa erişince babasının yerine vezîr olur. Birçok meziyetlere sâhip, âlim ve fâzıl bir zat olan bu vezîr, hükümdârı ile son derece önemli konuları büyük bir açıklıkla konuşmakta, Hükümdar’ın düşünen beyni olarak ona adetâ ders vermektedir.
III. Aydınların siyâsetten ve siyâsetçiden kat’iyyen uzak durmasını öngören ve siyâsetçi ile aydının kesin ayrılığını öngörmesi hasebiyle, “Ayrımcı” (Separasyonist) olarak adlandırabileceğimiz görüş. Meselâ bu görüşü savunan Kant, ideal aydın tipi ve “gerçeğe ihanet edemeyen ve kendi aralarında şahsî dâva birliği yapma ehliyetleri de olmayan” filozofların siyâsetle kurmaları gereken alâkayı şu vecîz cümlelerle ifâde etmektedir (Kant, 1960:1795):
“Kıralların filozof ve filozofların kıral olmasını beklememeli ve bunu dilememelidir; çünkü iktidarda olmak, aklın muhakeme kabiliyetini ifsat eder. Fakat kıralların veya, eşitlik prensibi altında yaşayan kıral – milletlerin, filozofları ortadan kaldırmaya veya susturmaya kalkışmamaları, aksine onları alenî olarak konuşturtmaları gerekir; böyle yapmak, kendi işleri ve davranışları hakkında daima aydınlatılması gereken iyi bir hükümet idaresinin başlıca şartıdır. Kaldı ki filozoflar, tabiatları icabı, gerçeğe ihanet edemiyecekleri gibi kendi aralarında şahsî dâva birliği yapma ehliyetleri de olmadığından, bunlar propagandacılık töhmetinden de beri kalırlar.”
Gazzâlî ise, daha da ileri giderek, “Tecritçi” (İzolasyo- nist) olarak nitelendirilebilecek bir fikri ileri sürmekte ve âlimlerin siyâsetçi ile yollarının hiçbir zaman kesişmemesini öngörmektedir. Nitekim, O, oğluna bıraktığı nasihatnâme- de, yapılması gereken ve yapılmaması gerekenleri cem’ ettiği sekiz maddenin ikisini bu mes’eleye tahsis etmekte ve şunları söylemektedir (Gazali, 1969:29-30):
Yapılmaması gereken şeylerin üçüncüsü: Emîr ve sultanların içlerine karışıp onlarla görüşmemelisin. Onlarla yolda karşılaşmaktan bile kaçınmalısın. Onlarla görüşüp konuşmanın, beraber bir mecliste bulunmanın tehlikesi çoktur. Eğer bu şekilde yapmak zorunda kalırsan sakın onları medh ü sena etme. Çünkü Allahu Teâlâ fasık ve zalim bir kişinin medhedilmesine gazaplanır. (Kötü ve zâlim bir) Sultanın uzun yıllar muammer olmasını isteyen bir kimse muhakkak ki, Allahın arzında günah işlenmesini ve evâmir-i ilâhiyesine itaatsizlik edilmesini istemiştir.
Yapılmaması gereken şeylerin dördüncüsü: Emîrlerin ve hükümdarların atiye ve hediyelerini helâl olduğunu bil- sen de kabul etmemendir. Zira onları kabul etmek dine fesad verir. Müdahane, riyakârlık ve zulümlerine muvafakat doğurur. Bunların hepsi de senin dinin için bir tehlikedir. Onların hediye ve menfaatlerini kabul etmenin ve dünyevî nüfuz ve iktidarlarından istifade etmenin en az zararı şudur ki; böyle yapmakla sana faydaları dokunduğu için onları sevmiş olursun. Birini seven kimse, bizzarure o şahsın uzun ömürlü ve payidar olmasını arzular. Bir zâlimin dünyada çok yaşamasını arzu etmek ise Allahu Teâlânın kullarına zulüm edilmesini ve dünyanın mahvını istemektir. O hâlde insanın akıbeti ve imanı için bundan daha zararlı ne olabilir. Kendini şeytanın iğfalatından koru ve bilhassa: “Bu işin en doğrusu bu yüksek şahıslardan o paraları alarak fakir ve kimsesizlere dağıtmaktır. Zira onlara fısk ü fücur ve mâsiyet sebebiyle dağıtıyorlar. Sen ise insanların zayıflarına infak için dağıtacaksın ki, böylelikle onlardan daha hayırlı olursun.” gibi sözlere sakın aldanma. Lanetlenmiş şeytan bu nevi vesveselerle insanlardan bir çoğunu helâke sürüklemiştir. Bu tarz düşüncenin sebep olduğu zarar ve ziyanın haddi hesabı yoktur.
Platon şüphesiz hâlis niyetle safî ideal bir fikri tedavüle sürmektedir, ama doğru değildir; filozofluk ile hükümdarlık farklı kariyerlerdir zîra. Bu bakımdan Yusuf’un fikri daha tutarlı durmaktadır, ancak o da aşırı bir iyimserlik taşımaktadır, gerçekte hükümdarların bilgelere danışması doğru olmakla berâber, bunun bir yönlendirme olması siyâsetin realitesi ile uyuşabilir değildir. Bu noktada Kant’ın da Gazzâlî’nin daha mâkul olduğu kabûl edilmelidir: Yöneticiler filozof, veya âlim – ki bunlar bugün aydın (entellektüel) dediğimiz kavrama denk düşmektedirler – kişiler için hür bir ortam ihdas etmeli ve onların fikirlerini gözönünde bulundurmalıdır.
Kaldı ki aydın kimselerin yanılmazlığı ve ihtirastan arınmış olduğu da bahse mevzu edilemez; bu sebeple fi’lî siyâsetin hiçbir şekilde içinde yer almamaları gerekir, zîra, realitede aydınların bir tür aydın çürümesi olarak sıklıkla yakalandıkları en şiddetli hastalıkların başında, siyâset ile kurdukları kirli münâsebetler gelmektedir ki bu münâsebetler netîcesinde, “aydın yanılgısı” kadar bir de “aydın ihâneti” ortaya çıkmaktadır. Onların sergiledikleri bu gibi patolojik davranışlarını konu edinen tanınmış eserlerden olan Aydınların İhaneti’nde, Julien Benda, aydın bozukluklarını şu üç başlık altında toparlamaktadır: “Bir: Aydınlar Siyasi İhtirasları Benimsediler”; “İki: “Aydın” Olarak Sürdürdükleri Faaliyetlerine Siyasi İhtiraslarını Kattılar”; “Üç: “Aydınlar” Doktrinleriyle Siyasi İhtiras Oyunu Oynuyorlar” (Benda, 2006). Tabiatiyle, burada, Benda’nın bahse mevzû etmediği bir başka faktörün de katılması îcap edecektir: Sermâye’nin ifsâdı. Çünki aydınları sâdece siyâsetin gücü ifsâd etmez, en az onun kadar, belki daha da fazla, sermâyenin gücünün ifsâdı bahse mevzûdur.
Yakın vakte dek keskin Batı-karşıtı olan İslâmcı aydınların çok büyük bir kesrinin kısa bir müddet zarfında aynı keskinlikte adetâ birer Avrupa Birliği lobicisine dönüşmesi, veya, meselâ işe önce Kürtçülük ile başlayan Abdullah Cevdet’in Mustafa Kemal döneminde Türk’ün yıldızının yükseldiğini farkedince Türkçülüğe soyunması, veya, Maocu komünistlerin şimdi Kemalist, Sovyetçi komünistlerin büyük bir bölüğünün ise AB’ci, yâhut liberal vesâir olması, aydın ifsâdının ülkemizde yaşanan en mümtaz misâlleridir. Bu noktada, “entellektüel haysiyeti” üzerine kaleme aldığım eski bir yazımdan bir iktibasta bulunmama izin verilmesini ricâ edeceğim (Hocaoğlu, 2000:11):
Fakat Entellektüel’e âit başka ve çok mühim bir mümeyyiz vasıftan daha bahsetmek gerekecektir: Haysiyet! Entellektüel’i dik tutan, omurgasını kavîleştiren, o sebeple de eğilmez kılan şey, budur: Haysiyet!
Entellektüel Haysiyeti’ni ana hatlarıyla üçe ayırabiliriz:
Birincisi, hâkikati nasıl gördüğüne inanmakta ise o şekilde ifâde etmektir. Fakat bu ifâde bâzı hallerde mahzur taşıyabilir; onun içindir ki entellektüelin hakîkati ifâdesi kaba bir “delikanlılık raconu”ndan farklıdır. Bir entellek- tüelin yapması câiz olan tek siyâset de budur: Tatbîk edilemeyeni temhîl etmek. Bu ise “sükût”tur; yâni mahz ha- kîkatin ifâdesinin mahzurlu görüldüğü hâllerde ketûmiye- ti tercîh etmek; ama sâdece “ketûmiyet”i; “takıyye”yi değil. Zira, bâzı haller vardır ki hakîkat üzerinde konuşmanın yeri değildir; çünkü hakîkate zarar verir. Bu durumda, Wittgenstein gibi söylersek: “Üzerine konuşulamayan şey hakkında susmak gerektir.” (Wittgenstein, 1985:165)
İkincisi, yanılmaz kanâat önderi rolüne soyunmamak ve Doğru’yu, Hakîkat’i asla tekeline almamaktır. Birincisi “Mâsûm İmam” fikrinin, ikincisi de Hakîkat İnhisarcılı- ğı’nın reddidir.
Ve üçüncüsü de, doğru ve/ya yanlışı bizâtihî doğru ve/ya yanlış olduğu için ifâde etmektir; başka hiçbir şey için değil.
Evet: Milliyetçilik, bütün dünyada, aleyhine oluşturulan böylesine güçlü ve yaygın bir kanâat terörünün muhâtabı ve hedefidir ki bu da açık kimlikli milliyetçiliğin iktidar problemini ağırlaştıran bir faktör olmaktadır. Ancak, fikrimce, işbu iktidar problemini ağırlaştıran bundan daha mühim ve milli- yetçî siyâsetin bizzat kendisinden, doktriner yanlışlığından neş’et eden bir başka sebep bulunmaktadır: Siyâsî Milliyetçiliğin kendisinden kaynaklanan ve adına “İktidârın Kör Noktası” dediğim sebep.
Siyâsî Milliyetçilik ve “İktidârın Kör Noktası”
Milliyetçilik ve benzeri birçok seçkin ve seçkinci ideallerin en büyük tehdit kaynaklarından birisini oluşturan “kanâat terörü”nün esas îtibâriyle, bir ülke dâhilinde, o ülke ile organik bir bağı bulunmadığı için “inorganik” olarak tavsîf edilebilecek aydın makulesi eliyle tatbîk edildiğini söyleyebiliriz. Kendi aralarında her hususta tam bir mutâbakat olmasa bile muhâlefet ettikleri yüksek idealler mevzû olunca tam bir ittifak hâlinde bulunan işbu ‘yabancılaşmış’ (alien) zümre mensuplarının “aydın” sıfatını ne kadar hakkettiği burada detaylandırılamayacak kadar ap-ayrı bir bahistir; ancak yine de, kısaca söylendikte, Ülgener’in “Aydın, kelime olarak, omuzlarına yüklenen bütün bu hamûle ve muhtevayı entellektüel derecesinde açıklayamamak bakımından kusurlu sayılabilir. Ama yine de hakkını yemeyelim: Aydın, kelime yapısı ve kökü ne olursa olsun, çevreye kendini sevimsiz kılmak (yabancılaştırmak) için elinden geleni arkada bırakmamıştır ve bırakmaya hâlâ da pek gönüllü değildir” (Ülgener, 2006:65) şeklindeki tesbîti çok şey ifâde etmektedir.
Netîce-i kelâm: İnorganik Aydınlar, aynı zamanda bilhassa Türkiye gibi ülkelerde en kolay çözülebilen, cemiyetimizin en mukavemetsiz, en kolay teslîm alınabilen tabakasını, diğer bir tâbirle, ülkemizin “yumuşak karnı”nı oluşturmakta olduklarından, hiç de zannedildiği gibi tam bir kalbî itmînan ile güven duyulacak kimseler değildirler. Ülgener aynı eserinde, bir Almanca lûgata dayanarak, “aydınlar sosyolojisi”nin baş aktörü olarak nitelendirdiği (Ülgener, 2006:64) “entellektüel” teriminin de, “tek yanlı akıl ve mantık insanı” şeklinde nitelendirilebileceğini ileri sürmekte ve bir miktar pejoratif addetmektedir; ama, yine de, şahsen, hem daha az kirlenmiş ve hem de daha felsefî bir muhtevâ taşıdığını düşündüğüm bir kavram olması hasebiyle tercîhen kullanacağım “entellektüel” kavramı altına koyarak tanımlayacağım, bütün kusurlarına rağmen, Cemil Meriç’in deyimiyle “kendi kafasıyla düşünen” ve dolayısıyla da propagandanın en az te’sîr edeceği ve ayrıca “omurgalı er kişi” telâkkî ettiğim zümre hâriç, işte bu güvenilmez “aydın” denen makule de dâhil olmak üzere, bilhassa günümüz kartel medyasının her şeyi metâlaştırdığı bu ortamda, hemen- hemen herkes, az ya da çok, propaganda ile belirli bir şeye inandırılabilmektedir.
Bu yüzden, siyâsî milliyetçiliğin behemehâl üstesinden gelmek mecbûriyetinde olduğu mes’eleler kümesinden birisi olarak “kanâat terörü” birincil derecede ehemmiyetli bir mevkî işgal etmektedir; fakat bu da kendi içinde ayrı bir müşkilâttır. Birkaç cümlecikle dile getirecek olursak, öncelikle siyâsî milliyetçiliğin kendisinin bir aydınlanma süreci yaşamasını ve seçkin ve seçkinci bir ideoloji olan Milliyetçilik’in ağır yükünü omuzlayabilecek ve hiçbir sûrette hiçbir parti ile herhangi bir bağı bulunmayan gerçek seçkinlerden mürekkep bir intelijansiya yetiştirmesini ve buna ilâveten, mutlaka ve behemehâl millî sermâye oluşturarak millî bir medya te’sis etmesini en başa koymamız gerekecektir; ancak, paradoksal bir şekilde, hemen bütün dünyada olduğu gibi, belki daha da fazlasıyla, fikri eyleme göre ikincileştiren Türkiye’deki siyâsî milliyetçilik hareketlerinin en zayıf taraflarından birisi de budur. Tek bir örnekle yetinecek olursak, Türk milliyetçilerinin teorik donanım bakımından hayli zayıf olduğunu ve meselâ doğrudan milliyetçilik konusunda dahi dünya literatürünün çok gerisinde bulunduğunu hâtırlatmak kifâyet edecektir. Fakat burada dikakt çekilmesi gereken mühim bir husus, siyâsî milliyetçiliğin entellektüel zaafiyetinin Türkiye’yi aşan boyutlarının olduğudur. Nitekim, Anderson, milliyetçilik üzerinde çalışan teorisyenleri şaşırtan ve hattâ kızdıran üç paradokstan üçüncüsü olarak, milliyetçiliklerin, siyasî güçleriyle karşılaştırıldığında ortaya çıkan felsefî sefaletleri ve hattâ tutarsızlıklarını sayamakta, misâl olarak da diğer -çiliklerle kıyaslandığında milliyetçiliğin, kendisine Hobbes’lar, Tocqueville’ler, Marx’lar ya da Weber’ler ölçeğinde büyük düşünürler yaratamadığını söyledikten sonra, bu “boşluğun”, kozmopolit ve çok dilli aydınların milliyetçiliğe yukarıdan bakması sonucunu doğurdunu eklemek- tedir(Anderson, 1993:19). Burası doğru ve bu da bu satırlarının müellifinin, siyâsî milliyetçilğin krizlerinin çoğunun evrensel olduğu yönündeki tezini desteklemektedir. Ne var ki, bu noktada kısa da olsa bir şerh düşerek, aslında, milliyetçiliğin bu fikrî zaafiyetinin, sâdece bu kelimenin teknik bir ıstılah olarak yaygınlaşmış bulunduğu son iki asır[4] nazarı îtibâre alındığında doğru olarak kabûl edilebileceğini, ancak, milliyetçiliğin, hakîkat hâlde, Sadri Maksudi Arsal’ın ifâdesiyle “millet ile yaşıt” olduğuna (Arsal, 1972:129) dikkat edildiğinde, “milliyetçilik” kelimesini henüz îcad edilmediği dönemlerde meselâ Hegel’in, yâhut İbn Haldûn’un birer milliyetçilik teo- risyeni olarak kabûl edilmemesinin düşünülemeyeceğini vurgu ile belirtmek gerektir.
Siyâsî milliyetçiliğin iktidar problemi, öyle, belirli bir partinin yönetimindeki “kötü adamlar”ın “iyi adamlar” ile değiştirilmesi gibi iyi niyetli ama naif düşüncelerle halledilebilecek türden değil; cidden çok ağır, halletmesi gereken çok fazla mes’ele, üstesinden gelinmesi gereken çok fazla yük var.
Nitekim, halledilmesi gereken bu ağır problemlerden birisini de, siyâsî milliyetçiliğin belirli bir limitin üstünde büyümesini önleyen ve kilitlenmesine yol açan, bu câmianın en- tellektüelleri arasında hemen hiç bahse mevzû bile edilmemiş diyebileceğimiz mühim bir husus olan “iktidârın kör noktası” oluşturmaktadır.
Kısaca söylenecek olursa, siyâsî milliyetçilik hareketleri, demokratik nizam çerçevesinde ve onun kurallarına göre çalışsalar dahi, gerçekte, ekseriyet îtibâriyle, zihniyet olarak, demokratik olmaktan ziyâde, cumhuriyetçi nitelik taşımaktadırlar ve bu da milliyetçi seçkinlerin seçkinci siyâsî projeleri ile cemiyet arasında intibak problemi yaratmaktadır. Bu intibak zaafiyeti, seçkinci siyâsî milliyetçiliğin, Cemiyet’i, kitle-adam’ ı ve onun hayat pratiğine ve blok hâlinde ve global bir bakışla da olsa ülke ve dünya ahvâline müteallık düşünce ve taleplerini görmekte zorlandığı bir nevi’ “kör nokta” oluşturur. “İktidârın Kör Noktası” olarak isimlendirilebileceğini düşündüğüm bu husus bütün siyâsî hareketler için olduğu gibi belki hepsinden daha fazla olarak siyâsî milliyetçilik hareketleri için büyük bir ehemmiyet arzetmektedir.
İktidârın Kör Noktası, birçok sebepten dolayı oluşabil- mektedir. Bunlardan birisi, daha önce üzerinde durduğum, seçkincilerin, kitle-adamlar’ın küçük -veya, daha doğrusu, seçkinlerce ekseriyetle ciddî bir doktriner ve stratejik hatâ ürünü olarak küçük olduğu düşünülen – dünyasının küçük mes’elelerine nisbetle, çok büyük, makro ölçekli mes’eleleri ön- celemeleridir. Aynı mes’eleleri öncelememek aynı dili konuşmamak demektir ki onun da hâsıl edeceği şey, Kör Nok- ta’dır. Kognitif, seçkinci bir ideoloji, yüksek düzeyde bir “dâ- vâ” olan siyâsî milliyetçiliğin adamları hemen-hemen ekseriyetle bu kör noktada dururlar ve kitle-adam’ı ve büyük, ezici çoğunluğu kitle-adamlardan müteşekkîl Cemiyet’i ve O’nun “büyük millî mes’elelere nazaran küçük ve tâlî derecede ehemmiyetli, “sıradan” addettikleri – ve tabiî ekseriyetle yanıldıkları – taleplerini ve dertlerini görmezler, göremezler, veya daha hafifleterek söyleyelim, görmekte zorlanırlar; bu durumda aynı kör noktaya bakan kitle-adam da hâliyle O’nu görmeyecektir, veya görmekte zorlanacaktır; öyle de olmaktadır nitekim.
————————————————
Önemlidir:
Bu makaleye atıf yapılmak istenirse, aşağıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.
Türk Kimliği, Ayvaz Gökdemir’e Armağan-2, Editör: Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir, Ötüken Neşriyat, ISBN 978-975-437-715-6, İstanbul, 2009, Sf. 667-762
[1] İslâm âleminin son ümidi olan Osmanlı devletini yüz seneden beri parçalayan manevî bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanı idi ve İslâmiyete büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslâmların lehine dönerek yaptığı mazarratları telâfi etmeğe çalışıyor. Bu mikrop milliyet fikridir.
Evet! Romanya’yı. Sırbistan’ı, Karadağ’ı, Yunanistan’ı, Bulgaristan’ı, Sisam ve Girit adalarını doğurarak Osmanlılığı her rub’-ı asrda inkısamlara uğratan ve en sonra Rumeli’nin elimizden çıkmasına sebebiyet veren, bu müthiş fikirdir, bu fikir marazî bir mikrop değil, içtimaî bir maya idi. Maatteessüf bugüne kadar mahiyetini anlayamadık. Daima aleyhimizde, lisanî, edebî, iktisadî, terbiyevî, nihayet siyasî ihtimarlar yaptı. Biz bu hayatî yaradılışları tanzimlerle, tesislerle, teşkillerle, beyhude durdurmağa çalıştık. Bu asrın milliyetler asrı olduğunu hissedemedik. Bu içtimaî kuvveti biraz da İslâmlığın, Osmanlılığın menfaatinde istihdam etmeği hatırlayamadık.
Neyse, olan oldu. Milliyet fikri İslâmiyet aleyhinde ne yapmak mümkünse yaptı. Artık bu silâhı istimal etmenin sırası İslâm âlemine geldi.
[2] “Propaganda bir vasıtadır ve gaye noktasından mütalâa edilmeli, ona göre hüküm verilmelidir” diyen, kitleleri hitâbetiyle cezbetmekteki mahâreti kadar propagandadaki mahâreti ile de şöhret yapmış olan Hitler [Kavgam., Bölüm VII: “Savaş Propagandası”., s.176], hemen akabinde, popagandanın gayesinin de, ‘var olmanın insanî şartları için harbeden’ Alman milletinin bu savaşçı ruhunu desteklemek, zafere yardım etmek olarak tesbît ettikten sonra, propagandanın kime ve nasıl hitap etmesi gerektiği mes’elesini ele almakta ve şunları söylemektedir [a.e., s.178-180]:
[3] İnsanlık meselesine gelince, bunu Moltke izah etmişti: Savaşta insanlık, onu bir an önce yerine oturtmaktır, onun için mücadelede sonucu almak için kullanılan en insanî usuller, en sert ve en kaba olan usullerdir. Fakat estetik ve diğer konularda aynı muhakemeyi yürütürsek, tek cevap çıkar ortaya: Var olmak için mücadele etmek gibi yakıcı bir mesele karşısında bütün estetik telâkkiler silinir. İnsan hayatında esaret boyunduruğundan daha fena bir şey olamaz, inhitat halindekiler Alman milletinin bugünkü halini, kaderini, bir estetik olarak mı görüyorlardı? Bu konuda, bu çeşit kültür parfümünün modern mucidleri olan Yahudilerle münakaşa bile edilmez. Onların bütün varlığı Allah imajı ile sembolize edilen estetiğin inkârından başka bir şey değildir.
[Hitler., Kavgam., Bölüm VII: “Savaş Propagandası”., s.177]
[4] Milliyetçilik kelimesi oldukça yeni sayılabilir; G. de Bertier de Sauvigny’ye göre, bu kelime ilk defa Batı literatüründe 1798’de görülmüş [“Liberalism, Nationalism, Socialism: The Birth of Three Words”., The Review Politics., Vol.: 32, Number: 2, April 1970., p.155], fakat 1830’a kadar bir daha göze çarpmayıp ancak o tarihten îtibâren Giuseppo Mazzini ile birlikte ortaya çıkmış Almanca’da Herder ve Fransızca’da Abbe Barruel tarafından tedâvüle sürülmüştür [Bkz.: Craig Calhoun., “Nationalism and Ethnicity”., Annual Review of Sociology., Vol.: 19 (1993), p.213]. Engels ise, 1853’de kaleme aldıuğı bir yazısında, Türklerin milliyetçiğinden bahsetmektedir [Engels., “Türkiye”., Londra, Salı, 22 Mart 1853., Karl Marx., Friedrich Engels., Doğu Sorunu [Türkiye]., Çeviren: Yurdakul Fincancı., Sol Yayınları., Ankara, Mart 1977 [Tercümeye sas metin: The Eastern Question (Swan Sonnenschein & Co. Limd., London 1897., s.18, pr.2]