Tanpınar romanları, bir romandan öte içerisinde hayata, gerçeğe ve günün hallerine karşı eleştiri ve gözlemlerin yer aldığı edebi eserler zinciri olma özelliğini taşır. Onun romanları kimi zaman derin bir medeniyet eleştirisine kulak vermek, kimi zaman ise okuyucu için bir konservatuarda talebe olmak şansını yakalamaktır. Açık, net, tarihi seyir ile paralel kurguların yanında, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde olduğu gibi bir döneme, bir sisteme yönelttiği eleştiriler ile de farklı bir yol çizer Tanpınar.
Bugün Tanpınar’ın eserlerini kılı kırk yararcasına inceleyip, her kelimesinden var olduğu yahut öyle telakki edildiği meçhul birçok ‘yeni’ Tanpınar yaratma çabasını edebiyatçılara bırakalım. Herkesin zihnindeki Tanpınar ayrı ve farklıdır. Büyük yazarların genel özelliği de budur zaten. Istrati’de bir yazısında okuyucuya ‘eğer benim her eserimde aradığın şeyi bulamazsan, beni okumayı bırak’ der mealen. Herkese bir tutam kendini bulma fırsatı verir yani büyük yazarlar.
Ancak bu satırların sahibi edebi fantezilere müracaat etme taraftarı değil. Edebi inceleme adı altında, yazarı unutup, yazardan bambaşka bir mecraya gitme düşüncesi edebiyatçı olmayan bu satırların yazarı için cazip değil doğrusu. Hülasa inanıyoruz ki, Tanpınar’ı keşfetmek ile Tanpınar yaratmak arasında kati bir fark vardır.
Tanpınar, yaşamı ile paralel; farklı simalar, farklı karakterlerle olan münasebeti, farklı yerlerde bulunmasıyla bağlantılı olarak yüksek gözlem gücünün tesiri ile bizlere yine farklı farklı karakterler ve yine hayatın içinden yahut sokaktaki insanlardan kesitler sunabilme yeteneğine sahip bir romancı. Beş Şehir’in geri planında yatan ciddi tarih bilgisi ve misal; satırların yazarının da ikamet ettiği Erzurum örneğinde olduğu gibi onun şehirde ‘yaşaması’, şehirle ve insanlarla iç içe olması, edebi anlamda bu katma değeri yüksek metinleri yazmasında başlıca aktörlerden. O nedenle Tanpınar, Tanpınar olarak incelenmek, okunmak, anlaşılmak zorunda. Tanpınar dışında, zihinlerdeki Tanpınar’ı ön plana çıkarmak az evvel de ifade ettiğimiz üzere bir edebi fantezi olmaktan çok da öteye gidecek gibi değil doğrusu, bizim nezdimizde.
Girizgâhtan sonra, kısaca ele almaya çalışacağımız Sahnenin Dışındakiler[1], Cemal karakterinin çevresinde ama Cemal’in de yine başka bir çevre içerisinde şekillendiği, bölük bölük de olsa II. Meşrutiyet’e takabül eden senelerden, Milli Mücadele’nin filizlendiği yıllara değin geçen zaman zarfında, hem günün siyasi ve sosyal meselelerine eğilen, yer yer eleştiriler yönelten, hem de karakterler üzerinden romanın doğal akışının sürdüğü bir eser.
Sahnenin Dışındakiler, eski İstanbul ile yeni İstanbul arasında geçiyor. Farklı karakterlerin farklı meşgaleleri ve hayatları üzerinden yine Milli Mücadele döneminde İstanbul’un ne denli uç noktalarda seyrettiğine dönük önemli bilgiler edinmek mümkün. İşgal dönemiyle beraber, İstanbul’un değişen sosyal ve ahlaki yapısı birçok misal ile okuyucuya sunuluyor. Başkahramanımız Cemal de başta olmak üzere, birçok Türk’ün İstanbul’daki bu ahlaki yozlaşmadan payına düşeni aldığını da yine eser çerçevesinde rahatlıkla görebiliyoruz.
Cemal’in eski İstanbul’un Şehzadebaşı semtinde ve Sabiha merkezli geçen hayatı, babasının Anadolu’ya zaruri tayini ertesinde yeniden İstanbul’a geldiğinde, esasında gitmeden evvel aynı karakterlerle yine temas halinde bulunmasına rağmen, bu kez bambaşka bir mecraya, kendisinin de ilk başlarda idrakte yetersiz kaldığı bir vatan müdafaası idealine dönüşüyor. Artık Cemal, şahsi kaygılarıyla beraber bir de Anadolu’da alevlenen çerağın sönmeye yüz tutmuş payitahttaki temsilcilerinden biridir.
Cemal’in ilk İstanbul hatıralarında da Sabiha merkezinde yer bulan İhsan dahi bu kez Milli Mücadele taraftarı ve bu hususta mühim bir rol oynayan karaktere dönüşecek. Cemal’in hayatında puslu ve silik olarak yer alan karakterlerle birlikte, hayatına yeni dahil olan karakterler artık başka bir mücadelenin parçası olarak karşımıza çıkacaktır.
Cemal’in yeni İstanbul’u eskisine nazaran, yukarıda kısaca bahsettiğimiz üzere, derin bir ahlaki ve sosyoekonomik değişim içerisindedir. Bu, menfi yönde bir değişimdir. Donanmaları ve askerleri ile dört bir yanı dolduran İtilaf kuvvetlerinin yanı sıra, ahlaki yozlaşmayı süratle hızlandıran ve yabancı sermayeli lokantaları, pavyonları ve ithal hayat kadınları ile İstanbul eskisinden çok farklı bir vaziyettedir. Tüm bunların yanında işgal kuvvetlerinin şarkılarını mırıldanan gayrimüslim ahali de yine bu değişimin görünen resimlerinden birini oluşturur.
Özellikle işgal kuvvetlerinin şehir içerisindeki varlığı ve bu varlığa karşı yükselen sesler, romanda çeşitli hadiselerle ortaya konmaya çalışılıyor:
‘’Kadıköy iskelesinde başlarında bir çavuş bulunan iki Senegalli nefer bir bahriyelimizi iki kolundan tutmuşlar, ite kaka götürüyorlardı… Dudağından ve burnundan akan kanlara rağmen gülümsemesini hiç terk etmeden kendisini tutanlardan kurtulmaya çalışan bu çocuğun yüzünü hiç unutamayacağım, ne de onu dövenin gözlerindeki zalim ve hain parıltıyı!’’[2]
Cemal’in şahit olduğu bu manzara, İstanbul’un vaziyeti hakkında okuyucuya açık bir fikir yürütme fırsatı veriyor. Ancak bu hadisenin yahut sahnenin hemen devamı da yine İstanbul’un, Türk’ün esarete karşı duruşu bakımından önemli bir yer teşkil ediyor:
‘’İhtiyar, uzun boylu, kuru ve zayıf, parmakları elmas yüzüklerle dolu bir kadın, ‘Seni domuz herif!’ diye ileriye atıldı ve elindeki kalın topuzlu şemsiye ile dövenin tam yüzünün ortasına iki defa indirdi. Bütün bunlar bir an içinde olmuştu. ‘Seni domuz herif, ne istiyorsun zavallı çocuktan!’ Bütün iskele halkı şemsiyenin sapının bu ecnebi çehresinde iki parça olduğunu gördük. O ana kadar asabiyet ve çaresizlik içinde çırpınan halk, harekete geldi. Ortalık tekrar karıştı. Her şey düzeldiği zaman ne ihtiyar kadını, ne de bahriyeliyi görebildik. Halk ikisini de kaçırmıştı.’’ [3]
İşgal kuvvetlerinin şehirdeki varlığı yerli Rumlar ile Ermeniler için de başka bir ümit doğuruyor, başka bir davranış şekline bürünmeyi tetikliyor, farklı bir kimliğin ortaya çıkmasına da sebep oluyordu aynı zamanda:
‘’..Rumlar ve Ermeniler acayip bir şımarıklık içinde sağa sola küstahça bakıyorlar, çıngar çıkarmak ister gibi davranıyorlardı. Hele Rumlarda her şey bir meydan okuma halindeydi. Küçük çocukların hepsini ya mavi-beyaz elbiselerle giydirmişler, yahut da bu renklerde bir işaretle süslemişlerdi. Bir kısmının elinde kâğıttan küçük Yunan bayrakları vardı. Güvertenin daha ilerisinde, merdivenin başındaki açıklıkta birkaç palikarya ağız mızıkasıyla o senelerde pek iyi tanıdığımız bir Yunan marşını çalıyorlardı.’’[4]
İşgal kuvvetlerinin şehre girişi, zaman içerisinde birtakım sosyoekonomik değişiklikleri de beraberinde getiriyordu. Ekonomik manada savaş zenginleri diye tabir edilenler ile, Muhtar karakteri bunun net bir örneğidir, şehrin değişen silüeti ve simaları da romanda bölüm bölüm Cemal’in gözünden resmediliyor. Aynı zamanda İstanbul’un bozulan ahlakı da satırlardaki yerini alıyor:
‘’Yabancı kuvvetlerin etrafında, onların gündelik ihtiyaçları için hemen bir yığın yeni iş çıkmıştı. Biraz atılgan, cerbezeli yahut değerlere karşı az çok kayıtsız insanlar bu işlere sarılmışlar, kaybedilmesi, kazanılması kadar kolay servetler elde etmişlerdi. BU kolay servetin etrafında Beyaz Rus akımının çok başka mecralar ve şekiller verdiği büyük bir eğlence hayatı başlamıştı. Beyoğlu’nda bir yığın lokanta, bar, dansing açılmış, ağırbaşlı İstanbul efendilerinin bir vakitler gazetelerini okuyarak, alçak sesle dünya gidişi hakkında bedbinliklerini birbirlerine naklettikleri, sabah kahvesi ve akşam çayı içtikleri İstanbul kahveleri manzaralarını değiştirmişti.’’ [5]
‘’Senegalli nefer, Cezayirli çavuş, siyah sakalı çenesinin altına bağlanmış Hintli gönüllü, İskoçyalı, Kanadalı fedai, Avusturalyalı zabit, siyah pelerinli Karabineri, Ermeni tercüman, Rum papazından bozma halk hatibi arasında, işte İstanbul’un böyle karışık, derbeder bir hayatı vardı.’’[6]
İşgal devri İstanbul’u, Tanpınar’ın kaleminden ve Cemal’in gözünden işte bu hadiseler ve manzaralar ışığında Anadolu’nun heyecanının gölgesinde yer alıyordu. Cemal’in İstanbul’a ikinci gelişinde Anadolu’ya olan güvenini ve de ihtimamını ifade eden ‘’..Anadolu silaha sarılmıştı. Küçük sahil şehri halkına, bütün milletimiz gibi sabır ve emniyetle beklemek kalıyordu. İşte bu bekleyiş orada, İstanbul’dan çok kolaydı. Anadolu dağları o kadar yakındı ki…’’ [7] sözleri, Anadolu’daki ümit ile İstanbul’daki ıstırap ve çaresizliği gözler önüne seriyor esasında.
Sahnenin Dışındakiler, bizim çok sathi olarak birkaç misalle anlatmaya çalıştığımızın ötesinde, Milli Mücadele ve özellikle İstanbul’un kafa karışıklığı, değişimi, ruhunu arayışını bir edebi eser etrafında solumak isteyenler için başta gelen tercihlerden biri olarak yerini alıyor.
KAYNAKLAR
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler, Şubat 2011, Dergah Yayınları
[2] Tanpınar, a.g.e. , s.142.
[3] Tanpınar, a.g.e. , s.143.
[4] Tanpınar, a.g.e. , s.143.
[5] Tanpınar, a.g.e. , s.231.
[6] Tanpınat, a.g.e. , s.233.
[7] Tanpınar, a.g.e. , s.14.