Doç.Dr. Durmuş HOCAOĞLU
—————————————
Kitle-Adam’ın Siyâsî Talepleri: “Mülk”ün Dört Temeli ve “Vatandaşlık” Hakları
Kitle-Adam’ın siyâsetten ve siyâsetçiden taleplerini, teknik bir lisana tercüme ettiğimizde, karşımıza “Mülk”ün Dört Temeli ve “Vatandaşlık” Hakları çıkmaktadır; yâni, kitle- adam, kendisinden siyâsî vekâlet almak üzere karşısına gelen kişi ve müesseselerden, bir ülkeyi yaşanmağa değer kılan dört temel esas ve modern bir cemiyette “vatandaş” olmanın kaçınılmazı olan “vatandaşlık hakları”ndan başka birşey talep etmekte değildir.
“Mülk”ün Dört Temeli: Emniyet, Hürriyet ve Mülkiyet ─diğer adıyla, Refah─ ve bütün bunların başı ise tek başına içtimâî var-oluşun varlık şartlarını ihtivâ eden Adâlet’ tir.
İmdi: “Tebaa”dan radikal bir farklılıkla, modern toplumlara âit bir kavram olan “vatandaşlık”, şu üç temel hak ekseninin birleşmesinden oluşmuş bir terkiptir: Medenî Haklar Ekseni, Sosyal Haklar Ekseni ve Siyasî Haklar Ekseni (Marshall, Bottomore, 2000:21). Bunlardan Medenî Haklar Ekseni, ferdî hürriyet, düşünce, inanç ve ifâde hürriyeti, mülk edinme ve sözleşme yapma hürriyeti ve adâlet hakkı, yâni yargıda eşitlik gibi unsurlardan oluşur. Buna göre, vatandaşların, ferdî hürriyet, düşünce, inanç ve ifâde hürriyetleri, mülk edinme ve sözleşme yapma hürriyetleri vatandaş statüsünün lâzımı gayri müfarik gerekleri olduğu için, ancak hukukun rûhuna uygun kanunlarla sınırlandırılabilir ve bunun dışında başka bir sınırlama konamaz. Bir ülkenin vatandaşları kendilerini felsefî düşünce, dinî inanç ve ifâde, mülk ─yâni dünya malı─ edinme ve sözleşme yapma konularında ne kadar hür hisseder ve yargının kendisine negatif ayrımcılık veya herhangi bir şekilde eşitsizlik yapmadığından emin olursa kendisini o ülkeye o derece bağlı hisseder. Sosyal Haklar Ekseni, vatandaşların birer üyesi oldukları toplumun standartları ölçüsünde ekonomik refah ve sosyal güvenlik gibi haklarından oluşur. Siyasî Haklar Ekseni ise, vatandaşların, ülkelerinin siyasî karar alma sürecine seçmen ve seçilen olarak katılma hakkının, daha açık ifâdesiyle ülkesinin yönetiminde ve geleceğinin belirlenmesinde asıl söz hakkının kendisinde olduğunu ifâde eder. Bu itibarla Siyasî Haklar Ekseni, bir ülkedeki insanları tebaa olmaktan öteye taşıyarak vatandaş kılan en temel hak eksenidir denebilir.
Ne var ki, yukarıda da bahsedilmiş olduğu gibi, bütün bu şartların noksansız sağlanması durumunda dahi, ayrılıkçı bir hareketin önlenmesi zor ve hattâ bazı bakımlardan imkânsızdır ki bu da liberal/demokratik milliyetçiliğin en büyük güven kaynağı olan homojenliğin önemini gösterir.
İktidârın Kör Noktası ve Devletçi Milliyetçilik
Siyâsî milliyetçilik hareketi ile kitle-adamlar topluluğu olan Halk’ın karşılıklı olarak birbirlerini görmekte zorlanmalarına sebebiyet veren kör noktayı oluşturan sebeplerin en mühimlerinden birisi de, siyâsî milliyetçiliğin milliyetçilik anlayışının ekseriyetle baskın bir şekilde “Devletçi Milliyetçilik” karakteri taşımasındandır. Daha evvel başka yerlerde ele almış olduğum için burada tekrar detaylandırmayacağım; ancak çok kalın çizgilerle ifâde edilecek olursa, aynı zamanda “Devlet Merkezli, Devlet Öncülü ve Devlet Öncelikli Milliyetçilik” olarak da tanımlanabilecek devletçi milliyetçiliğin belirleyici mâhiyette birkaç bâriz karakteristik vasfı bulunduğunu söyleyebiliriz: 1: Devlet’in ehemmiyetinin herşeyin önüne çıkarılması ve bu cümleden olmak üzere Millet’e nazaran öncelenmesi; 2: Buna bağlı olarak, Devlet irâdesi kullanılmak sûretiyle radikal bir toplumsal dönüşüm ile bir millet inşâ edilmesi; 3: Bir seçkinler yönetiminin, açık ya da zımnî olarak öngörülmesi.
İmdi; en ehemmiyetlileri “vatan, millet ve devlet” olan üç temel kurucu elemanın oluşturduğu “ehemmiyetler hiyerarşisi”nde devlet’in zirvede yer alması son derece normal ve tabiîdir. Çünkü, daha önce başka birçok yerde de müteaddit kereler yazmış ve söylemiş olduğumu tekrar edecek olursam, devlet, ‘düzen’ fikrinin somutlaşmış ifâdesidir ve bu sebeple de bizâtihî düzen demek olan içtimâî var-oluşun lâzım-ı gayri müfârik, temel varlık şartı olmaktadır. Bu veçhesiyle devlet, içtimâi varlığın fizikî gövdesini ve O’nun var- olabilmekliğinin ve var-olmaya devam edebilmekliğinin de te’mînâtını teşkîl etmektedir. Fakat devlet’in zâtî önemi sâdece bu kadarla tahdit edilemez: Devlet, aynı zamanda, Hürriyetin de en ilk ve en temel şartı ve te’mînâtı olmaktadır. Zîra, “herhangi birşey” olabilmek için öncelikle “var-olan birşey” olmak gerektir ki buna binâen, içtimâî anlamda hür olmak ise önce var-olmayı ve “var-olan birşey” olmak da, en emniyetli bir şekilde, devlet sâhibi olmayı zarûrî kılmaktadır. Bu noktai nazardan, devlet’in, kendisinin ayrılmazı olan “vatandan bile daha mühim hâle gelebileceği, devlet’in kurtarılması için vatan’ın ‘bir kısmının’ fedâ edilebileceği çok zorlu kritik ânlar olur; olur, çünkü, Vatan’ın cüzlerden mürekkep olmakla taksim olunabilirlik özelliğine karşılık Devlet’in kuantik, yâni bölünmez bir bütünlük olması sebebiyle, ‘bir kısmı’ diye birşeyi kabûl edememesi buna sebebiyet vermektedir. Kezâ, devlet, kritik ânlarda fertten çok daha mühim olur; çünkü fert (birey) anlıktır, kesiklidir, fânîdir, ‘şimdi ve burada olan’, bugün var-olan, yârın yok olacak-olandır; hâlbuki, devlet, kuantik olduğu gibi aynı zamanda ‘sürekli’dir de; O, hem bugün var-olan, ve hem de yârın var-olacak olandır; hem bugünün fertleri hem yârının fertleri, yâni “toplum” denen süreklilik için var-olandır, fânî değil bâkî ve pâyidâr olması gerekendir ve bu sebeple, bâzan devlet’e nazaran ferd’in ehemmiyetinin dibe vurarak ‘hiçleştiği’, devlet için tek-tek fertlerin canlarının fedâ edilmesinin, bir damlası dahi azîz olan kanlarının su gibi akıtılmasının, bir yedeği olmayan tâze civan bedenlerinin aşk ve şevk ile gerdeğe girer gibi toğrağa serilmesinin en yüksek fazîlet hâline geldiği, devletleri için ölmesini bilmeyen milletlerin yaşama hakkının da olmadığının ve Regis Debray’ın deyimiyle, eşitliği ölüm karşısında savunmayanların16 başka hiçbir konuda savunamayacağının somutlaştığı kritik anlar dahi olur. Bunun yanında, yine, millet’in kendiliğinden vücut bulmayıp devlet ile karşılıklı (interaktif) bir [1] münâsebetler ağı çerçevesinde birbirlerini inşâ ettikleri uzun tarihî süreçte, devlet’in, millet inşâmdaki rolü ve vazîfesi ve devleti olmayan halkların millet olamadığı da gözardı edilemez. Bunlardan dolayıdır ki, Hobbes’un ifâdesiyle, en kötü devlet bile devletsizlikten daha iyidir, veya, en kötü devlet, mevcut olmayan devlettir.[2]
Ne var ki, bütün bunların hiçbirisi, devlet adına bir despotizmi, veya daha hafifiyle, millet’i ikincileştirmeyi meşrûlaştıramaz ve bu babdan olmak üzere, devlet’in, şu iki niteliğine de dikkat edilmelidir: Devlet, insanlardan ve insan topluluklarının en ileri seviyesinde bulunan örgütlü siyâsî toplum olan millet’ten bağımsız olarak (transandantal), dış-dünya’da ‘kendinde’ mevcut değildir ve bunun yanında, velev ki inşâında birincil derecede belirleyici bir rolü de olsa, ehemmiyeti millet’e nazaran ikinci derecedendir; zîra, millet, devlet için var değildir, bilâkis, devlet, millet için vardır.
Yâni, hâsılı, devlet, bir cemiyet için “varlık şartı”dır; ancak
Takiyeddin Mengüşoğlu’nun ifâdelerine mürâcaat edecek olursak (Mengüşoğlu, 1988:190):
Devlet, taşıyıcısı olan toplum için, bu toplumun meydana getirdiği ve getirmiş olduğu her şeyi gerçekleştirir. Çünkü insan tek olarak gelip-geçici bir varlıktır; tekler ölür, ancak tür yaşamakta devam eder; ve insan ancak bu sayede ölümsüzlük kazanır. İnsan türü sosyal birlikler, devletler şeklinde görünüş alanına çıkar; böylece gerçekleştirilen her başarı, dolayısıyla bütün insanlığın malı olur. İnsanın bütün başarılarının tarihsel bir niteliği vardır;
yani onlar üç boyutlu bir zaman içinde meydana gelirler ve kuşaktan kuşağa geçerek zamanın boyutlarında gelişirler. Devlet bir varlık-koşulu olarak insanın sahip olduğu ve sahip olacağı bütün başarılarının temelidir. Çünkü bütün insan başarıları, meydana gelmelerini, gelişmelerini devletin sağladığı düzene, insanlığın düzenli bir durum içinde yaşamasına borçludur. Bu, yalnız belli bir gelişme basamağı için geçerli olmakla kalmaz, aynı zamanda insanın üstünde bulunduğu bütün gelişme basamakları için de geçerlidir. Devletin tekler arasında ve teklerin kurumları arasında bir düzen kurabilmesi çok önemlidir. Düzen olmayınca karmaşa vardır; karmaşa içinde hiçbir insan başarısından söz edilemez. İmdi insandaki disharmoninin dizginlenmesi gerekir.
Devlet, kendi taşıyıcısının, toplumun bir aktivite formu olarak, insan başarılarının temeli olarak, bu toplum için vardır; yani bu toplum devletin varlığının anlamıdır. Bir yandan da devlet kendi taşıyıcısı olan toplumla aynıdır. Devletin varlığı “halk içindir” ve “halka dayanır”. İmdi devlet “kendi başına bir varlık” değildir, yani devlet bazı teorilerin sandığı gibi, havada duran, kendi taşıyıcısı olmadan da var olabilen “kendi başına bir amaç” değildir.
İşte, bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün toplumsal dönüşümlerde öncülüğü tamâmiyle devlet’e veren “etatizm” kadar, her şeyin en iyi ve en doğrusunu kendilerinin bildiğine inanan seçkinlerin otoriter elitist-etatist yönetimleri de meşrû değildir.
“Milliyetçilik” terimi henüz kendi çağında tedâvüle çıkmadığından tarafınca hiç kullanılmamış olmasına rağmen, bir German milliyetçisi olduğu tartışmasız bir gerçek olan Hegel’in milliyetçiliği bütün devletçi milliyetçilik türleri içerisinde felsefî bakımdan en mükemmel, adetâ gergef gergef işlenmiş olanıdır; O’nda devlet, bir dış-gerçekliktir, Evrensel Ruh da diyebileceğimiz Geist’ın tarihî yolculuğunun nihâî durağında, insan bilincinde kendisini açığa vurmaktadır, yâni her ne kadar bir müessese olarak beşer ürünü ise de, metafizik bir mâhiyeti hâizdir ve bunun için de toplumları bir araç olarak kullanır; yâni, millet, devlet için bir anlamda bir vâsıta olmaktadır.
Türkiye’deki siyâsî milliyetçilik anlayışında bu şekilde bir felsefî zemînin mevcûdiyetinden söz edilemeyeceği açıktır; daha sâde ve daha mütevâzı bir “görüş” ve gelenek olan Siyasî Türk Milliyetçiliği’nin devletçiliği, Osmanlı’dan devredilen, Tasavvuftaki Allah’ta yok olma, varlığını Allah’ın varlığında eritme mânâsına gelen “fenâ fî’llah” teriminin siyâsî versiyonu olup Devlet’te yok olma, varlığını Devlet’in varlığında eritme mânâsına gelen “fenâ fî’d-devle(t)” terimi ile formüle edilen ve en ileri ifâdelerinden birisini Dündar Taşer’de bulan bir anlayış olup, bilhassa asırlar süren geri çekilmeler, yıkımlar sonucunda nihâyet bütün bütüne yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kaldıktan sonra binbir fedâkarlıkla kurtarılabilen Devlet’e karşı duyulan çok büyük hassasiyetin doğurduğu bir netîcedir.
Vâkıa ülkemizde, “Ulusalcılık” olarak da bilinen, Kemalist Devletçi Milliyetçilik hâriç tutulacak olursa, siyâsî milliyetçilik anlayışını neredeyse tekeline almış bulunan ve “siyâsî milliyetçilik” denince hemen akıllara düşüveren Ülkücü Siyâsî Milliyetçilik’in radikal bir millet inşâı gibi definitif bir proje sâhibi olduğu ileri sürülemez elbette; ancak, çok samimî, ama felsefesiz, dolayısıyla da derinliksiz ve naif bir milliyetçilik olan Ülkücü Siyâsî Milliyetçilik’in devletçiliğinin en büyük kaynağı budur: Aşırı devlet hassasiyeti! Fakat bu hassasiyet, O’nu, Devlet karşısında çok bâriz bir psikolojik acze düşürecek kadar ileri ve abartılı bir düzeyde bulunmaktadır ki, bu durum, O’nun, sıklıkla, Devlet’in mücerret hükmî varlığı ile devlet gücünü elinde tutan kişiler ve kurumlar arasında bir ayrım yapamayarak aynîleştirmesine ve bu da, açıkça ifâde edilmesi gerekir ki, kendi toplumu karşısında belirgin bir “kuşkucu” nitelik kazanmasına ve buna bağlı olarak, Devlet ile Vatandaş arasında zuhur eden ihtilâflarda ─bütün Batılılaşma ve Cumhuriyet tarihimizin aynı zamanda bu ihtilâfların tarihi de olduğunu hâtırlayalım─ Devlet’in ve Devlet erkini elinde tutanların safında yer almasına yol açmış ve bu da, netîceten, O’nun, kitle-adam ile yeter miktarda irtibat kurabilmesine başka ve çok mühim bir engel teşkîl etmiştir ve etmeye devam etmektedir.
Türkiye’de Devlet ile Millet Arasındaki Kadîm Siyâsî Mukavele’nin İhlâli
“Devlet” önceleyen bütün milliyetçilik telâkkîlerinin, az ya da çok, taşıdığı jakoben ─ve dolayısıyla da anti-demokratik─ niteliğinin bir netîcesi olarak hemen-hemen her ülkede cemiyet nezdinde yaygın bir îtibara mazhar olmadığına kesin gözüyle bakılabilirliğine ilâveten, ülkemizde Devletçi Milliyetçiliksin prestijli olmasını önleyen ilâve bir faktör olarak, Türkiye’nin nevi şahsına münhasır bir sarsıntı, Devlet ile Millet arasındaki “Siyâsî Mukavele”nin, Devlet tarafından tek taraflı olarak ihlâl edilmiş olması gelmektedir.
İmdi; yukarıdaki satırlarda bahsini etmiş bulunduğumuz, Aslî Mukavele kavramını göz önüne aldığımızda, bir hukuk yaratmak üzere birleşme anlamına gelen “cemiyet mukavele- si”ni kendi arasında asırlardan beri diri tuttuğunu defaatle ispat etmiş bulunan Türk cemiyeti ile devlet erki arasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin iptidâsında üzerinde mutâbakata varılmış bulunan, bu hukukun devamlılığını sağlamak üzere belirli bir otoriteye tâbi’ olmayı gerektiren “siyâsî mukavele” veya diğer adıyla “devlet mukavelesi”, kısa bir müddet sonra, devlet erki tarafından, tek taraflı olarak, toplumun rızâsına mürâcaat edilmeden başlatılan radikal laikleşme ile birlikte ihlâl edilmiştir. Vâkıa, laikleşme ─veya sekülerleşme; aslında her ikisi tam olarak aynî olmamakla berâber burada kabaca aynı mânâda kullanmaktayım─ süreci elbette Cumhuriyet ile birlikte ve sıfırdan başlamış olmayıp, büyük ölçekte, Osmanlı sekülerleşmesinin sonucu ve uzantısıdır; ancak, ondan farklı olarak, “Aydınlanmış Despotizm” olarak da bilinen Kamera- lizm’den de etkilenmiş olarak, Jean Bauberot’nun, “Aydınlanmış despotizm laikleşmenin otoriter bir yolunu temsil eder: Bunu benimseyen hükümdarlar dinin bağımsız bir güç değil, kendilerinin düzenlediği bir organizma olmasını isterler” ifâdesiyle özetlediği gibi (Bauberot, 2007:49), fazla otoriterdir. İmdi, Cumhuriyet laikleşmesinin, otoriterliği, süreç îtibâriyle çok kısa ve şiddet (magnitude) îtibâriyle de çok yüksek, ânî bir “büyük darbe” (master stroke) şeklinde oluşu, laikleşmenin hudutlarını çok ileri götürmesi ve dini devlet eliyle kontrol altında tutmaya ve bir anlamda düzenlemeye kalkışması – her ne kadar Cumhuriyet laikliği büyük ölçüde nevi şahsına münhasır bir tür “sünnî laiklik” niteliği taşısa da – buna hazırlıklı olmayan ve hattâ sınırlarını aşrı bulduğu için hiçbir zaman tam olarak kalbî bir itminan ile tam olarak ibrâ da etmeyen cemiyet üzerinde bir travma yaratmış olduğu gibi, bütün Cumhuriyet tarihi boyunca da laikliğin ehemmiyeti hemen hemen herşeyi önceleyecek derecede ve cemiyetin büyük kısmı nazarında dini potansiyel bir düşman olarak gördüğü şeklinde yorumlanacak mertebe yüceltilmiş olduğu için de bu travmanın hafifletilmesi sûretiyle toplumun rehabilite olmasına imkân verilmemiştir. İşte bu sûretle, hâlâ bu tek yanlı ihlâlin laisistler tarafından ─başörtüsü mes’elesinde olduğu gibi─ “Devlet”in bir numaralı niteliği olarak ve topluma adetâ meydan oku- nurcasına dip-diri tutulması, cemiyetimizin ekseri kaahırasın- daki gizli muhâlefeti sürekli beslemiş ve bu bağlamdaki devletçiliğe temâyül eden siyâsetleri reddetmesine sebep teşkîl etmiştir.
————————————————
Önemlidir:
Bu makaleye atıf yapılmak istenirse, aşağıdaki kaynağın mehaz gösterilmesini önemle rica ederiz.
Türk Kimliği, Ayvaz Gökdemir’e Armağan-2, Editör: Prof. Dr. M. Çağatay Özdemir, Ötüken Neşriyat, ISBN 978-975-437-715-6, İstanbul, 2009, Sf. 667-762
[1] Tam ifâdesiyle: “Ölüm önünde (ve tabii vatan görevi bakımından) eşitlik olmaksızın yurttaşların eşitliğinin ne anlamı vardır?” [Regis Debray., “Cumhuriyetçi misiniz Demokrat mı?” (Le Nouvel Observateur., 30 Kasım-6 Aralık 1989)., Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Arslan., II. Bölüm, Zaman.,02.11.1998, s.15]
[2] Baş eseri Leviathan’da Devlet’in vazgeçilemez ehemmiyetini “Devlet olmadıkça, herkes herkese karşı daima savaş halindedir” şeklinde ifâde eden [Bölüm 13: “Mutluluğu ve Mutsuzluğu Bakımından İnsanlığın Doğal Durumu Üzerine”., s.94] Hobbes, aynı eserin ileriki bir bölümünde de Devlet’in ve dolayısıyla da Egemen Güç’ün (Otorite) ehemmiyetini şu sözlerle dile getirmektedir: “Egemen güç, yokluğu kadar zararlı değildir ve zarar, genellikle, daha küçiik bir zararın kabul edilmemesinden gelir”. [Bölüm 13: “Sözleşme ile Kurulmuş Egemenlerin Hakları Üzerine”., s.138]