Atatürk ve Millî Kültürümüz

 

Ord.Prof.Dr. Aydın SAYILI

Atatürk, kültür ile uygarlık hakkında 1930 yılında şöyle konuşmuş­tur:

“Bence medeniyeti (uygarlığı) harstan (kültürden) ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur. Bu nokta-i nazarımı izah için hars ne demektir, tarif ede­yim. Bir insan cemiyetinin; a) Devlet hayatında; b) Fikir hayatında, yani ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda; c) İktisadî hayatta, yani ziraatte, sanatta (endüstri, sanayi) ve ticarette; kara, deniz ve hava mûnakaleciliğinde, yapabildiği şeylerin muhassalasıdır.” Atatürk’ün bu kültür tanımı bize Profesör Afet İnan’dan intikal etmiştir (Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, 1969, s. 276).

Böylece, Atatürk’ün insan faaliyetlerini üç büyük gruba ayırdığı görülüyor. Bunlardan ilk olarak zikr ettiği devlet hayatının kapsamı içine yönetim, hukuk ve siyaset gibi alanlar girer. İkinci grup olan fikir hayatı içinde, görüldüğü üzere, Atatürk ilim ile içtimaiyat ve güzel sanatları zikrediyor. Böylelikle, burada, matematik ve doğa bilimleri gibi sağın ve deneysel bilimler yanında toplumbilim veya beşerî bilimler ile güzel sanat­lar bu grubun içine girmiş oluyor. Üçüncü grup olan iktisadî hayat kap­samı içinde ise, endüstri ile kara, deniz ve havadaki ulaştırma faaliyetleri ile iletişim faaliyetleri bulunmaktadır.

Yine, Afet İnan’ın tuttuğu bir nota göre, Atatürk 1936 yılında kültür sözcüğünün tanımlanması konusunda şunları söylemiştir:

“Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Bu sözü burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin okulların­da birçok vesilelerle eser halinde tesbit edilmiştir.

“Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna çıkar­mak, intibah almak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.

“Yine insan enerjisi ile fakat tabiatın ona iltifat edildikçe tükenmez yardımıyla yükselen, genişleyen insan zekâsı, hudutsuz kavrayışı anlamın­da ‘insanım’ diyen bir vasf-ı mahsusu olur.

“İnsan, hareket ve faaliyetin, yani dinamizmin ifadesidir. Bu böyle olunca, kültür, yukarıda işaret ettiğimiz insanlık vasfında insan olabilmek için bir esasî unsurdur.

“Bunu kısaca izah edelim: Kültür, tabiatın yüksek feyizleriyle mesut olmaktır. Bu ifade içinde çok şey mündemiçtir. Temizlik, saflık, yükseklik, insanlık vs. Bunların hepsi insanlık vasıflarındandır. İşte kültür kelimesini mastar şekline soktuğumuz zaman (kültür geliştirmek, kültür yaymak), in­sana verdiği yüksek vasıfları kendi çocuklarına, hafîdlerine ve atîsine ver­mesi demektir.

“Buraya kadar anlatmak istediğimiz, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti çocukları kültürel insanlardır (çocuklarının kültürel insanlar olduklarıdır (?)). Yani hem kendileri kültür sahibidirler, hem de bu hassayı milletleri­ne ve bütün Türk milletine yaymakta olduklarına kaanidirler” (Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar, 1959, s. 261-262).

Bu ikinci metni az çok sadeleştirilmiş ve yorumlanmış olarak şu şekil­de özetleyebiliriz: Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, gözlemlerini an­lamlandırmak, karşılaştığı olaylardan ve durumlardan ders almak, bu gibi konular üzerinde derinlemesine düşünebilir durumda olmak yetisidir. Kültür kazanmak ise, zekâyı terbiye etmektir. İnsan enerjisi ile ve doğadan (bu doğa’ya insan tabiatı da dahil olsa gerektir) yararlanma yolları bulun­dukça onun tükenmez yardımıyla belirip oluşan bu terbiye edilmiş, eğitil­miş zekâ türü, yani kültür, insanoğluna özgü bir vasıftır.

Görüldüğü üzere Atatürk, kültürü, toplum faaliyetlerinin tümü olarak ele aldığı gibi, toplumu oluşturan bireylerin çeşitli durumlar karşısında zi­hinsel bir vaziyet alışı; insan zihnini süsleyen bilgi dağarcığının içerdiği ve özellikle, insan zihnindeki özümlenmiş ve bütünleşmiş bilgi birikimi ola­rak da tanımlamaktadır.

27 Ekim 1922’de Bursa’da yaptığı bir konuşmada Atatürk şöyle diyor:

 “Gözümüzü kapayıp mücerret yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çenber içine alıp cihan ile alâkasız yaşayamayız…. Bil’akis, müterakki ve mütemeddin bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayaca­ğız. …”

Atatürk bir başka vesile ile de (29 Ekim 1923) şöyle konuşmuştur:

 “Memleketler muhteliftir. Fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. …” Atatürk böylece, uluslar arasında ortak olan bu uygarlığı, çağın en yüksek uygarlık düzeyi­ni temsil eden uygarlık olarak tanımlamaktadır.

Genellikle kültür kavramı yanında bir de millî kültür kavramı özel bir önem taşımaktadır. Millî kültür, genel olarak kültürün tümü ile, ayrı ayrı milletlerdeki durum ve şekil anlamına gelebileceği gibi, bu terimin, bir ulu­sun başka uluslardan ayırd edilmesinde rol oynayan, o millete kendine özgü kişiliğini veren vasıf ve özelliklerini içermesi ve sadece böyle bir kültür kesimi ile sınırlandırılması gerektiği de düşünülür. Bundan ötürü, birçok düşünürlerimiz millî kültür terimine tekabül etmek üzere statiklik vasfını taşıyan bir kültür kesimini tasavvur ederler ve millî kültür denince, pek değişmelere uğramayan, durağan olan bir kültür türü düşüncesini vurgulamak eğilimini gösterirler.

Uygarlıkta, uygarlığı oluşturan hususlarda, bir yandan uluslararası tır­manışların gerisinde kalmamaya çalışırken, öte yandan da kendimize özgü kültürümüze ve geleneklerimize sadakatle bağlı kalmamız gerektiği düşüncesi böyle bir tezle temellenmektedir. Böylece, geçmişten kopmadan geleceğe uzanmayı başarmak söz konusu olmakta, bu da güç bir sorun olarak belirginleşmektedir.

Fakat buradaki “geçmişten kopmamak” ifade kalıbı sarih olarak ne anlama gelir? Bunu düşünce bulanıklığına pek yer bırakmadan açıklığa kavuşturmak icab eder. Yani, bu düşüncenin temelinde şöyle bir eğilim yatmaktadır: Değişen dünyaya ayak uydurmak, genellikle, kültürümüzden kopmayı beraberinde getirmektedir; bu ise tehlikelidir. Benliğimizi kaybet­mek demektir.

Bu durum bir kötümserliği ya da kendine güvenme yetersizliği unsu­runu da içerir mi? Böyle bir soru akla geliyor. Çünkü öte yandan da, iler­leyen dünyada geride kalmışlık, ya da ilerleyip gelişme yolunda dev adım­ları atmak gücünde olan irili ufaklı milletlerin yanında dışa aşırı bağımlı­lık, kulaklarımızda tehlike çanları duyar gibi olmamıza yol açıyor. Gerçek­ten, çok iyi niyetli görünmeyen bir dış uluslar topluluğu ortamında kendi kaderini çizip belirleyebilme gücünden yoksun bulunma durumunun millî gururun zedelenmesine neden olacağı, millî kültür açısından muhakkak­tır. Şu halde, açıkça, konuda can alıcı bir sorun da, uluslararası acımasız rekabet konusunda, üstünlük yarışmasında, düğümlenmekte, kenetlenmektedir.

Atatürk de millî kültürümüzde kendimize ait özel çizgilerin silinmemesi gerektiğini vurgulamış, kendi benliğimizden fedakârlık yapmaktan ve körü körüne taklitçiliğe sapmaktan kaçınmamızı öğütlemiştir. 1921 yı­lında Bursa’da topladığı Millî Eğitim Kongresinde dil ve ifadesinin sade­leştirilmiş şekliyle şöyle söylemiştir:

“Millî eğitim ve öğretim programından söz ederken, eski devrin hura­felerinden, bize özgü vasıflarımızla hiç de münasebeti olmayan yabancı fi­kirlerden, Doğu’dan ve Batı’dan gelebilen tüm etkilerden tamamen uzak, millî ve tarihî seciyyemizle uyumlu bir kültür kast ediyorum. Çünkü millî dehamızın tam bir şekilde gelişmesi, ancak böyle bir kültür ile sağlanabi­lir. Herhangi bir ecnebi kültürü şimdiye kadar takib olunan yabancı kültürlerin zararlı neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür, “harâset-i fikriyye”, zeminle (tinsel ortamla; köklü belgiler, karakteristiklerle) mütenasiptir (orantılıdır, uyum halindedir). O zemin milletin seciyyesidir (karakteridir; yaradılışı, temelsel huyudur.) “

Burada Atatürk’ün kullandığı harâset-i fikriyye terimi entellektüel kültür terimi karşılığıdır. Bunun öz Türkçe karşılığını düsünümsel kültür olarak be­lirleyip kullanabiliriz. Osmanlıca bunu “tefekkürî hars” şeklinde dile getir­mek akla gelebilirdi. Fakat böyle bir terim kullanılmamışa benzer. Atatürk’ün harâset-i fikriyye terimi de yaygınlaşmadan kalmıştır. Anlaşıldı­ğına göre, üzerine Atatürk’ün isabetle parmak bastığı bu kavramın büyük önemi, toplumumuzda ve düşünürlerimiz arasında gereği kadar ilgiyi üze­rine çekmemiştir.

Entellektüel kültür terimini öz-Türkçeleştirmek, bu terimin ve dolayısıyla temsil ettiği kavramın kolay çağrışım yapabilmesini, böylece de yaygın­laşmasının kolaylaşmasını sağlamaya elverişliliği bakımından çok yararlı olur. Entellektüel kültür teriminin öz-Türkçesinin düşünümsel kültür olarak benimsenmesi, düşünüm ile düşünce ve düşün yakınanlamlı sözcükleri arasın­da belli bir anlam farkı bulunması, ya da oluşması, durumunu beraberin­de getirmektedir. Şöyle ki, tefekkür karşılığı olarak kabul edilen düşünüm, böylece, herhangi bir tür düşünce olmaktan fazla, “anlam ayrıntılarını kav­rayış” edinimini de içine alan sağlam ve ciddi bir zihin yorma ve bilgi biri­kimi ağırlıklı bir düşünce süreci sonurgusunu temsil etmek vasfını kazan­maktadır.

Az önce sunulan sözlerinin bağlamı içinde, Atatürk, açıkça görüleceği üzere, harâset-i fikriyye sözü ile, özellikle tarih kültürü ve bilimin beşerî bi­limler veya toplumbilim alanlarıyla bağ kuran kültür kesimine atıf yap­maktadır. Fakat düşünümsel veya entellektüel kültür teriminin kapsamının tümü hiç şüphe yoktur ki, bu kesimden birhayli daha geniştir. Ayrıca, çok açık ve kesin olarak görüldüğü üzere, Atatürk, çok daha geniş olan bu kültür kesimi ile de, yani bütün enginliğince düşünümsel kültür alanının tümü ile, çok büyük ölçüde ve sıkı sıkıya ilgilenmiş ve bu kesimin tümüne büyük önem vermiş olmak durumundadır.

Yukarıda son aktarılan sözlerinden kesinlikle görüldüğü üzere, Atatürk’e göre, millî kültürümüzün bizim milletimize özgü özel renklere sahip çok önemli bir kesimi ya da yanı vardır. Ayrıca, bu özelliklerimiz elbette ki geleneklerimizle yakın bağlar içinde bulunurlar. Fakat, yine de, kesinlikle söylenebilir ki, millî kültürümüzün bu özel yönlerinde de, Atatürk’e göre, gelişmeler ve hattâ, yerine göre, büyük gelişmeler gerçekle­şebilir ve gerçekleşmelidir. Yani bunlarda da geleneklerin belli bir düze­yinde saplanıp kalma, ya da, genel olarak, yerinde sayma, söz konusu ol­mamalıdır. Ayrıca, Atatürk’ün harâset-i fikriyye’den geniş çizgileriyle söz et­mesine bakılırsa, Atatürk’e göre, millî kültür, işgal ettiği alan bakımından, genel kültürün tümünü bütün genişliği ile ve düşünümsel kültür ile birlik­te kapsamı içine almalı, yani millî kültür, genel kültür ögelerinin tümünün toplamı olarak düşünülmelidir. Yalnız, burada ağırlık özellikle düşünümsel kültür kesiminde olarak tasavvur edilmelidir.

Entellektüel kültürü, düşünümsel kültürü, bilimin, matematik, astro­nomi, fizik, kimya ve tabiî bilimler gibi fen bilimleri sahasını temel alan kültür kesimi olarak düşünecek olursak, yani bu geniş alan ile sınırlandı-rırsak, o zaman millî kültürün bütün uluslar arasında ortak olan yönü üzerinde dikkatimizi yoğunlaştırmış oluruz. Atatürk’ün az önce sunduğum iki kültür tanımından ikincisinde, esasen, insan zihnini bezeyen özümlen­miş ve bütünleşmiş her türlü bilgi belirgin bir biçimde ön planda, ön ko­şunda, olmak üzere söz konusudur. Bu itibarla, bu kültür tanımında düşünümsel kültür, ister istemez genel kültür kavramının belirgin bir oluş­turucu ögesi olmak durumundadır. Atatürk’te millî kültür kavramı, içeriği itibariyle, genel kültürle koşutluk gösterdiğine göre, düşünümsel kültürün millî kültür içinde işgal ettiği yer de aynı suretle geniş ve önemli olmakta­dır. Bu duruma esasen Atatürk’ün millî kültüre ilişkin olarak yukarıda söz konusu ettiğimiz üçüncü beyanı da açıkça tanıklık etmektedir.

Bir de, Atatürk’ün yukarıda sunduğumuz birinci kültür tanımında, kültürün, temelde ayrıldığı üç büyük ana gruptan birinin üç bölümünden ikisinin, dolaysız olarak bilime ilişkin olduğunu görmüş bulunuyoruz. Vakıa, bu ana gruplarla bunların ayrıldıkları bölümlerin içeriklerini nicesel olarak ele almak ve rakamlara vurmak, aslında bizi kesin sayısal sonuç­lara ulaştırmaz. Ayrıca, Atatürk’ün bu kültür tanımı ve tasnifinde ikinci büyük ana grubun ilk iki bölümü doğrudan doğruya bilimin kendisi ile ilgilidir. Fakat gerek birinci ve gerekse üçüncü büyük ana grupların içerik­leri de büyük ölçüde ya düşünümsel kültür alanına dolaysız olarak git­mekte ya da onunla yakından bağ kurmak durumunda bulunmaktadır.

Biz burada konuya çok iddiasız bir yaklaşım şeklini yeğleyerek bir ilk aşamada sadece ikinci büyük ana grubun iki bölümünün, yani bilime doğrudan doğruya ilişkin olan kültür kesiminin üzerinde durmak suretiy­le, konuyu sayılara dayanarak ele almaya çalışalım. 1/3 x 2/3 = 2/9 ettiğinden, kolayca görüleceği üzere, Atatürk’e göre, bu hesapla millî kültürümüzün aşağı yukarı 2/9’u, yani 1/5’i doğrudan doğruya bilimden, bilimin kendisinden oluşmaktadır.

Bu kültür tanımında işe karışan grup ve bölümlerin her birinin içeri­ğini, içlem ve kaplamını, rakam ölçülerine vurmak, aslında bizi sayısal so­nuçlara ulaştıramaz. Fakat yine de, nicesel yaklaşımın her zaman sağladığı açık seçiklikten burada bir dereceye kadar faydalanmak yoluna gitmekte yarar bulunduğu muhakkaktır. Bu itibarla, bulduğumuz bu 2/9 veya 2/5 oranı bizim için çok şey ifade etmek durumundadır.

Muazzam bir çeşitlilik ve genişlik gösteren kültürün tümünün böyle bir kesimi gerçekten çok ağırlıklı bir içerik demek olur. Konuyu bilimin kendisinden düşünümsel kültüre intikal ettirirsek, bu oran çok büyük ölçüde genişlik kazanır. Gerçekten, bu sınıflamanın birinci ana grubu olan devlet hayatı’nın, hukuk ve iktisat ile tarihi ve diğer bazı alanlarda sağlam bilgiye dayanan siyaset gibi alanları içermesi tabiîdir. Bunlar ise hemen hemen tümüyle düşünümsel kültür sahasına girer. Üçüncü ana grubu oluşturan iktisadî faaliyet, teknoloji ve endüstriyel uğraşılarla ulaştırma ve iletişim gibi alanlar da başatlı ölçülerde bilimle entellektüel veya düşünümsel kültür tabanı üzerine oturur. Böylece, Atatürk’ün bilime ve düşünümsel kültüre verdiği çok büyük önem, temeli ve kökeni itibariyle de olsa, yani özünü oluşturan kısmı bakımından, az önce bulmuş olduğu­muz oranlar yardımıyla da açık seçik bir şekilde ortaya çıkmakta, gözler önüne serilmektedir. Fakat yine de şunu önemle vurgulamak gerekir ki, az önce işaret edildiği üzere, söz konusu Atatürk sınıflamasında, birinci ve üçüncü ana grupların içerikleri de, kısmen dolaylı bir şekilde de olsa, düşünümsel kültür kapsamı içine girmek koşulunda bulunduğumuzdan, bu oran, aslında, 1/5’in kat kat üstüne çıkmak durumundadır.

Gerçekten, düşünümsel kültürün çekirdeği ve en özel kısmı açısından yukarıda bulduğumuz kesrin 1/5 olacağına % 5 ya da binde örneğin 7 ya da 9 da olacağını düşünmek veya tahmin etmek pek âlâ mümkün olabi­lirdi. Hattâ denilebilir ki, yaygın olarak mevcut zihniyet ve eğilimlere göre, bu oranın yukarıda bulduğumuz orandan çok daha küçük olması bekle­nebilirdi. Ayrıca, şu noktaya da önemle dikkatin çekilmesine değer ki, Atatürk’ün bu sınıflamasında bilimin ikinci ana grupta yer almakta olma­sına karşılık, teknoloji, tümüyle, bir başka ana grupta, üçüncü ana grupta, yer almaktadır. Böylece, Atatürk’ün genel kültürde takriben 1/5 oranı ile temsil ettiği söylenebilecek olan bilimin, sadece arı bilimi, saf bilimi oluşturduğu, kendi ifadesi ile “ilim ve fen”* olduğu görülmekte, anlaşılmakta­dır.

Millî kültürümüzün düşünümsel kültür kesiminde ve özellikle bu kesimin temelinde yer alan bilim kesiminde dinamizm tamamen ön planda olmak üzere düşünülmek durumundadır. Kültürde ve uygarlıkta böylelik­le ilerleme ve düzey farklılığı somutlaşmış olmakta ve sarih anlam kazan­mak yoluna girebilmektedir. Böylece de, Atatürk’ün, “Millî kültürümüzü muassır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız” dediği zaman, millî kültürümüzün özellikle bu kesimine atıf yapmakta olduğu görülmektedir. Daha doğrusu, bu noktayı Atatürk’ün bu kadar kuvvetle vurgulayabilmiş olmasının nedeni, millî kültürümüzde düşünümsel kültüre çok belirgin bir şekilde büyük ve önemli bir yer ayırmış olması durumu dikkate alınınca, kendiliğinden açıklık kazanmaktadır.

Bir de şuna dikkati çekelim ki, daha önce de işaret edildiği gibi, Atatürk ayrıca, uygarlık ile kültürü birbirlerine denk saymaktan başka, “bir çağın uygarlığı” dendiği zaman, “o çağın en yüksek uygarlığı”nın kast edilme­si gereğini de ifade etmiştir. Böylece, Atatürk’ün bu ünlü sözünde, ‘muasır medeniyet’ seviyesi, “çağın en yüksek düzeydeki uygarlığı’nın seviyesi” anlamı­nı taşımaktadır. Ayrıca, kültür kavramı, millî ya da ulusal olma vasfını ta­şımaya, medeniyet veya uygarlık kavramından daha elverişlidir. Oysa, öte yandan da, uygarlık veya medeniyet, teknoloji ve bilim gibi arsıulusal vasıfla-rı vurgulamaya, ne de olsa, kültür sözcüğünden daha, hattâ çok daha el­verişlidir. Bu itibarla, Atatürk, kültürü, ana çizgileriyle uygarlığa aşağı yukarı denk saymış olmasına rağmen, bu sözünün özel bağlamı içinde, “millî me­deniyet” yerine “millî kültür” tabirini yeğ tutmuş, fakat bunu, daha evren­sel bir mahiyete sahip olmaya elverişli olması dolayısiyle, “muasır kültür” se­viyesiyle değil de, “muasır medeniyet” seviyesiyle kıyaslamayı, çok haklı ve isabetli olarak, daha uygun saymıştır.

Zihinlerdeki biçimi ile kültürün özümlenmesi ve bütünleşmiş bilgi bi­rikimi mahiyetini taşıması tabiî olacağından, özellikle bu anlam ve şekliyle kültür, genellikle değer yargısı eşliğinde düşünülmek durumundadır. Böylece de kültürel etki, toplumda yol gösterici ve öğütleyici bir role tabiî olarak sahip olmaktadır.

Ayrıca, tabiî ki, bilgi birikimi sıfatıyla, kültürün, istisnaî olarak ve kıs­men, uzmanlık alanı bilgisinden oluşması da mümkündür. Kültür, bireyle­rin zihinlerindeki bilgi birikiminin tümü yerine, toplumun ayrı ayrı birey­lerinin münferiden temsil ettikleri kültür unsurlarının uzmanlaşmış şekille­rinin toplumdaki bütünlenmesi ve toplamı şeklinde düşünülünce, elbette ki kültür ögeleri ayrı ayrı ve uzmanlaşmış durumları ile ister istemez vur­gulanmış olmaktadır.

Fakat böyle de olsa, yine de aradaki paralelliğin kaybolmayacağı düşünülebilir. Çünkü yüksek kültür düzeyi ve zengin kültür yelpazesi her iki halde de birbirini desteklemek ve birbirini beslemek durumunda ola­caktır. Ayrıca, zihinlerdeki kültürün zengin ve tümel olarak vurgulanması halinde, toplumun ayrı ayrı bireylerindeki kültür tezahürlerinin toplamı­nın da zenginleşme eğilimi içinde bulunacağı farz ve kabul edebiliriz.

Günümüzün sadeleştirilmiş Türkçesinde, muasır sözcüğünü genellikle çağdaş sözcüğü ile karşılıyoruz. Fakat çağdaş sözcüğünü aynı zamanda modern anlamında da kullanmakta olduğumuzdan, Atatürk’ün söz konusu özlü sözünü “millî kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkara­cağız” şeklinde sadeleştirdiğimiz zaman, Atatürk’ün bu sözünün anlamını müphemleştirmiş oluyoruz. Başka bir ifade ile, terim niteliğine az çok sa­hip tek bir sözcüğe, çağdaş sözcüğüne, birden fazla anlamı yüklediğimiz zaman, yani bu sözcüğü hem modern ve hem de “aynı çağa mensup” anlamın­da kullandığımız zaman, dilimizi, bu noktada fakirleştirmek yoluyla, bu bağlamdaki ifade sarahatini dile getirmekte güçlük çekmek durumuna sokmuş oluyoruz. Atatürk’ün bu ünlü sözünü, böylece, günümüzde sadeleştirdiğimizde, “millî kültürümüzü günümüz ileri uygarlığı düzeyinin üstüne çıkaracağız” şeklinde bir ifade kullanmamız gerekir.

Biz, böylelikle, şimdi çağdaş sözcüğünü İngilizcedeki üç ayrı sözcüğe karşılık olarak kullanmakta oluyoruz. Bunlar modern, contemporary ve con-temporaneous sözcükleridir. Bu üç sözcükten son ikisinin, yani contemporary ve contemporaneous sözcüklerinin, anlamı ve kullanılış farkları İngilizcede de kesin ve sarih değildir.

Osmanlıcada modern karşılığı asrî, “aynı çağa ait” anlamındaki çağdaş karşılığı ise muasır‘dır. Bu iki sözcük karşılığı olarak dilimizde çağcıl ve çağdaş sözcükleri var. Türk Dil Kurumunun yakında yayınlamış olduğu Türkçe Sözlük’te çağcıl kelimesinin anlamı modern olarak verilmekte, çağdaş sözcüğünün karşılığı da daha fazla “aynı çağa ait”, “aynı çağa mensup” an­lamında olmak üzere uygulanmaktadır. Bu itibarla, bu sözcüğün etkisi ile çağdaş sözcüğünün modern anlamının yavaş yavaş dilimizde terk edilerek, bunun yerine çağcıl sözcüğünün ön plana geçeceği ümit edilebilir. Hiç şüphe yok ki, böyle bir gelişme çok yerinde ve isabetli olabilir.

Çağdaşlaşma sözcüğü modernleşme anlamında kullanılmaya daha elverişli olduğundan, bu çağdaşlaşma şekli çağdaş sözcüğünün modern karşılığı olan anlamını yaygınlaştırmışa benziyor. Oysa, -dış ve -daş soneklerinin sözcük üretmede yüklendikleri işlev gayet açık olarak mey­dandadır. Meslekdaş “meslek eş”, “ortak mesleğe sahip”, vatandaş “ortak va­tana sahip iki kişinin birbirlerine göre karşılıklı durumları”, kardeş veya ka­rındaş “aynı anneden doğma” anlamında iken, çağdaş’ın “aynı çağda bir­leşen” ya da “çağ açısından eş durumda olan iki kişinin birbirlerine göre karşılıklı durumları” yerine, “çağa uygun”, “çağa yaraşır”, “çağın gerisinde kalmamış” anlamına geleceğini düşünmek, diğer misallere hiç de uygun görünmüyor. Bu anlamıyla çağdaş sözcüğü kusurlu bir türetim, aksak bir iştikak olmuş oluyor. Konudaki türetim kuralı çok sarih olarak belirli iken, bunu görmemek ya da görememek, kavrayamamak, benimsenmesi ve kabullenmesi kolay olmayan bir hatayı içermek durumunu temsil edi­yor.

Vatandaş ve meslektaş sözcüklerinde olduğu gibi, doğru türetilmiş şekil ve anlamıyla çağdaş sözcüğünün de -leşmek veya –laşmak soneki ile pek bağdaşmaması gerekir. Nasıl ki, birbirleriyle vatandaş olmayan örneğin bir İngiliz ile İtalyan için vatandaşlaşmak, ya da meslektaş olmayan iki kişi için meslektaşlaşmak genellikle söz konusu olmazsa, çağdaşlaşmak da mantık açısından acayip ve yadırganması gereken bir söz olmuş olu­yor. Nitekim, iki kişi, örneğin Namık Kemal ile Yahya Kemal, birbirleriyle çağdaş olmayınca, bunlar çağdaşlaştırılamazlar.

Şimdiki kullanılış şeklinde çağdaşlaşmak sözcüğü ile, “bir kişinin ya da bir toplumun kendi çağına ayak uydurması” anlamı kast olunuyor. Ya­ni, burada anlam “çağdaş eş” yerine “çağla eş” yönüne kaymış oluyor. Bu şekliyle meslektaş sözcüğünün de “meslekle eş” olması gerekir. Öyle olun­ca da, meslektaşlaşmak “meslekleşmek”, yurttaşlaşmak da “yurtlaşmak”, “yurtla eşleşmek” anlamına gelmiş olurlar. Böylece de, örneğin, ülküdeşleşmek gibi bir kelimenin “bir kimsenin ülkü ile eşleşmesi” anlamına gelmesi icab eder, yani böyle acaip bir kavramı karşılaması akla gelir.

-Daş ve -deş sonekleri ile türeterek kullanageldiğimiz birtakım başka misallere de şöyle bir göz atalım. Bunlar, örneğin, adaş, arkadaş, sırdaş, soydaş, yoldaş, yurttaş, özdeş, türdeş, ve yöndeş sözcükleri olsun. Bunların hiçbi­rinin -leşmek ve -laşmak sonekleriyle kullanılmaya elverişli olmadığını görmekteyiz. Nitekim, adaşlaşmak, arkadaşlaşmak, sırdaşlaşmak, soydaşlaşmak, yoldaşlaşmak, yurttaşlaşmak, özdeşleşmek, türdeşleşmek ve yöndeşleşmek biçimlerinde türetilebilecek sözcüklerin istisna­sız olarak hepsi kesinlikle yadırganmak durumundadır. Bunun böyle ol­ması tamamen makul ve normaldir. Çünkü -daş ve -deş sonekleri, doğru türetiliş şekilleriyle, -leşmek ve -laşmak soneklerini ilâve olarak almaya, ka­bul etmeye elverişli değildirler, yani böyle bir uygulama bu türden sözcükler için mantıkla pek bağdaşmamak durumundadır.

Çağdaşlaşma‘nın, çağ dışı teriminden esinlenilerek kullanılmaya başla­mış olması akla geliyor. Ayrıca, Ziya Gökalp’in muasırlaşma sözcüğünü bir kitabının adında kullanmış olması, bu vesile ile dikkati çekiyor. Dolayısıyle, çağdaşlaşma sözcüğünün kısmen de, son zamanlardaki yaygınlaşmasının Ziya Gökalp’in bu kitabının adının etkisiyle açıklanabilirlik kazanmış olduğu düşünülebilir.

Çağdaş sözcüğünün modern sözcüğü karşılığı olarak son zamanlarda yer­leşmeye başlamış olmasında etki yapan bir eğilim de, Batılılaşma sözcüğünü kullanmaya karşı bir süredir bazı çevrelerde belirmiş olan bir isteksizlikten doğmuşa benziyor. Nitekim, bir zamandır çağdaşlaşma sözcüğünü Batılılaşma sözcüğü yerine kullanmaya başlayanlarla karşılaşıl­dığı görülmektedir. Çağdaş sözcüğünün, böylece biraz da çağdaşlaşma sözcüğünün, Batılılaşma sözcüğü yerine kullanılmasıyla paralel olarak yaygınlaşmaya başladığı izlenimi, belki de doğru ve isabetli bir gözlemi temsil etmekte olabilir.

Bizde Batılılaşma sözcüğüne bir anlamda karşı çıkılmış olmasının muhtemel olarak çeşitli sebepleri vardır. Bunlardan bir tanesi, modernliğin Batı’nın tekelinde olmayışı, olmaması gerektiği, düşüncesiyle temellenebilir. Bu temellenme de iki anlamda geçerli sayılmış olabilir. Biri, çağımızda durumun böyle olduğunun kabul edilmesi açısından, ikincisi ise, esasen tarih boyunca Doğu ile Batı arasında bu anlamda salt bir ayırımın yapıl­ması zihniyetine gösterilebilecek haklı bir tepki açısından olmak üzere.

Bunlardan birincisi, Rusya ve Japonya gibi birtakım modern toplum­ların Batı kapsamı dışında sayılmaları biçimindeki bazı bakımlardan biraz yüzeysel bir mülâhazaya, ikincisi ise çok daha köklü bir tarihsel vakıaya bağlanabilir. Şöyle ki, Batı ile Doğu ikiliği ve karşıtlığı, anlaşıldığına göre, tarihte Eskiçağ İran ve Yunan dünyaları siyasî hakimiyet mücadelelerine geri gitmektedir. Burada İran Doğu Dünyasını, Yunanlılar da Batıyı tem­sil etmiş, simgelemiştir.

Daha sonraları da bu gibi ikili ayırımlar süregelmiştir. Bunların için­de en önemlileri ve en yaygınca tanınanları Haçlı Seferleri ile ifadesini bu­lan Batı Avrupa-Türk-İslâm Dünyası ikiliği, ikincisi ise Osmanlı İmpara­torluğu ile Batı ve Merkezî Avrupa arasındaki ikilik ve kutuplaşma olayı­dır. Haçlı Seferleri bir yandan doğu Akdeniz bölgesinde sürdürülürken, bunun yarattığı sıkı kültürel temas yanında, bir de İspanya ve Sicilya’da yoğun ve sistemli çeviri faaliyetlerine dayanan bir ikinci kültürel temas süreci vuku bulmakta idi. Bu kültürel temasın ürünü Batı Avrupa’da Ka­ranlık çağın sona ermesi oldu. Bu seviyeli bilimsel ve düşünümsel temas hareketine Onikinci Yüzyıl Rönesansı adı da verilmektedir. Böylelikle, bu entellektüel kalkınma süreci bir Doğululaşma hareketi idi. Osmanlı-Batı ve Merkezî Avrupa sürtüşmeleri ise, Batının üstünlüğü karşısında bizim özellikle askerlik ve teknoloji ile bilim alanlarında Batı ile aramızdaki mesa­feyi kapatmaya ve onlardan yararlanmaya karar vermemiz sonucunu do­ğurmuştur.

Rusya ile Japonya da farklı zamanlarda Batı Avrupa’yı kendilerine örnek almışlar, her ikisi de bize kıyasla daha enerjik davranabilmişler ve bizden daha başarılı olmuşlardır. Böylece bizim Batılılaşma hareketimiz uygarlık ve kültür gelişmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Gerçek­ten, bu diğer iki Batılılaşma örneğinde olduğu gibi, bizim Batılılaşma ha­reketimizde de ağırlık odaklan bilim, teknoloji ve düşünümsel kültür alan­larında oluşmuştur. Bu özellik ise evrensel tarihte önemli aşamalar yaratıl­masına yol açmış olan kültürel temas çağlarının hepsinde de oldukça be­lirgin olarak göze çarpmaktadır. Yunanlıların eski çağda Mısır ve Mezopo­tamya’dan etki alışları büyük ölçüde böyle olduğu gibi, İslâm Dünyasının Yunan düşünümünden yararlanması da böyle olmuştur. Yine, Onikinci Asır Rönesansı ile bizim ve Japonların Batılılaşma hareketleri de büyük ölçüde bu tipten örnekleri oluşturmaktadır.

Başka bir ifade ile, bu gibi kültür temaslarında ağırlık noktası düşünümsel kültürdedir, entellektüel kültürdedir. Düşünümsel kültür ala­nı ise, çeşitli uluslar arasında özsel olarak büyük farklılıklar göstermez. Bu itibarla bu türden kültürel temaslar, özünde, toplulukların kendi kültürle­rinden temel sorunlarda kopmaları, kendi kültürlerinin temel unsurlarına yabancılaşmaları sonucunu doğurmaz; bu gibi kültür temaslarında şuursuz taklitçilik, ister istemez, geri planlarda kalır, hiç değilse entellektüel kültür temaslarında taklitçiliğin geri planda bulunması tabiîdir.

Bütün bunlardan çıkarabileceğimiz sonuç şudur ki, bizim Batılılaşma hareketimiz de büyük tarihî önemdeki bir olayı oluşturur. Çok yönlü ve çok kompleks olan bu olay, planlı, bilinçli ve toplumumuz için çok yararlı olmuştur. Son iki asrın çok değerli birçok fikir ve sanat adamlarımızın ki­şiliklerinin oluşmasında ve dehalarının şekil almasında Batılılaşmamızın damgasını ve kuvvetli etkilerini açıkça görmek mümkündür. Bundan dola­yı da Batılılaşma yerine, çağdaşlaşma gibi yanlış türetilmiş olup üstelik çift anlamlı bir sözcüğün gölgesine sığınmanın, hiç de isabetli bir gerekçe­ye dayanmadığını söyleyebiliriz.

Günümüzde Batılılaşma tamamen yaygınlaşmış bir akımdır. Dünya­nın aşağı yukarı bütün milletleri, bunu, ister itiraf etsinler ister itiraf etme­sinler, bir Batılılaşma süreci içindedirler. Böyle bir Batılılaşma programını dizgeli bir şekilde benimseyip uygulamaya koyan ve deneyen ilk İslâm Camiası elemanı Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Bu, her halde, küçümsenecek ya da yadırganacak bir şey değildir. Bizim böyle bir uzak görüşlülüğümüzün tarihimizde bir dönüm noktası oluşturmuş olması bi­zim için kıvanç verici bir husustur.

Böyle bir yargının haklı ve isabetli olduğunu, evrensel tarihten alacağı­mız derslere dayanarak, iddia edebiliriz. Çünkü, az önce işaret edildiği üzere, tarih boyunca bu türden etkilenmeler yoluyla birçok toplulukların kendilerine büyük gelişme çığırları açtıkları sarahatle görülmektedir. Genel olarak, birbirlerine az çok yabancı toplulukların birbirlerinden etkilenme­lerinin, seviyesiz ve bilinçsiz bir şekilde taklitçiliğe gidilmediği sürece, çok olumlu ve yararlı olabileceği muhakkaktır. Öte yandan, böyle bir etkilen­meyi kendi benliğinden fedakârlık etme ve kendine yabancılaşma şeklinde yorumlamak, kısmen ve bazı açılardan, yüzeysel ve sakıncalı bir düşünce örneği sayılmak durumunda da olabilir.

Genel kültürün çok önemli ve geniş bir kesimi entellektüel veya düşünümsel kültür kesimidir. Bu nokta üzerinde oldukça ayrıntılı bir bi­çimde durmuş bulunuyoruz. Ayrıca, bu kesim kültür alanındaki gelişme­lerin, uygarlık gelişimindeki tırmanışların, temelinde yer alır ve onların devindirici gücü olarak işlev yapar. Bu kültür kesimi ise büyük ölçüde ev­renseldir. Çünkü düşünümsel kültür, bilime ve bilimsel olmaya yaklaşan güvenilir, sağlam bilgiye dayanabilmek durumundadır. Böyle bir temele oturabildiği oranda da evrensellik ve arsıulusallık vasıflarına sahiptir. Bili­min kendisi ise uluslar arasında ortaktır; dil ve milliyet sınırlarını aşar.

Böyle olunca da, bir yabancı kültürün düşünümsel kültür kesiminden bilinçli bir biçimde yararlanmak, gayet tabiî ki, kendi öz kültürüne, millî kültürüne yabancılaşmak demek olmaz. Nitekim, cihan tarihinin çok önemli bazı çağları, bilindiği üzere, geniş birtakım toplulukların bu şekil­deki kültür temaslarına açılmaları, maruz kalmaları, sonucu ortaya çıkmış­tır.

Tarihin bize gösterdiğine ve tanıklık ettiğine göre, birbirleriyle yaptık­ları temaslar sonucunda, çeşitli toplumlar özellikle bilim ve teknoloji kap­samı içine giren alanlarda birbirlerinden en büyük kolaylıkla etki almış bulunuyorlar. Esasen, böyle bir durumun hiç de şaşırtıcı olmaması gere­kir. Çünkü arı bilim ve teknoloji gibi faaliyet alanlarında, insanların birbir­lerinden farklı düşünme durumuna girmeleri özsel olarak ve temelcek sözkonusu değildir.

Nitekim, dünya tefekkür tarihinde büyük aşamalar oluşturmuş olan gerek Doğululaşma ve gerekse Batılılaşma tipindeki kültürel temas örneklerine bakılınca, bizim onsekizinci asrın son çeyreğinde başlayan Batılılaşma hareketlerimizin de bunların bir nevi tekrarından ibaret olduğu ve böyle bir hareketin özcek Batı ile kesin bir ilişkisi olmadığı görülür. Yani bizim bu Batılılaşma hareketimiz de Doğu ile bağdaşamayacak ve tamamen Batı’ya özgü bir kültürü benimsemeye zorlanmamız biçiminde yorumlanmamalıdır. Çünkü bizim bu Batılılaşma hareketimiz de özellikle düşünümsel kültür kesimini içine alan bir kültür dönüşmesi örneğidir.

Bizim Batılılaşmamız da tarihte karşılaşılan diğer kalburüstü kültür temasları misallerinde olduğu gibi, sadece bir toplumun kendisi için seçti­ği hazır bir örnekten yararlanma gayreti süreci içine girmesi demektir. Uygarlık ve kültür gelişmeleri, aslında ve hiç değilse kuramsal ve ideal olarak, bütün insanlığın ortak çabasının ürünü, bir tür bileşkesidir ve bu gelişme sürecindeki münferit tırmanmaların her birini her toplumun di­ğerlerinden bağımsız olarak gerekleştirmesi şartı yoktur.

Bir toplumun gösterdiği başarının diğer toplumlarca benimsenmesi yoluyla da insanlığın ortak uygarlık ve kültür geliştirme çabası zengin meyvelerini verebilir ve bu süreç tarih boyunca da böyle olagelmiştir. Ger­çekten, bir toplum belli türden kültür ve uygarlık gelişmelerini kendi başı­na edimselleştirecek yerde, daha kolay yoldan giderek diğer toplumların aldığı parlak sonuçları benimseyebilir, kendi gereksinmelerine uyarlayabi­lir. Yani, kendisi kendi bağımsız ve özgün gayretini harcama yerine, beğe­nerek seçtiği hazır bir örnekten yararlanma yolunu seçebilir ve bu yoldan uygarlık tırmanış hareketlerine katılabilir. İşte böyle bir süreç içine girme davranışı tarihte bazen Doğululaşma ve bazen de Batılılaşma hareketi şek­linde kendini göstermiştir.

Doğu-Batı ayırımı duygusal ve biraz da bencil bir Batı zihniyetinin ürünüdür. Bu konuya ilişkin olarak İngilizcede yaygınca bilinen bir söz, “East is East and West is West, and the twain shall never meet” şeklindedir. Yani, “Doğu Doğu’dur, Batı Batı’dır, ve bu iki dünya hiçbir zaman birbir­leriyle uyum içine giremezler.” Yine ünlü ve Batı’da yaygınca bilinen La­tince bir deyiş de “Ex Oriente lux, ex Occidente lex” sözüdür. Yani “Doğu’dan ışık ve Batı’dan yasa (düşüncesi biraraya gelmiş ve bu birleşme­den Batı uygarlığı doğmuştur).” İlk bakışta bu iki söz birbirleriyle bağdaş­maz gibi görünse de durum böyle değildir. Çünkü Doğu’dan gelen ışık ile burada Hristiyanlığa bir atıf yapılmaktadır. Böylelikle, Hristiyanlık ışığı Batı uygarlığının ayrılmaz bir parçası olarak düşünülünce, Doğu ile Batı arasındaki bağdaşmazlık fikri sağlam bir şekilde yerinde kalmakta, bun­dan herhangi bir şekilde fedakârlık edilmemiş olmaktadır.

Bu özlü söze göre, böylece, Batı kültürünü oluşturan iki önemli tinsel ögeden biri Hristiyanlık ışığı, diğeri de Roma uygarlığından tevarüs edilen hukuk kavramıdır. Oysa, hukukun toplum düzenini sağlamaktaki önemli yeri düşüncesinin Roma İmparatorluğundan önce Hammurabi Kanunname­sine geri gittiği, onun da temelinin Sumerlilerdeki hukuk devleti anlayışına dayandığı vurgulanabilir. Sonra, Batı Avrupa uygarlığında sanat anlayışı­nın Yunanlılara çok şey borçlu olduğu gibi, bilim zihniyeti ile bilimsel ça­lışma geleneğinin de Yunan uygarlığına ve o uygarlık aracılığı ile yine özellikle Sumerlilere geri gittiği bugün oldukça sarih bir şekilde gün ışığı­na çıkmış durumdadır.

Demek ki söz konusu ettiğimiz Batı menşeli bu her iki özlü söz de bi­raz yüzeysel olmaktan başka, Batı’nın şimdi belki biraz da eskimiş bencil bir duygusunu ve kendileri dışındaki kavimleri küçümseme eğilimini dile getirmekte oluyor. Ancak, şunu da kabul etmek gerekir ki, aşağı yukarı onaltıncı asırdan itibaren Batı milletleri dünyanın diğer bölgelerine kıyasla uygarlıkta bir üstünlük sağlamayı gitgide daha bariz bir şekilde başarmış ve bu üstünlük çok yerde yakın zamanlara kadar devam etmiştir.

Ancak, evrensel tarihi tümüyle dikkate alınca, bu küçümseme eğilimi­nin sağlam temelden yoksun ve tarihsel gerçeğe aykırı olduğu görülür. Onikinci Asır Rönesansı, Batı’ya kuvvetli bir Doğu kültürü aşısı olduğu gi­bi, Ortaçağ İslâm Dünyası uygarlığının kurulması ve oluşturulmasında ge­rek Doğu ve gerekse Batı kökenli etkilerin kuvvetli payları olduğuna tanıklık edilmektedir. Gerçekten, Yunancadan Arapçaya bilim ile felsefe ve tıp kitaplarından yapılan çevirilerin Ortaçağ Türk-İslâm Dünyası uygarlık ve kültürünün oluşup gelişmesinde büyük rolü olduğu gibi, bu olayda Süryânice ile Hintçe ve Pehleviceden yapılan tercümelerin de önemli pay­ları olduğu bilinmektedir. Bunları ise herhalde Doğu olarak vasıflandır­mak veya adlandırmak icab eder. Ekleyin, erken Ortaçağ İslâm Dünyası uygarlık ve kültürünün oluşup şekillendirilmesinde, Orta Asya ve Çin kökenli kültürel temasların da yer yer etkili olduğu anlaşılmaktadır ki, bu­nu da, hiç şüphesiz, Doğu kökenli etki olarak düşünmek zorundayız. Ayrıca, bu Uzak Doğu veya Çin kökenli etkilerin İslâm Dünyasına çok er­ken tarihlerden başlayarak Türkler aracılığı ile geçtiğini gösteren ipuçlarının mevcut olduğu söylenebilir.

Demek oluyor ki, Türk-İslâm Dünyası müntesibi olarak, biz kendimi­zi, İslâm Camiasına daha ilk katıldığımız çağlardan başlayarak, çeşitli yönlerden gelen Doğu ve gerekse Batı etkilerine maruz kalmış bir ka­vim hüviyeti ile görmek durumundayız. Ayrıca, modern Batı uygarlık ve kültürünün oluşup gelişmesinde de, biz, genellikle İslâm Dünyası uygarlık ve kültürü aracılığı ile etkili olmuş bulunuyoruz.

Böylece, sarahatle görüldüğü üzere, ondokuzuncu yüzyıl Batılılaşma hareketimiz tarihimizin akışı içinde istisnaî bir yere sahip olarak düşünülmemelidir. Tersine, gerek sekizinci ve dokuzuncu asırlarda ve gerekse onsekizinci asırda başlattığımız ve hâlâ sürmekte olan dış etkilere açılma devreleri kültürümüzün çok önemli gelişme çağlarını oluşturmaktadır. Gerçekten bu devirlerin her ikisi de tarihimizde doruklaşma noktalarını simgelemek konumundadırlar.

Osmanlı İmparatorluğundaki Batılılaşma hareketi için bir başlangıç tarihi arandığında, en uygun düşen tarih, Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâ­yûn adlı Avrupa tipi askerî mühendislik okulunun açılış tarihi olan 1774 senesi oluyor. Çünkü bu hem silahlı kuvvetlerimizde ve hem de yüksek öğretim alanında çaplı birtakım reform çığırlarının açılışını ve bu reformların resmen yürürlüğe girişini simgelemektedir. Bundan az sonra endüstride ve kırk kadar yıl sonra, Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu ile, siyasî hayatta reform hareketleriyle karşılaşılıyor.

Böylece, 1774 yılı çok önemli bazı temel sorunlara yönelişimizde bir yenilik başlangıcını oluşturmak durumunda bulunuyor. Bu reform te­şebbüsleri ise, bazı inkıtalara rağmen, giderek güç kazanan bir süreç ha­linde, çeşitli yönleriyle, Batılılaşma hareketimizi meydana getiriyorlar. Bütün bunların sonucu olarak da, bir taraftan çeşitli ölçülerde gelenekler­den kopmalar meydana gelirken, bir taraftan da bu gelişmeleri gelenekler­le bağdaştırma problemleri ve çabalarıyla karşılaşılıyor.

Bu hareketlerde gelişme ve yenileşme kaçınılmaz bir zaruret olarak kararlaştırılmış olmakla beraber, bu gelişme ve yenilikleri geleneklerle bağ­daştırma gayretleri de şüphesiz ki büyük önem taşımakta idi. Aradaki sı­nırı nerede çizmek uygun olacaktı?

Genel olarak, Cumhuriyet’in kuruluşuna öncülük eden Kurtuluş Sa­vaşımıza kadar olan süre içinde, geleneklerle yenilikleri birbirleriyle bağ­daştırarak bir sentez kurma gayretinin egemen olmaya çalıştığı söylenebi­lir. Cumhuriyet devrinin başlaması ile birlikte ise, bir yandan demokrasi ve laiklik, bir taraftan da düşünce özgürlüğü ile akılcılık kesin bir başarıya ulaştı. Batı uygarlığını benimseme, bazı geleneklerden büyük ölçüde kop­mayı gerektiriyordu ve bu sorunun kilit noktasında, en can alıcı noktasında, entellektüel kültürün önemli bir yer işgal ettiği ve bu sorunun gerekçesinin temelinde bulunduğu da bir gerçek olarak ortaya çıkmakta idi. Bu suretle de Batılılaşma hareketimiz berrak ve bilinçli bir temel üzerine oturtularak doruk noktasına ulaşmış oluyordu.

Bizim Batılılaşmaya çok şey borçlu olduğumuzdan şüphe yoktur. Batılılaşmaya sırt çevirilse ve ona iltifat edilmeyerek gelişmesi engellenseydi, Türk ulusunun toparlanıp kendi mukadderatına hakim olmakta devam et­mesi çok zor olurdu. Fakat Batılılaşmamızın süreklilik kazanmasına rağ­men, kendi hüviyetimizi eritmemeye özen gösterme duygumuz, öz benliği­mizi kaybetme sorunumuzun yarattığı kaygılar ve konuya ilişkin düşünce kompleksi içinde altının çizilmesi gereken bir husus olarak dikkatleri üze­rine çekmekten geri kalmamakta devam etmiştir.

İşte bu düşünce havası içinde Doğu ve Batı uygarlıkları arasında bir tercih kurmak yerine “çağın gerisinde kalmamak” gibi bir mülâhaza­nın meselenin asıl can alıcı özünü simgelediği sonucu benimsenmeye baş­lamış, ağırlık kazanma yoluna girmiştir. Anlaşıldığına göre, çağdaşlaşma terimi böyle bir zihniyetin, böyle bir düşüncenin de ürünü ya da yan ürünüdür.

Her toplum, kendini, bir yandan birtakım geleneklerin simgelediği öz benliğini kaybetmeme düşüncesi ile, öte yandan da kendini mütemadi­yen yenileme dinamik süreci içinde bulunabilen uygarlığın yeni gelişmele­rinin gerisinde kalmama zorunluluğu ile karşı karşıya bulur. Bunların ikisi de söz götürmez gerçekleri temsil ederler. Her ikisi de büyük önem ve ağırlık taşır. Birbirlerine karşıt gibi görünen bu iki temel sorunu birbirle­riyle bağdaştırma meselesinin en iyi çözüm formülünü, en kesin, makul ve açık şekliyle Atatürk’te bulabildiğimize burada önemle dikkati çekmek ye­rinde olur. Bu ise, Atatürk’teki en geniş ifade tarzıyla, bilimi kendimize kılavuz edinmemizle, bilim meşalesiyle ışıklanan bir yolda yürümeyi şiar edinmemizle mümkündür.

Millî kültürümüzün öz benliğimizi kendine özel çizgileriyle simgeleyen ana kesimleriyle, çeşitli uluslar arasında farklılık göstermeleri ön planda ol­mak üzere fazla ağırlık taşımayan unsurlarının birbirlerine göre nisbî önemleri hakkında bir fikir edinmenin ilgi çekici olacağı tabiîdir. Bu göre­li önemleri kıyaslayarak belirlemek, haliyle, kısmen olsun, niceliksel bir mahiyet taşımak durumundadır. Bunun için de millî kültürümüzün düşünümsel kültür kesimleri ile düşünümsel kültür dışında kalan kesimle­rinin kıyaslanması suretiyle bir fikir sahibi olmak yoluna gidilebilir. Bunu ise takribî bir şekilde daha önceki sayfalarda yapmış bulunuyoruz.

Atatürk’ün uygarlıkta ve kültürde gelişkenlik vasfına verdiği önemi birçok vesilelerle dile getirdiğini görüyoruz. Bunlara misal olmak üzere, 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da yaptığı konuşmada, örneğin şu sözleri ha­tırlamak yerinde olur:

“Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi, bütün cihanda tam manâsıyla medenî bir hey’et-i içtimâiyye (topluluk) olmaktır. Bilirsiniz ki dünyada her kavmin mevcudiyeti, hakk-ı hürriyet ve istiklâli, mâlik ol­duğu ve yapacağı medenî eserlerle mütenasiptir. Medenî eser vücuda ge­tirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklâllerinden tecrid olunmaya mahkûmdurlar. Tarih-i beşeriyyet baştan başa bu dediği­mi teyid etmektedir. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak şart-ı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf edenler veya bu yol üzerinde ileriye değil de geriye bakmak cehil ve gafletinde bulunanlar, medeniyet-i umûmiyenin hurûşân seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.

“Efendiler! Medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde vâbestedir. İç­timaî hayatta, iktisadî hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakki yolu budur. Hayat ve maişete hakim olan ah­kâmın zaman ile tagayyürü, tekâmül ve teceddüdü zarurîdir. Medeniyetin ihtiraları, fennin harikaları, cihanı tahavvülden tahavvüle duçar ettiği bir devirde asırlık köhne zihniyetlerle, mâzîperestlikle muhafaza-i mevcudiyet mümkün değildir. …

“Efendiler! Milletimiz burada tesbit ettiğimiz büyük zaferden daha mühim bir vazife peşindedir. O zaferin idraki milletimizin iktisat sahasındaki muvaffakiyetleriyle mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, iktisaden zaif bir bünye fakr ü sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir medeniyete, refah ve saa­dete kavuşamaz; içtimaî ve siyasî felâketlerden yakasını kurtaramaz. Mem­leketin idaresindeki muvaffakiyet de iktisadiyyâtındaki müktesebât derece­si ile mûtenasib olur. Hiç bir medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanma­sından evvel iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklâl müdafaası için vücudu lâzım olan bütün kuvvetler ve vasıtalar iktisadiyyâtın inbisât ve inkişâfı ile mükemmel olabilir.”

Kesinlikle görüldüğü üzere, Atatürk uygarlıkla kültürün arı bilim ta­banı üzerine oturan kesimine, yani düşünümsel kültüre, entellektüel kültüre oturan kesimine, büyük önem atf etmektedir. Bu ise, geniş çapta, millî kültürün çeşitli uluslar arasında ortak olan yönüdür. Milletlerin maddî güçlerini büyük ölçüde oluşturan teknoloji bu taban üzerine otur­makta, bu bereketli ve gür kaynak tarafından beslenip genişletilmekte, hattâ dönüşmelere uğratılmaktadır.

Bu itibarla, millî kültürün düşünümsel kültür kesiminde Atatürk’ün arı bilime seçkin bir yer tanımış olması çok doğaldır. Atatürk’ün insan için en gerçek yol gösterici olarak bilimi tanıması, bilim dışında mürşit aramanın gafleti, bilgisizliği ve doğru yoldan sapmayı temsil ettiğini söyle­mesi de buna apaçık bir şekilde tanıklık etmektedir. Atatürk’ün, arı bilimi bazen yapıldığı gibi çok dar sınırlar içine haps edercesine kısıtlı tutmadığı­na, arı bilimin sınırlarını, gerek bilim dallarının çeşitliliği ve gerekse her bilim dalında işgal ettiği alanın genişliği açısından bir hayli cömert davran­ma düşüncesinde göründüğüne bu vesile ile değinmek faydalı olur.

1 Kasım 1932’deki bir konuşmasında Atatürk şöyle diyor:

 “Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini Türk Cumhuriyeti’nin temel di­leği olarak temin edeceğiz.”

Bu sözünden anlaşılacağı üzere, Atatürk, millî kültürün her yönü ile gelişmeye açık olması gerektiği inancındadır. Atatürk’ün ifadesi millî kültürün tümünü kapsamı içine aldığına göre, millî kültürümüzün teme­linde bulunan kendimize özgü vasıflarımız ve hasletlerimizin de buna bir istisna teşkil etmemesi icab eder. Gerçekten, bunun böyle olduğunu söyleyebiliriz.

Atatürk millî kültürümüzün ayırıcı ve karakteristik temel vasıfları münasebetiyle, millî his, millî vicdan, millî şuur, evsâf-i fıtriyyemiz ve milletimizin dehâsı gibi tabirler kullanıyor. Bunlara misal olarak, Atatürk, ger­çekçilik, cesaret, dürüstlük, ağırbaşlılık, iyi ahlâklılık, cömertlik, konukse­verlik, yüksek zekâ, insana sevgi ve saygı, çalışkanlık, pratik tecrübe ve bil­gi birikimine önem verme, güzel sanatlar sevgisi ve özgür düşünce alış­kanlığı gibi hasletlerimizi, kendi ifadesiyle, bu gibi “faziletlerimizi” göster­mektedir. Millî kültürümüzün temel dayanağını oluşturan bu gibi vasıflar için de, Atatürk’ün, az önce işaret edildiği üzere, gelişkenlik ve dinamiklik özelliğini geçerli saydığını görüyoruz.

Örneğin, 1930 yılında, Sadri Maksudi Arsal’ın kitabına geçtiği kayıtta, “Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında başlıca müessirdir” demektedir. Aynı suretle, kendisi, “Milletimizin inkişaf-ı dehâsı ve bu sa­yede lâyık olduğu mertebe-i medeniyyete irtikası” (Milletimizin dehasının gelişmesi ve bu sayede lâyık olduğu uygarlık düzeyine yükselmesi) ve “dehâ-i millîmizin inkişaf-i tammı” gibi ifadeleri oldukça sık kullanmıştır.

Yine, Atatürk, aynı şeyi millî kültürümüzün ögeleri için de söylemek­ten geri kalmamıştır. Örneğin, dilimiz için, “Türk dili dillerin en zenginle­rindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin” demiştir. “Hakiki musikimizi Anadolu halkından işitebiliriz” diyen Atatürk, bu musikinin geliştirilmesi konusu üzerinde durmuş, “Münevver ve dindar olan halkımız ilerlemenin vasıtalarından biri olan heykeltraşlığı geliştirerek benimseyecektir” şeklinde de konuşmuştur.

Millî kültürümüz, Türk insanının Türk zihnini süsleyen bilgi ve kültür dağarcığı şeklinde düşünülünce ve yine Türk insanının temel özelliklerin­den biri bilime bağlılık gösterme ve değer verme vasfı olunca, bilimin ken­disi de, düşünümsel kültürle birlikte, millî kültürümüzün en önemli öğe­lerinden biri olarak düşünülmek durumunda bulunur. Nitekim, Atatürk, kültürü üç ana grup olarak tanımladığında, fikir hayatı başlığı altında söz konusu ettiği ikinci bölümde, gerek fen bilimlerini ve gerekse beşerî bi­limleri ayrı ayrı zikr etmektedir.

Ayrıca, teknolojinin, ön planda olmak üzere temelinde bulunan gerek matematikle sağın bilimleri ve gerekse tabiî ve beşerî bilimleri müfredat programlarının en önemli kısımları olarak çocuklarımıza kazandıran Millî Eğitim Bakanlığı’na Atatürk zamanında Kültür Bakanlığı adı verilmiş, Atatürk, insan için en gerçek yol gösterici olarak bilimin önemini sarih bir şekilde vurgulamış, 1933 yılı Cumhuriyet Bayramı konuşmasında, Türk milletinin gelişme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale­nin bilim olduğunu söylemiştir.

27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenlere hitab ederken de Atatürk şöyle konuşmuştur:

“…Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen ne­rede ise oradan alacağız ve her ferd-i milletin kafasına koyacağız.” Atatürk’ün bu sözü, kendisinin bilimsel kültürü milletin mümkün oldu­ğunca büyük sayıdaki fertlerinin, bireylerinin, paylaşması gerektiği düşüncesinde olduğunu göstermektedir.

Atatürk aynı konuşmasında şu sözlere yer vermiştir:

“İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur. … Hiç bir delîl-i mantıkîye istinat etmeyen birtakım an’anelerin, akîdelerin muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur; belki de hiç olmaz. Terakkide kuyûd ve şurûtu aşamayan mil­letler, hayatı makul ve amelî müşahede edemezler. Hayat felsefesini vâsi gören milletlerin taht-i hâkimiyet ve esaretine girmeye mahkûmdurlar. …”

Bu misaller, aynı zamanda, Atatürk’ün, düşünümsel kültürün de, Türk milletini oluşturan bireylerin olanakların el verdiği ölçüde büyük bir sayısında, mümkün olduğunca yüksek düzeylerde yer etmesini, benimsen­me durumunda bulunmasını, hiç değilse bir ideal olarak arzuladığını gösterir. Bu böyle olunca, hiç şüphesiz ki Atatürk, gerek arı bilimsel kültürün ve gerekse düşünümsel kültürün, gerçek anlamı ve en yüksek düzeyi ile, Türk münevver insanında, Türk milletinin aydın zümresinin zihninde yer etmiş bulunmasının önemini duymakta idi; aydın zümremiz için akılcılık ve bilime ve bilimsel zihniyete içtenlikle ve açık seçik bir bi­çimde bilinçli olarak bağlı olması şartlarının muhakkak surette gerçekleş­mesi gerektiğine şüphe götürmez bir şekilde inanmakta idi; bilim dışında hakiki mürşit aramanın, cahilliğin, gafletin ve doğru yoldan ayrılmanın yanılmaz bir göstergesini oluşturduğu gerçeğini tam anlamıyla kavramaları­nın, Türk milletinin tam ışıklı bir geleceğini güvence altına almanın vazge­çilmez şartı olduğu kesin inancını taşımakta idi.

Ayrıca, Atatürk’ün son alıntılanan bu sözlerinin de bize sarih olarak hatırlattığı üzere, Atatürk’ün kültür anlayışında, millî kültürümüzde bilim ile entellektüel kültüre önemli bir yer tanıması yanında, kendisi bu görüş ile tamamen uyumlu olarak, kültürün dinamik olması ve her zaman için gelişmeye açık bulunması gerektiğine de kuvvetle inanmaktaydı.Onun bu görüşünün makul ve isabetli olduğunu, burada genel mülâhazalar ışığında göstermeye çalışalım.

Şöyle ki, uygarlık ve kültür, bütün canlılar arasında sadece insana has bir özelliktir. İnsan bir uygarlık kurmayı, temelde, gelenek kurma yetene­ğine borçludur. Çünkü, uygarlık kurma sürecinde çok önemli bir adım, sahip olduğu biyolojik özellikler dışında, insanın kazandığı birtakım yarar­lı alışkanlıkları kuşaktan kuşağa intikal ettirerek süreklileştirmesi adımıdır. Ancak, gelenek kurma yoluyla sağlanan bu süreklileştirme, herhangi bir aşamada dondurulup bırakılırsa, o zaman uygarlık kurma olayı da orta­dan kalkar. Gelenek kurma yeteneği, bu takdirde, uygarlık kurma yaratıcı faaliyetinin devamını önlemek durumuna girer.

Uygarlık kurma hasletinin bütün canlılar arasında sadece insana özgü belgisel bir vasıf, ayırıcı bir vasıf, olduğuna ve bunun, temelde, insanın gelenek kurma yeteneğine dayandığına az önce işaret edildi. Çünkü in­san, biyolojik özellikleri gereği sahip bulunduğu vasıflar dışında birtakım alışkanlıklar kazanır ve bu alışkanlıkları, birtakım kuşaklar boyunca intikal ettirmek suretiyle, özel eğitim yoluyla kazanması mümkündür. Fakat hay­vanlarda bu gibi alışkanlıklar insan müdahalesi olmaksızın pekiştirilip süreklileştirilmez.

Böylece, biyolojik vasıflar gereği olmayan bu gibi ek alışkanlıklar hay­vanlarda, kendilerinden kuşaktan kuşağa geçmediklerinden, her kuşakla birlikte kaybolup giderler. Ancak, insanların her kuşakta yeniden sağlaya­cakları özel eğitim sayesinde ve insanın hazırladığı özel ortamlarda bazı hayvanlarda bu gibi alışkanlıklar süreklileştirilebilmektedir.

İnsanların zıddına, hayvanlar, kendi kendilerine yaptıkları bütün şey­leri içgüdü yoluyla, insiyaki olarak yaparlar. Sahip oldukları vasıflar onlar­da biyolojik kalıtım yoluyla nesilden nesile geçer. Onlarda, insandaki uy­garlık kurma faaliyeti türünden kazanılıp, kendileri tarafından sürdürülen ek alışkanlıklar mevcut değildir. Alışkanlıkları hep soyaçekim kökenlidir, kalıtsaldır. İnsanın sahip olduğu gibi, biyolojik kalıtımla bir kuşaktan bir sonraki kuşağa geçebilmesi için, o vasfın, onda biyolojik bir vasıf olarak ortaya çık­mış olması gerekir; biyolojik etmenler aracılığı ile belirmiş olması icab eder.

Bir an için hayal gücümüzü zorlamak suretiyle, insanın insan olarak kalmasına rağmen, tür değiştirdiğini tasavvur edelim ve bunu dile getirecek bir iki misali gözlerimizin önünde canlandırmaya çalışalım. Örneğin, eğer herhangi bir mutasyon yoluyla insanın bir kolu çekiç görevini üzerine ala­cak duruma gelirse, ya da bir parmağı testereye yahut da törpüye dönüşürse, o zaman bu vasıflar böyle insanlarda kuşaktan kuşağa genler aracılığı ile geçer ve otomatik bir biçimde insan vasıfları arasında yeralır, yerleşir. Böylece de, bu gibi vasıfların ve bunların doğal sonucu olan alış­kanlıkların bireylerde yerleşmesi için eğitimin herhangi bir rol oynamasına ihtiyaç bulunmaz.

İşte, hayvanların üyesi bulunduğu ve doğal olarak onlarda kuşaktan kuşağa geçen alışkanlıkların tümü bu türden alışkanlıklardır. Oysa uygar­lık kurmaya ilişkin değişme süreçlerini oluşturan adımlar, hep eğitim saye­sinde, en geniş anlamı ile ve en genel kapsamı ile eğitim sayesinde, süreklileşmek durumundadırlar. Örneğin, hayvanların aksine, insan, kendi yaptığı çekiç, törpü ve testere gibi aletler aracılığı ile demircilik ve maran­gozluk türünden işlerde eğitim yoluyla meleke ve alışkanlık kazanır ve kurduğu uygarlık sistemi içinde bu gibi mesleklerin süreklileşmesini sağ­lar, hattâ, gelişerek süreklileşmesini âdeta bir tür güvence altına alır.

Bu en geniş anlamı ile eğitim olmasa, insanın sahip olduğu uygarlık vasıflarının hiçbiri nesilden nesile intikal ederek sürüp gitmez. Bir insan yavrusu ıssız bir adada uygarlık ortamından uzak kalsa, onda kendiliğin­den ateş yakma, okuyup yazma, hesap yapma gibi uygarlık ve kültür öge­lerinden hiçbiri belirmez. Arka arkaya birkaç kuşağı içine alacak bir süre boyunca okullarımız, fabrikalarımız kapansa, taşıt araçlarımız ortadan kal­dırılsa, mahkemelerimiz, basımevlerimiz çalışmasa, bütün bunlar tümü ile tarihe gömülüp kaybolur; uygarlık, ulaştığı yüksek ve gelişmiş şekli ve aşamasıyle, tümüyle, felce uğrar.

Öte yandan, hayvanlarda da toplu yaşama örnekleriyle karşılaşılır. Bunların bazıları, suların yollarını değiştirerek, bunlardan belli biçimlerde yararlanmayı içgüdüleriyle yönlendirilen faaliyetleri sayesinde başarırlar. Bazıları, avlarını yakalama içinde birbirleriyle işbirliği yaparlar; örneğin arslanlarda görüldüğü gibi. Yine, çok çok ilginç olarak, arı kovanında ve karınca yuvasında belli planlara göre oluşan ve karmaşık işbirliği koşulları altında gerçekleşen birtakım karmaşık faaliyet örneklerine rastlanır. …

Fakat bu gibi hayvanlar, mutasyonlara uğrayarak, türlerinde herhangi bir değişiklik olmadığı sürece, hiçbir zaman yaşam tarzlarında herhangi bir değişiklik yapamazlar. Başka bir ifade ile, bunlar hiçbir zaman yaşamlarını kolaylaştırmak ya da geliştirmek için yeni birtakım alışkanlıklar kazanma türünden dizgeli bir faaliyet biçimi içine giremezler. Bundan do­layıdır ki, bir karınca yuvasındaki ya da bir arı kovanındaki uygarlıktan ve­ya kültürden söz edilemez. Çünkü uygarlıkla kültürün temelindeki, alışkanlık değiştirerek yeni gelenekler, faaliyetler ve eğilimler kurma yeteneği veya kabiliyeti, yalnızca biyolojik yollar dışında kazanılmış vasıflara ilişkin olmak durumundadır.

Ayrıca, kolayca görüldüğü üzere, uygarlık kurma faaliyetinin temelin­deki gelenek oluşturma kabiliyeti, insanda, biyolojik kökenli olmayan yeni gelişmeler yaratma yeteneği ya da olanağı tabanı üzerine eklenmektedir, böyle bir temel üzerine dayanmaktadır. Uygarlıkta, böylece, uygarlığın gelenek kurma oluşturucu öğesi kadar, hattâ ondan da daha ön planda olmak üzere, gelişmeler içinde girerek, gerektiğinde geleneklerden kopma, yani yaratıcı faaliyet gösterebilme karakteristiği de, belgisi de, kesinlikle vurgulanmak zorundadır.

Burada söz konusu olan bu önceliğin zihinlerde sarahatle yer etmesi gerekir. Buna önemle değinmekte büyük yarar vardır. Uygarlık kurulması sürecinde, gelenek geliştirme yeteneğinin yeri büyüktür. Bunu inkâr etmek çok hatalı olur. Fakat geleneklerin kendileri de çok zaman geliştirilmeye elverişlidir. Gelenekleri, bu önemli fonksiyonları münasebetiyle taşlaşmış, donup kalmış, durumunda şeyler olarak düşünmek doğru olmaz. Fakat, öte yandan da, gerektiğinde, gelenekler tümü ile tarihe kavuşacak, yerleri­ni daha üstün uygarlık görünüm ve düzenlemelerine bırakacaklardır. Uy­garlıkla kültürün çağlar boyunca uluslararası seyri böyle bir yörünge üze­rinde uzanagelmiştir. İnsanlık tarihi bu yolu gözler önüne sermektedir. Bu yol ise, insanlığın tarihsel kaderini bu güne değin su yüzüne çıkmış olan şekliyle görüntülemektedir.

Geleneklerin, gerektiğinde yerlerini daha üstün uygarlık ve kültür düzenlerine bırakmak durumunda oldukları genel kuralını, ya da gerçeği­ni, kabul etmeksizin, uygarlıktaki görkemli tırmanışları tasavvur etmek im­kânsızdır. Kaydedilmeye değer ki, Atatürk’ün kültür ve uygarlık görüşünde, bu ayırım büyük bir incelik ve düşünce derinliği ile belirtil­mekte, bu önemli sorun üzerinde titizlikle ve ısrarla durulmaktadır.

Hiç şüphe yok ki, insan, aklının üstün olanak ölçülerine ulaşmış ol­ması sayesinde, diğer hayvanlara kıyasla, yüksek ve seçkin vasıflara sahip olabilmiştir. Fakat anlaşıldığına göre, bu konuda bazı diğer hususların da etkili olduğu savı, makul bir düşünce olarak ileri sürülebilir. Örneğin, in­sanın iki ayağı üzerinde hareket etmek suretiyle, ellerini ve kollarını yürümeye yardımcı olmaktan gayrı bazı işlerde faaliyet göstermek üzere serbest bırakmış olması, büyük bir önem taşımışa benziyor. Yine insan yavrusunun uzunca bir süre anne ve baba ihtimam ve bakımı gereksinmesi içinde bulunmasının, bir eğitim süreç ve aşamasından geçmesinde ve böylelikle gelenek kurma özelliklerini kazanmasında yardımcı ve hattâ önayak olduğu da muhakkaktır.

Uygarlık kurma faaliyeti olmasa, insan, bugün de mağara çağında ya­şamakta devam edecekti. Acaba uygarlığın büyük dönüşmelerini, muaz­zam istihalelerini, yaratan etmenler özellikle hangileridir? Herhalde şurası muhakkaktır ki, uygarlığın hemen her alanında bilim ile teknolojideki ye­ni yeni buluşlar önemli etmenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilim ve teknoloji, uygarlık ile kültürün durağan evreleri bakımından, geri planda bulunabilirler. Fakat uygarlıkla kültürün dinamik yönleri açısından, bilim ile teknolojinin devindirici güç olarak çok büyük önem taşıdıklarından hiç şüphe olmasa gerekir.

Demek ki, kısaca kültür ve uygarlık kurma sürecinde, gelenek kurma yeteneği, daha üstün yeni geleneklerin yolunu tıkamaması koşuluyla yarar­lı olmak, yararlı olmayı güvence altına almak durumundadır. Gelenek kurma sürecinin önemi, ancak bunun uygarlık tırmanışları yapma ve yeni alışkanlıklara girme sürecine bir ek olarak büyük anlam kazanmaktadır. Başka bir ifade ile, uygarlık ve kültürün gelişme süreci ortadan kalktığı takdirde, evrensel tarih büyük ölçüde anlamını yitirmek durumuna girer. Böylece de, Atatürk’ün kültürle uygarlığın gelişkenlik yönüne verdiği büyük önemin ne kadar yerinde ve isabetli olduğu da, daha açık seçik bir şekilde kavranıp anlaşılabilir.

Fransız, Alman, İngiliz, Çin ve Japon fizik ve matematikleri arasında hiçbir fark yoktur. Çeşitli endüstri dalları bakımından da durum böyle­dir. Fakat, birikimleri aynı olsa da, bir Hollandalı İtalyan değildir. Bir Arab Çinli, bir Alman İngiliz ya da İsveçli değildir; olmak da istemez. Şu halde, ortaklaşa paylaştıkları bilim ve entellektüel kültür kesimi dışında, kültürlerin başlıca benzerlikleri ve farkları hangi kültür ögelerinde bulunur ve bu benzerlik ve farklılıkları ne gibi boyutlara ulaşabilir?

Dil, tarih, müzik ve güzel sanatlar gibi millî kültür unsurları, çeşitli topluluklar ve milletler arasında en çok farklılık, yerel renk ve nüans deği­şiklikleri gösterebilen kültür unsurlarıdır. Bunlardaki özellikleri saptamak için bunların, ayrıntılarıyla, teker teker incelenmeleri gerekir. Ancak bu suretle konuda, yerine göre açık seçik, yerine göre de yaklaşık sonuçlara ulaşılabilir.

Fakat belki daha da önemlisi, entellektüel veya düşünümsel kültür ke­simi içinde bulunup, farklı topluluklar arasında ister istemez değişik olan ve hattâ bir dereceye kadar bağdaştırılmaları zor olan değer yargıları ve değerlendirme çerçeve ve yaklaşımları bulunması tabiîdir. Bunlar çeşitli milletler için hayatî önem taşımak durumunda da olabilirler. Böylece de düşünümsel kültür kesiminin zenginliği, millî çıkarların kollanması ve ko­runması açısından da kalburüstü önem taşımak durumundadır.

Ayrıca, çeşitli kültür unsurları arasında önemleri açısından da yer yer bir sıralama kurulması düşünülebilir. Bunda ayrıntılara inmek çok zor ol­duğu gibi, bu tür yargılarda hiç değilse bir ölçüde ve ister istemez, düşünceler salt anlamda olmaktan fazla uzlaşımsal bir mahiyet taşımak zorundadır. Ayrıca, böyle bir sıralama, genellikle farklı açılardan seçilecek temel değer yargılarına göre, hepsi de geçerli ve az çok farklı sonuçlara ulaşılmasına yol açabilir. Ancak millî kültürümüzün düşünümsel kültür kesimi ile bu kültür unsuru ögelerinin dışında kalan kesimini iki ana grup olarak kıyaslamak söz konusu olduğunda, bunu milletin ağır şartlar ve el­verişsiz dış rekabetler karşısında, bir millî varlığın egemenliğini koruya­bilmesi ve ayakta kalabilmesi sorunu ile yakın ilişki içinde mütalaa edile­bilecek yönleriyle ele almak da çok önemli bir faktör olarak işe karışabilir.

Bu hususu, Atatürk’ün yukarıda da sunulmuş bir beyanını, Türkçesi biraz sadeleştirilmiş bir şekliyle, burada bir daha sunmak ve yazımızın bu bağlamı içinde değerlendirmek suretiyle yanıtlamak veya yanıtlanmasını okuyucuya bırakmak doğru olur.

30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da yaptığı bir konuşmada Atatürk ifa­desi sadeleştirilmiş şekliyle şöyle söylemiştir:

“Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin ülküsü, bütün cihanda tam manasiyle uygar bir topluluk vasıflarına sahip olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin varlığı, değeri, özgür ve bağımsız yaşama hakkı, mâ­lik olduğu uygarlık ürünleriyle ve uygarlığa yapacağı katkılarla orantılıdır. Uygarlığa katkıda bulunmak imkânlarından yoksun olan kavimler, özgürlük ve bağımsızlıklarından mahrum bırakılma durumuna girmeye mahkûmdurlar. Beşeriyet tarihi baştan başa bu dediğimi pekiştirmektedir. Uygarlık yolunda yürümek ve başarı göstermek, yaşamını sürdürmenin şartıdır. Bu yol üzerinde durakalanlar, yahut da bu yol üzerinde ileriye değil de geriye bakmak bilgisizlik ve kavrayışsızlığı içinde bulunanlar, ge­nel uygarlığın coşarak ilerleyen selinin içinde boğulma durumuna düşmekten kendilerini kurtaramazlar.”

 

SAYILI, Aydın. “Atatürk ve Milli Kültürümüz.” Erdem Dergisi, VI/17 (Mayıs) (1990): 325-349.

 

* Bkz. Aydın Sayılı, “Batılılaşma Hareketimizde Bilimin Yeri ve Atatürk”, Erdem, cilt I, 1985. s-374-378

Yazar
Aydın SAYILI

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen