Paşa[1], yorgunluk kahvesini içmişti. Şöyle yalnız başına Ankara’da dolaşmak istiyordu. Çankaya’daki küçük bağ evinden çıktı, toprak yolda yürümeye başladı. Zihninde Yunan ilerleyişine karşı alınacak tedbirleri düşünüyordu. Yanına tek atlı tahta bir arabanın yaklaştığını fark etmedi. Arabacı “Beyim atla arabaya sohbet ederiz yolun kısalır” dedi. Paşa arabacıya baktı Balkan ağzı ile “yok be emmi yürümek istiyorum”. Arabacı “sen bilirsin oğul, bak bizim sohbetimiz hoştur, gönlün açılır”.
Bu sözler paşaya Balkan rüzgârı gibi güzel geldi. Üsküp’ü, Manastır’ı, Selanik’i hatırlattı birden. “Tamam be emmi” dedi. Paşa çevik bir hareketle arabacının yanındaki içi saman dolu torbanın üstüne atladı.
“Eee emmi sohbetim hoş dedin ne anlatacaksın?” “Dur be beyim önce birbirimizi tanıyalım, sohbet nasıl olsa ezelde yazılmıştır”. Paşa arabasına bindiği kişinin sıradan bir at arabacısı olmadığını anlamıştı. Arabacı anı ve zamanı bir bütün olarak alıyordu ele. “Emmi adımı duymuşundur: Mustafa Kemal. Ya senin adın”. “Ankaralı İsmail”. Bazıları da “arabacı İsmail efendi” derler. “Hep söylerim efendi demeyin diye, saygıdan öyle derler” Mustafa Kemal “bende severim efendi hitabını. Balkanlarda da çok kullanılır” dedi. Arabacı “Oğul Peygamberimize de biz Türkler efendimiz deriz. Bilir misin Bizans’ta bir saygı ifadesidir bu kelime. Yunanca “avthentis”den gelir. Hazret demektir. Türkler Cihan devletleri kurmuş büyük bir millettir. Kelimeleri dert etmezler, onları hemen zihne ve yüreğe merhem olacak hâle dönüştürüverirler”. Tebessümle “her halde biz Türkler Hz. Âdem’in Türkçe konuştuğunu düşündüğümüz içindir.” Arabacı bir edip, tefsir üstadı, sarf ve nahiv[2] alimi gibi anlatıyor paşa hayranlıkla dinliyordu: “XV. asır mutasavvıf şairlerinden Kaygusuz Abdal’ın; Hak buyurdu Cebrail’e var dedi /Âdem’i Cennet içinden sür dedi. Geldi Cebrâil Âdem’e söyledi / Hak buyurduğın ayân eyledi. Cebrâil dedi Çıkgıl uçmakdan Âdem / Tanrı’nun buyuruğu budur işbu dem. Niçe ki söyledi hergiz gitmedi / Cebrâil’in sözünü işitmedi. Türk dilin Tanrı buyurdı Cebrâil / Türk dilince söylegil “Dur git” degil. Türk dilince Cebrâil “Hey dur!” dedi / “Duru gelgil uçmagın terkin ur” dedi. şiirinden Tanrı’nın, Âdem’i cennetten çıkarmak için Cebrâil’i görevlendirdiği, Cebrâil’in ne kadar söylese de, muhtemelen Cebrâil’in dilini bilmediği için, Âdem’in oralı olmayıp cennetten çıkmadığı için Tanrı’nın Cebrâil’e Âdem’e Türkçe olarak “Kalk, cennetten çık git!” demesini emrettiği anlaşılmaktadır. XVIII. asır mutasavvıflarından İsmâîl Hakkı Bursevî ise, Şerh-i Hadîs-i Erba’în isimli eserinde, ikinci sıradaki hadisi şerh ederken “Âdem cennetten lisân-ı Türkî ile “kalk” demekle kıyâm edip çıkmışdır diyerek[3]” sözlerini tamamladı ve ekledi arabacı “en doğrusunu şüphesiz Allah bilir”. Şu ayeti de asla unutma oğul dedi:“İnsanlık tek bir toplum idiler. Sonra Allah duyurucu ve uyarıcı olarak peygamberler gönderdi[4]” Paşa arabasına bindiği İsmail efendiden, işittiklerinin şaşkınlığı ve memnuniyeti içinde; işiteceklerini tahmin bile edemiyordu.
Arabacı atının gemini çekerken “burr” diye dudaklarından ses çıkardı. At bu sese alışık haliyle durdu, arabadan indiler. Paşa aklından bizim oralarda da İsmail Efendi gibi insanlar var diye geçirdi. Hiç ummadığınız hikmetli sözleri dinlerdiniz onlardan. Kur’an’dan bir ayeti şerh ederler, anlatılanları ilk defa duyardınız. Arif insanlardı ancak erbabı anlardı. Dindardılar lakin “ham sofu kaba softa” değildiler. Riyadan köşe bucak kaçarlardı. Arabacı da muhtemelen onlardan biri idi. Önünde durdukları ev küçük bir evdi. Evin ufacık bahçesinde yere çömeldiler. İhtiyar bir kadın kalaylı iki bakraç içinde ayran getirdi onlara. Paşa “ana elini öpeyim” dedi. “Olur mu? Oğul sen misafirsin, bizde misafirin eli öpülür”. Nice düşmana çevik olan paşa bu ihtiyar ana karşısında zaman tuzağına tutulmuştu. Ana elini öpüverdi paşanın, yüzü al al kızardı.
İsmail efendi “oğul, ana böyledir. Hiçbir zaman el öptürmez. O küçük büyük herkesin elini öper” Ayranları içerken arabacı Mustafa Kemal’i daha da şaşırtacak bir söz söyledi: “Elimde bir tefsir daha doğrusu Te’vîlât[5] çalışması var onu hazırlıyorum” “bitirirsem ne ala bitiremezsem tamamlayacak evlatlar bulunur elbet..” “Akşam olana kadar aydınlıkta iyi oluyor. Hava kararınca kandil ışığında zor, hem kandile yağ bulmakta kolay değil, Ankara’da”. Paşanın şaşkınlığı artsa da karşısındaki kişinin müktesebatını tahmin ediyordu artık. Arabacı da meclisin açılışında her Ankaralı gibi onu görmüş, milletin muzafferiyeti için dua etmişti. Artık kalpaklı başından, konuşmasından onu iyice tanımıştı. Bu Mustafa Kemal o Mustafa Kemal idi. Paşa duymuşsundur adımı demişti arabaya atlarken. Fakat onu uzaktan görmek ve onun için anlatılanları işitmektense küçük dev adamı yakından görmek ayrı bir duyguydu arabacı için. Sohbet esnasında arabacı yaşlılığın verdiği güvenle “oğul”; ondan Türk milletinin beklediklerini düşündükçe “paşam” diyordu.
Paşa sohbet koyulaştıkça bir deryanın içinde kaybolduğunu fark ediyordu. Oturduğu yerde sohbet hiç bitmesin istiyordu. Hava kararmıştı. Paşa müsaade isteyip bağ evindeki küçük evine yürümek istediğinde arabacı “olur mu? Oğul, biz götürürüz seni” “yok emmi” dedi. “Atın teri soğumuştur, yormayalım garibi” “Ben hem yürürüm hem düşünmem için zamanım olur” Zaman zaman gelirim emmi diyecekti, “baba” demenin daha uygun olduğunu düşündü. “evlat” dedi arabacı “görüşürsek ezeldeki sohbete devam ederiz”. İçi güldü, gözü aydınlandı, yiğitcesine, evlatçasına sarıldı elini öptü İsmail efendinin. Ondan Ahi Evran(1171-1261)[6]’ın kokusunu aldı, milletini buldu, zaman denen arabayı, arabacıyı gördü…… Paşa kalpağı elinde, başaklar misali altın sarısı saçları rüzgâra meydan okurcasına, mavi gözleri yıldızlara deniz olmuş bir bozkurt gibi yürüyordu. Hayatının hiçbir döneminde umutsuzluğa düşmemişti[7]. Ergenokon’un demir dağının eridiğini görecek, aziz milletine ve tüm cihana da gösterecekti.
II
Arabacı İsmail ile yaptığı sohbet; Mustafa Kemal’i yıllar öncesi ile buluşturmuştu. Hatıralar zihninden bir bir geçmekteydi. Hem Çankaya’daki bağ evine yürüyor hem de Selanik Askeri Rüştiyesi ile Manastır Askeri İdadisi’nde talebe olduğu yıllardaki hocaları; zihnine geliyor, her birine şükran duyuyordu. Özellikle Selanik Askerî Rüştiyesinde matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Bey onun yeteneklerini sezip Kemal adını takmıştı. Manastır İdadisinde ise Topçu Kolağası (kıdemli yüzbaşı) Mehmet Tevfik Bey tarih öğretmeni idi. Tarih öğretmeni tarih şuuru ve vatan sevgisini anlatır; “Vatan sevgisi imandandır”[8] hadisini sık sık tekrarlardı. Yüzbaşı Mustafa Bey ve Kolağası Tevfik Bey onu sürekli mükemmel bir insan olmaya teşvik etmişlerdi. Selanik Askeri Rüşdiyesi’nde iken annesi geçim sıkıntısı nedeniyle Ragıp isminde bir Beyle ikinci evlilik yapma zorunda kalmıştı. Küçük yetim Mustafa bundan çok etkilenmiş annesine küsmüştü. Çarşı izinlerinde halasına gidiyordu. Matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Bey de zaman zaman onu, evci çıktığında kendi evine götürürdü. O günler küçük Mustafa için unutulmazdı. Sohbet sofralarında dinlediği Niyaz-i Mısri ilahileri, Varidat şerhleri henüz anlamasa da zihninde ve gönlünde unutulmaz izler bırakırdı. Kemal isminin kendisine rast gele verilmediğini düşünür Yüzbaşı Mustafa Beye minnet duyardı. Cemre toprağa düşmüştü; okul idaresi talebelere bir hafta evci izni vermişti. Mustafa ısrarla annesinin yanına gitmiyordu. Hiç ummadığı bir anda Yüzbaşı Mustafa Bey, “Kemal” dedi “benimle Manastıra gelir misin? Hem dostlarımı ziyaret ederiz hem de Rüştiye’den sonra gideceğin İdadi’deki bazı hocalarınla seni tanıştırırım. Küçük Mustafa’nın bu teklif çok hoşuna gitti. Bütün hafta ne yapacaktı yalnız başına, halasına da her zaman yük olmak istemiyordu.
İlkin Manastır İdadisinde tarih öğretmeni Topçu Kolağası Mehmet Tevfik Bey ile buluştular. Mehmet Tevfik Bey evinde konuk etti onları. O gün akşam evde koyulaşan sohbet güzel Türk kahvesinin mis gibi kokuları arasında küçük Mustafa’yı Kahire, İskenderiye, Antalya, Gelibolu, Selânik, Serez, Demirhisar, Doyran, Usturumca, Koçana, Üsküp’den Manastır’a getirdi götürdü. Bu yerlerin çoğunu görmemişti. Fakat sohbete müdahil olanlar bu yerleri gezenle geziyorlar onunla nefes alıyorlardı. Sohbettekilerin çoğu Manastırlı subay, memur ve eşraftan zatlardı. Küçük Mustafa onların arasında yekvücut sohbeti dinliyordu. Ertesi gün Yüzbaşı Mustafa Beyle, Kolağası Mehmet Tevfik Bey “gel Kemal” dediler. “Baba Dağa doğru yürüyelim”
Bu gün Ankara’da bağ evine yürüdüğü gibi yalnız değildi Mustafa Kemal, hocaları Yüzbaşı Mustafa Bey ve Mehmet Tevfik Beyle birlikte yokuş çıkıyorlardı. Baba Dağa tırmanıyorlardı. Küçük Mustafa Kemal sessiz her zaman olduğu gibi yaşının üstünde olgun ve vakur yürüyordu. Dağlara çıkarken bile eğilmezdi. Taa o zamanlar çocukken dağlara baş eğmemişti. Mehmet Tevfik Bey sessizdi. Yüzbaşı Mustafa’nın ise sesini duydu; bugün Ankaralı arabacı İsmail’in sesi gibi ilk defa “oğul” dedi “paşam” dedi yüzbaşı, küçük Mustafa Kemal’e. “dağlar bizim gökyüzüne uzanan avuçlarımız gibidir Kemal” “Onlar avuçlar gibi, parmaklar gibi, bazen de yumruklar gibi yükselir” “Avuçlar gibi gördüğünde dua ederler, parmaklar gibi şehadet, yumruklar gibi olursa birleşin, dağılmayın yumruk olun demektir”. Küçük Kemal dikkatle dinliyordu hocasını. Sesini biraz tuttu, soluklandı, tekrar konuşmaya devam etti: “bak Kemalim” dedi. Niçin “Baba Dağ” demişler. Biz Türkler “dağları ata kabul ederiz, baba kabul ederiz” Daha ötesi bize Allah’ı hatırlatan yerler olarak görürüz. Atalarımız her vardıkları yerdeki dağlara ya bir ulu erenin adını verirler yahut Tanrı Dağları, Allahu Ekber dağları, Suphan Dağı, Ulu dağ derler. Unutma Resuller Resulü Hz. Muhammed Mustafa (SAV) efendimize de Hıra dağında Cebrail görünmedi mi?” “Arafat, Tur-i Sina bunları düşünebilirsin paşam” Küçük Mustafa Kemal’in hocasının kendisine “paşam” demesi çok hoşuna gitmişti. Demek paşa olacaktı. Hocası göründüğü gibi yalnızca matematik hocası değildi. Hocasının mütevazı hali altındaki zenginliği küçük yaşına rağmen sezmişti. Artık Baba Dağ’a çıkmıyor, Baba Dağ onlarla kucaklaşıyordu. Bu kucaklaşmayı Yüzbaşı Mustafa ile Kolağası Mehmet Tevfik Bey sağlamıştı. Dönünce Selanik’e annesi ile de barışacaktı, üvey babasına da alışacaktı. Yüzbaşı Mustafa mırıldandı küçük Kemal’in duyacağı kadar: “darılmak gücenmek yoktur bizlerde/ sözümüz halimiz uygundur bizim/ hikmetin ışığı sorsak kimlerde/kınanan aşıklar adımız bizim”. Devam etti yüzbaşı “yerlerde fakirler arşlarda ganiler adımız bizim” İnsanın kanat takıp uçması böyle bir şeydi herhalde. Hocası adeta zihninden geçeni sezmişcesine “yok be paşam, hemen öyle uçmak yok” “matematiği iyi bilmeyen hiçbir millet uçamaz” “çizim yapamaz mühendislik bilemez” dedi. O an Kemal mühendislik kitapları dahil okuyacağına kendi kendine söz verdi. Baba Dağın tepesine varmışlardı. Kolağası Mehmet Tevfik Bey, Yüzbaşı Mustafa beye baktı “yüzbaşım bizlere bahsettiğin şimdi küçük yarın büyük Kemal’e Kemalâtı anlatmaya ne dersin?”dedi. Küçük Mustafa bu cümleden hiçbir şey anlamadı. Daha şaşkınlığı geçmeden Yüzbaşı Mustafa “oğul” dedi. Sözü, dağların yüceliğinde ırmakların serinliğinde idi. “Şimdi ne beni matematik hocan ne de Mehmet Tevfik Beyi tarih hocası gör”. “Sana matematiğe, sayıya gelmeyen; hiçbir harfe, hiçbir kelimeye ve cümleye sığmayan lafsız sözsüz bir şey söyleyeceğiz”. Küçük Mustafa Kemal, “Hint ve Bin Bir Gece” masalları gibi konuşulandan bir şey anlamasa da “harfle anlatılmayanı anlattı” hocası, sonra “unutma Kemal” dedi “Cenab-ı Hakk hep seninledir”. Şimdilik sadece şu ayeti hafızanda tut ve hayat boyu onu hayatına tatbik etmeye çalış: “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir”(Hadîd suresi/ 4.Ayet). “Kur’an’ın 6666 ayetinin cem olduğunu göreceksin”. Kemal, harfe sığmayanı gönlüne sığdıranlara minnettar, dağın tepesinden Manastır’a baktı. Gözünün önünde coğrafya küçüldü, avuçlarına oradan kılcal damarlarına kalbine, yüreğine, gönlüne, zihnine, tüm uzuvlarına kadar nüfuz etti. O sırada Kolağası Mehmet Tevfik Bey’in sesi ile tekrar daldığı hakikatten Baba Dağ eteklerine yeniden döndü, daha doğrusu doğuverdi. “Beyler Cuma ezanı okunmadan aşağı inelim” “bakalım bizim ak hoca neler anlatacak” dedi Kolağası.
Mustafa Kemal Çankaya yokuşunu çıkmış bağ evine doğru yavaş adımlarla yürürken “Yüzbaşı Mustafa Beyi, Kolağası Mehmet Tevfik Bey’i, Ak Hoca’yı ve yeni tanıştığı Arabacı İsmail’i” düşünüyordu. Dudaklarında sesten sessizce, sözden derince söylediği “ve huve me’akum eyne mâ kuntum[9]” ayeti geceyi ve Kainatı kuşatıverdi.
Dip Notları
[1] Mustafa Kemal Atatürk
[2] Dil Bilim
[3] Prof. Dr. Ahmet Kartal, Şirazdan İstanbula, Ankara, 2014.
[4] Bakara suresi/213.ayet.
[5] Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, Te’vîlât-ı Kâşâniyye. Bu eser daha sonra Latin harfleri ile de yayınlanmıştır: Kemaleddin Abdürrezzak Kaşaniyyü’s-Semerkandî, Te’vîlât-ı Kâşâniyye, c. 1, 2, 3 Tercüme: Arabacı İsmail Ankaravî veledi manevisi Ali Rıza Doksanyedi, yayına hazırlayan: M. Vehbi Güloğlu, Kadıoğlu Matbaası, Ankara, 1987.
[6] Mustafa Kemal, Tarihte Ankara’nın Ahi Beyliği (1290-1354) olduğunu bilirdi. Ankara’nın başkent seçilmesindeki sebeplerden biri de bu tarihi hakikat olabilir.
[7] “Sakın ümitsizliğe düşenlerden olma”(Hicr suresi/ 55.ayet) “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez”(Yusuf suresi/ 87.ayet).
[8] Acluni, Keşfu’l-Hafa, 1/345, no: 1102.
[9] O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir”(Hadîd suresi/ 4.Ayet)