Bentham kardeşlerin Eski Yunancayı dayanak edinerek türettikleri bir kavram olan ‘panoptikon’ kelimesi ‘göz önündeki yer’ anlamını taşımaktadır; pan (bütün) ve opticon (gözlemlemek) sözcüklerinin birleşimiyle oluşturulmuş ‘panoptikon’ kavramının ‘bütünü gözetlemek’ anlamı da vardır. Michel Foucault şöyle sormaktadır: “Gören mi iktidardır, görülmeyen mi, yoksa görülmeden gören mi?” Foucault’nun bu yaman sorusu aslında panoptik uygarlığın temel felsefesidir. Bizler artık gözetim toplumu dediğimiz, mahremiyetin bertaraf edilmiş olduğu kapalı bir dünyada yaşamaktayızdır. Bu yalın gerçeğe mukabil öylesine sinsi bir algı pompalanmıştır ki, kendimizi küçülen veya tam tersine küreselleşen bir dünyada, kapalılığın örtbas edildiği açık toplumda yaşamakta bulunduğumuza inandırmak durumunda kalmışızdır. İmparatorluklar çağının sarsılmaya yüz tuttuğu 18. yüzyılda iktidarlar Samuel ve Jeremy Bentham kardeşlerden görünmeden gözetleme ilkesine dayalı bir mimarî proje geliştirmelerini talep ettiklerinde gözetim toplumu çağının ilk radikal adımı atılmış oluyordu. 1785 yılında Bentham kardeşlerin tasarladığı panoptikon yapı aslında bir hapishanedir. Bu hapishane merkeziliği esas almış yuvarlak bir yapıdır. “Söz konusu yuvarlak yapının içe ve dışa bakan pencereleri bulunmaktadır. Yuvarlak yapının ana binasında hücreler yer almaktadır. Bu hücreler iç alanda bir boş meydana (arenaya) bakacaktır. Bu meydanın orta yerinde ise gözetleme kulesi bulunacaktır. Birbirlerinden bağımsız hale getirilen hücreler yekdiğerleriyle iletişim kuramaz şekilde tasarlanırken hücre içerisindeki bireylerin yalnızlaştırılarak direnişsiz kalmaları hedeflenmiştir.”[1]
İktidarların kendilerini apaçık belli etmeksizin (ama yine de biz buradayız ve hepinizin tepesindeyiz mesajını dayatarak) hâkimiyetlerini sürdürme esasına dayanan gözetim pratiklerine niçin ihtiyaç duyulmuştur? Dr. Uğur Dolgun bu soruya şöyle cevap veriyor: “Görülen şeyin bilgisine sahip olunur. Bilgisine sahip olunan şey de kolayca egemenlik altına alınır ve iktidar tarafından ele geçirilir. Kısacası, görülebilen her şey denetlenebilir.”[2]
Görülenin bilgisine sahip olmak ve ona bilgiyle hükmetmek yönteminin göstergesi gözdür. George Orwell’ın meşhur romanı 1984’te büyük biraderin gözü şeklinde karşımıza çıkan bu göstergeye Amerikan dolarından tutun da Eski Mısır mitolojisindeki Horus’a varıncaya kadar pek çok yerde rastlayabiliyoruz. Günahkâr toplumun cezalandırıcı veya kontrol edici vicdanını temsil etmek gibisinden bir işlevi de bulunan Horus ile Türk mitolojisindeki Tepegöz arasında keyfi bir ilinti kurmak da mümkündür. Dede Korkut hikâyelerinden bildiğimiz bir çoban tenhalık yerde tesadüf ettiği bir peri kızıyla beraber olmuştur ve peri kızı gebe kalmıştır. Kutsal kitaplarda bahsi geçen yasak ağacın meyvesini yiyerek düzenin bozulmasına sebebiyet verdiğimizde cezalandırıcı bir unsur bize tebelleş olacaktır. “Horus’un gözü,” diyor Gizem Özdel, “manevi anlamıyla, vicdanın gözünden hiçbir şeyin kaçmayacağını, insanın iç dünyasının her niyetini ve yaşamdaki her davranışını gözden kaçırmayan bu merhametsiz yargıcın keskin bakışını sembolize eder.”[3]
Dede Korkut’taki çoban düzene karşı gelerek töreyi çiğnemiştir, cezalandırılması gerekmektedir, fakat bu cezalandırma topluluk halinde yaşamanın pratik hayattaki yaptırımları icabı olarak (töre gereği) salt suç işleyen bireyle sınırlı olmayıp topluluğun bütününe yaygın kılınacaktır. Dolayısıyla çobanın tenhada tek başına işlediği cürmün bedelini Oğuz toplumu müştereken üstlenmek durumunda kalmıştır ve peri kızının çobandan peydahladığı tek gözlü mahlûk Tepegöz –tıpkı Horus’tan bildiğimiz– merhametsiz yargıç veya cezalandırıcı rolüyle Oğuz yurdunu muvakkaten kasıp kavurmuştur. Tepegöz ilkin Oğuz’un koyunlarını akabinde ise oğlanlarını yiyecektir. Kızları değil de delikanlıları kurban seçmiş olması mânidardır. “Görmek bilmektir,” diyor Baudrillard.[4] Michel Foucault ise ezcümle şöyle bir saptamada bulunuyor: “İktidar artık kralın, bir kişinin veya apaçık bir kurumun değil, gözün iktidarıdır.”[5] Bentham kardeşlerin panoptikon mimarî tasarımının başlatmış olduğu radikal gözetim veya denetim çığırı günümüzde artık sibernetik boyut kazanmıştır ve Dr. Uğur Dolgun’un ifadesiyle teknik gözetimin kurumsallaşmasını tastamam mümkün hale getirmiştir. “Ancak, modern dünyada gözetim, verimlilik ve üretkenlik gibi hedefleri izleme kastıyla alınmış kararlar ile, süreçlerin sonucu olarak veya demokrasinin sunduğu imkânlar doğrultusundaki toplumsal hizmetlerden yararlanma amaçlı verilerin derlenmesi maksadıyla göze batmayan yollardan yayılım göstermektedir.”[6]
Göze batmaksızın gözetlemek tarzındaki yöntem her haliyle başlı başına bir ironidir. Panoptikon sisteminde gözetleyen daima gizlidir, müşahhas bir varlık değildir ve sanki hurafenin veya paranoyakça bir takıntının sanal ürünüdür. Oysaki gözetleyici hep vardır. Onun varlığını herkes (bütün gözetlenenler) hissetmektedir. “Burada, diğer bilme türleri karşısında imtiyazlı olan özel bir tür görme gücü egemendir; gözetleyen kişi görünmez hale getirilmiştir. Böylece görme, egemenliğin kaynağı olacak şekilde tek yönlü kılınmış ve gözlenenler de görme gücünün nesnesi haline getirilmiştir.”[7] Görünmeden gözetleme ilkesinin temelinde yatan şey şudur: “Gözetleyici orada (tasavvur ettiğimiz yerde) olmasa ve hatta orada olup gözetlemiyor olsa bile, kişiye gözetlendiği hissinin şırınga edilerek, kendini sürekli olarak var olan otoritenin istediği şekilde kontrol etmesidir.”[8]
Nitekim sosyal medya dediğimiz sanal ortamda eğitimli veya eğitimsiz bütün iştirakçiler kendilerinin mütemadiyen izlendikleri vehmiyle otokontrol mekanizmalarını diri tutmaktadırlar. Facebook veya twitter gibi sibernetik ağlarda vakit geçirirlerken muhayyel bir güç tarafından biteviye izlendiklerini varsaymaktadırlar. Hem paranoyakça tavırların hem de apaçık meydanda olan otoriter dayatmaların üst üste binmesiyle gözetleyen ve gözetlenen arasında sımsıkı bir gerilim deveran etmektedir. Kaçış yoktur, sığınak mevcut değildir, söz konusu acı hakikatin dünyasında varlığımızı idame ettirmeye yazgılıyızdır. Horus veya Tepegöz şimdi artık her yerdedir. Mobese kameraları gündelik yaşantımızda her hareketimizi temaşa etmektedirler. Şimdi artık dünya devasa bir sahnedir ve bizler de biteviye temaşa edilmekte olan oyuncularızdır. ATM makinelerinden tutunuz da cebimizdeki telefonlara varıncaya dek kullandığımız her eşya kendimizin gözetlenmesini-izlenmesini kolaylaştırmaktadır. Bilgisayarlı bir dünyada yaşıyor olmamızın yarattığı takıntılar neticesinde birtakım sibernetik efsaneler de oluşmuştur. Evlerimizdeki ve işyerlerimizdeki her bilgisayarın arka kapılar yoluyla daima denetlendiği şüphesi ve hem kişisel hem de kurumsal bilgisayar verilerinin birtakım gizli servislere aktığı vehmi ister istemez psikolojik tavırlarımızı etkilemekte veya saptırabilmektedir. Echelon gerçek midir yoksa mit midir? Aslında bunun bir önemi yoktur. Sibernetik dünyamızda (veyahut sanal âlemde) echelon gerçek de olabilir sanallık içinde ayrı bir sanallık veya yanılsama veyahut da ürkütücü bir algı dayatması da olabilir. Panoptikon uygarlığının hedefi de budur zaten. Ancak bu şekilde milyarlarca insanı itaate sevk etmek mümkün olabilmektedir.
Sanal ortamda kitlelerin tatmin edilmesi de imkân dâhilindedir ki sosyal medya paylaşımları sayesinde gözetlenenler aykırı veya muhalif iletişimlerde bulunarak deşarj olmaktadırlar. Enerjilerini sosyal medya ortamında tüketerek sokağa dökülme ihtiyacı duymadıkları gibi, isyankârlık dürtülerini ve vicdanlarını yine sanal ortamda yatıştırmaktadırlar, yasak savmayı tercih etmektedirler, içlerindeki öfke veya suçluluk duygularını bu şekilde bastırabilmektedirler. Sürekli bir öteleme söz konusudur. Başkent Ankara’nın göbeğinde terörizm kaynaklı bir patlama vuku bulup da onlarca vatandaşımız parçalanarak hayatını kaybettiğinde facebook veya twitter ortamındaki sert paylaşımlar, Türkiye kan ağlıyor şeklindeki basmakalıp haykırışlar, şehitler ölmez vatan bölünmez sloganları ve benzeri sanal tepkiler aslında hiçbir anlam veya yaptırım teşkil etmeyen konformist tavırlardır. (İktidarı yahut muhalefeti sanal ortamda eleştirip yargılamanın rahatlığı ise cabasıdır). Artık hiç kimse sokaklara dökülmeyecek, hiçbir grup kazan kaldırmayacaktır ve iktidarlar da kendi bildiğini yapmayı sürdüreceklerdir. Bir mülâkatta Foucault şöyle demektedir: “Günümüzde bireyselliğin iktidar tarafından tamamen denetlendiği ve aslında bizzat iktidarın kendisi tarafından bireyselleştirildiğimiz kanısındayım. Başka deyişle, bireyselleştirmenin asla iktidara karşı durmadığını sanıyorum, tersine, bireyselliğimizin, her birimizin zorunlu kimliğinin iktidarın bir sonucu ve bir aracı olduğu kanısındayım. İktidarın en çok korktuğu şey şudur: Grupların güç ve şiddeti.”[9]
Yukarıda panoptikon yapının temel özelliğini tarif ederken pencere’nin önemine şöyle bir dokunmuştuk: “Söz konusu yuvarlak panoptikon yapının içe ve dışa bakan pencereleri bulunmaktadır. Yuvarlak yapının ana binasında hücreler yer almaktadır. Bu hücreler iç alanda bir boş meydana bakacaktır. Bu meydanın orta yerinde ise gözetleme kulesi bulunacaktır. Birbirlerinden bağımsız hale getirilen hücreler yekdiğerleriyle iletişim kuramaz şekilde tasarlanırken hücre içerisindeki bireylerin yalnızlaştırılarak direnişsiz kalmaları hedef alınmıştır.” Görüldüğü üzere burada gözetlenenin yalnızlaştırılması (bireyselleştirilerek yalıtılması) mevzubahistir. Boş meydan panoptikon yapıda arenadır. Sibernetik ortamda ise sosyal medya ağlarıdır. Gerek facebook gerekse twitter birer sanal arenadırlar. İktidarın her zaman çekindiği gruplaşma (kitlelerin şuurlu olarak birlikte hareket etmeleri) işte bu yöntemle engellenmektedir. Sanal ortamlarda herkes arenaya bakmaktadır veya arenaya müdahil olmaktadır, ama aslında bu arena hem daima gözetim altındadır hem de sanal bir ortam olduğu için yıpratıcı veya yıkıcı bir güce sahip değildir. Keza milyarlarca penceresi bulunan bu arena öyle bir arenadır ki –iktidarın yanı sıra– herkes kendi penceresinden diğerlerinin pencerelerini de görüp denetleyebilmektedir. Mahalle baskısının yerini şimdi artık sibernetik şeffaflık almıştır. Pek meşhur windows programının pencere demek olması da zaten işin içindeki kumpası izah etmeye yeterlidir. “Neyi ne zaman ve nasıl yapacağımızı her zaman iktidar söyler,”[10] diyor Foucault.
Sanal ortamların yıpratıcı veya yıkıcı bir gücünün bulunmadığını belirttiğimizde birtakım itirazlar çıkabilir ve Arap Baharı’nın sosyal medyadaki hızlı iletişim sayesinde patlak vermesi örnek olarak gösterilebilir. Esasen bu Arap Baharı da bir yanılsamadır. Küresel iktidar Mağrib coğrafyasında bir düzenlemeye gitme kararını alınca sosyal medyanın imkânlarını kullanarak kitleleri ayaklandırmıştır. Foucault’nun dediği gibi, neyi ne zaman ve nasıl yapacağımızı yine iktidar belirlemiştir.
KAYNAKLAR
[1] Foucault Bağlamında İktidarın Görünmezliği ve Panoptikon ile İktidarın Gözü Göstergeleri, Gizem Özdel (İstanbul Kültür Üniversitesi – Sosyal Bilimler Enstitüsü – İletişim Sanatları Anabilim Dalı), The Turkish Online Journal of Desing, Art and Communication – TOJDAC, January 2012, sayfa 22-29
[2] Şeffaf Hapishane yahut Gözetim Toplumu, Dr. Uğur Dolgun, sayfa 37, Ötüken Neşriyat – 2008
[3] Gizem Özdel, a.g.m.
[4] Tüketim Toplumu, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları – 2012
[5] İktidarın Gözü, Michel Foucault, İmge Kitabevi – 1992
[6] Dr. Uğur Dolgun, a.g.e. sayfa 75
[7] Dr. Uğur Dolgun, a.g.e. sayfa 35
[8] Gizem Özdel, a.g.m.
[9] Büyük Kapatılma, Seçme Yazılar, Michel Foucault, sayfa 282, Ayrıntı Yayınları – 2011
[10] Büyük Kapatılma, sayfa 282