İslâm’a göre her şeyde aslolan ihlâs ve samîmiyettir. İhlâssız yapılan hayır ve ibâdetler boşluğa fırlatılmış taş gibidir. Gerçekten samîmiyetsizliğin, riyâkârlığın zirveye ulaştığı günümüzde ihlâsın önemini çok daha iyi anlıyoruz. Bugün en küçük bir menfaat için dalkavukluk yapılmakta, bir makâmı elde edebilmek için bütün değerler ayaklar altına alınmaktadır. O menfaat veya makam yitirilince de her nev’î yüzsüzlük fazîlet sayılmaktadır.
Bütün dertlerin devâsı, ihlâs ve samîmiyettir. Şöyle açıklanır: “… O halde dîni sâdece Allâh’a tahsis ederek O’na ibâdet et.” (Zümer,39/2)
Hitap, kendisine hak ile kitab indirilen Allah Resûlü (s.a.v) Efendimizedir. Peygamber (s.a.v)’in bütün insanları çağırdığı yol, düstûr budur. Yalnız Allâh’a ibâdet. Dinde, ibâdette ihlâs ve hayâtın baştan sona bu tevhîd esâsına göre düzenlenmesi.
Yüce Allâh’ı birleyerek, varlığına, birliğine îman etmek ve dînî emirleri ihlâs ile yapmak; öyle dil ile söyleniveren bir kelimeden ibâret değildir. O tam bir hayat nizâmıdır; vicdanlarda inanç ve duyguyla başlar, fert ve toplumun bütün hayâtını kapsayan nizâma kadar varır.
Allah Teâlâ’yı birleyen bir kalb, yalnız ve yalnız Allah Teâlâ’yı en yüce varlık sayarak O’na boyun eğer. O’ndan başkasının huzûrunda eğilip bükülmez. O’ndan gayri kimseden bir şey ümîd edip istemez, yaratılanların hiç birine güvenip dayanmaz. Çünkü yalnızca Allah’dır onun yanında kuvvet ve kudreti olan. O’dur ancak kulları üzerinde hâkim ve gâlip olan. Kullar ise hep zayıf ve âcizdir. Genel anlamda başkasına ne yarar ne de zarar verebilirler. Ganî olan ancak Allah’dır, bütün yaratıklar O’na muhtaçtırlar.
Allâh’ı birleyen kalb, bütün varlığı yönetmekte olan ilâhî kânunun birliğine inanır. Allâh’ın beşeriyet için seçtiği nizâmın, aynı kânununun bir parçası olduğuna ve beşer hayâtının bu kânuna uymadıkça düzelemeyeceğine ve içinde yaşadığı tabiî varlığın seyrine ayak uyduramayacağına îman eder.
Yüce Allâh’ı birleyen kalb, kendisi ile kudret elinin bu varlık âleminde yoktan vâr ettiği= yarattığı canlı-cansız mevcûdat arasındaki yakınlığı kavrar ve kendisini sevip okşayan dost bir ortam içinde yaşar, her tarafında Allâh’ın kudret elini hisseder ve bu sûretle, Rabbi ve O’nun fevkalâde güzelliklerle süslediği eserlerini gördükçe bu eserlere eziyet etmekten yâhut bir şeyi telef etmekten, Allâh’ın emri hâricinde herhangi bir harekette bulunmaktan çekinir. O Allah ki, her şeyin yaratıcısı, her canlının sâhibi, kendisinin ve her şeyin, her canlının Rabbidir.
Tevhîdin etkisi ayrıca insan duygu ve düşüncelerinde de belirir. Davranışlarında, muâmelesinde de kendini gösterir. Topyekûn hayat için mükemmel, açık ve mümtaz bir plân ve metod çizer. Ve artık tevhîd dil ile söylenen bir sözden ibâret değildir. Bunun içindir ki, tevhîd inancının tesbîti ve onun iyice açıklanması için Allâh’ın indirdiği “Kitabda” ondan tekrar tekrar bahse lüzum görülmüş, önem verilmiştir.
Bu öyle önemli bir bahistir ki, herkes, her asırda ve her yerde bunu dikkatlice düşünmek mecbûriyetindedir. Bu mânâsıyla tevhîd, çok büyük ve kapsamlı bir anlam taşımaktadır. Kullara bunu anlayıp idrâk etmek düşer.
Îman, takvâ ve Allâh’ın emrini pratik olarak yaşamak, îman ve takvâ sâhiplerine sâdece âhiret hayâtının mükâfatını temin etmekle kalmıyor. Her ne kadar âhiret hayâtı devamlı olduğu için önde gelmekte ise de, aynı zamanda dünyânın ıslâhını da garanti etmekte, îman ve takvâ sâhiplerine geçici dünyâ hayâtının menfaatlerini de temin etmektedir. Bol bol üretim. Devamlı gelişme, tekâmül. Herkese adâletli dağıtım. Ve rahat hayat şartları. Ve Kur’ân-ı Mübîn bütün bunları hissî bir şekilde canlandırıyor.
Böylece, âhirette güzel bir mükâfaata nâil olmak için başlı başına bir yol, dünyâ hayâtının sulh ve selâmet içinde geçmesi için de müstakil başka bir yol bulunmadığı ortaya çıkıyor. Şu halde tek bir yol vardır. Ve ancak bu yolda gidildiği takdirde hem dünyâ hayâtı mutlu geçer hem de âhirette huzûra kavuşulur. Bu yoldan sapıldığı takdirde hem dünyâ hayâtı mahvolur, hem de âhiret hayâtı hüsrân ile neticelenir. Bu tek yol îman yoludur. Takvâ yoludur.
İslâm, sâdece îtikâdî veya îmânî esasları ihtivâ eden yâhut da mânevî duygular, takvâ gibi hisler ile yetinen bir nizam değildir.
Hayâtı îman esasları üzerine dayandıran bir nizamda dünyâ nîmetlerinin karşılığında din, âhiret saadetini karşılığında dünyâ saadetinden fedâkârlık yoktur. Bu nizam âhirete giden yolu dünyâdaki yoldan ayrı telakkî etmez. İşte günümüzde insan aklının bulutlar içinde kaybettiği, beşerî vicdânında, kafasında ve pratik hayâtında aslına vâkıf olamadığı gerçek budur. Âhirete giden yol ile dünyâdan geçen yolu birbirinden ayırmak.
Günümüz insanının kafasında, vicdânında ve pratik hayâtında âhirete giden yol ile dünyâdan geçen yol maalesef birbirinden tamâmen ayrılmış durumdadır. En basit bir insan bile dünyâ ile âhirete giden yolun birleşebileceğini kabul etmemektedir. Aksine herkes ya dünyâ hayâtını tercih edip âhireti hesaptan çıkarmak durumunda olduğunu kabul etmekte yâhut da âhiret hayâtını tercih edip dünyâyı ihmâl etmek durumunda olduğunu kabul etmektedir. Hiç kimse ne düşünce plânında ne de pratik alanda ikisinin arasını birleştirmeyi düşünmemektedir. Zîrâ yeryüzünü kaplayan, insanların pratik hayâtına hâkim olan ve zaman şeridinin bir kısmını içine alan duygular bu nev’î ilhamlar vermektedir insanlara.