Çiçek sevgisi ve merakı Türk kültür tarihinde önemli bir yer tutar. Çiçekleri çok seven ve onları büyük bir özen ve titizlikle yetiştiren milletimizin duygularındaki inceliği ve zarifliği, hatta güzele olan tutkunluğunu yetiştirdiği çiçeklerde görmek mümkündür. Çiçeklere karşı olan bu tutku ve sevgi köylüsüyle şehirlisiyle, fakiriyle zenginiyle bütün milletimizde rahatlıkla görülüp hissedilebilir. Ayrıca milletimiz çiçeklere karşı olan sevgisini bütün hayatına yani evine, bahçesine, mânilerine, türkülerine, şarkılarına, çeşitli sanat eserlerine, atasözleri ve deyimlerine yansıtmış hatta çocuklarına isim olarak koymuştur.
Şâirlere ilham kaynağı olan gül, çiçeklerin sultanıdır. Bu husus “şâh-ı gül, şeh-i gül, gül şâhı, sultân-ı gül, hüsrev-i gül, gül hüsrevi, dâver-i ezhâr, dâver-i gülşen” gibi sözlerle ifade edilmiştir:
Sultân-ı gülden almag içün cebr ile anı
Yagdurdı aŋa top u tüfeng ebr-i nevbahâr
Revânî
Giydi her nergis-i zerrîn başa bir tâc-ı Kubâd
Lâle gül husrevi yâdına içer sâgar-ı Cem
Hayâlî Bey
Evet, gül sultandır. Çünkü o, sultan olmak için gerekli olan alemlere sahiptir. Bilindiği gibi sultan olmanın asgarî üç alemi vardır. Bunlardan birincisi tahttır. Gül ise zümrüt bir tahta sahiptir. Revânî,
Taht-ı zümürrüdîne geçüp nâgehân gül
Ezhâr içinde oldı şeh-i kâmrân gül
diyerek “gülün zümrüt tahtına geçip çiçekler içerisinde bahtiyar bir sultan olduğunu” belirtir.
İkincisi ise taçtır. Ahmedî,
Gül tâc-ı lacl urınmış tâc-ı zümürrüd üzre
Sûz-ıla aña karşu hoş-sâz ider belâbîl
diyerek “la’lden kırmızı tacını giyen güle karşı, bülbüllerin yanık bir şekilde ah u figan ettiğini” söyler.
Bu durum onun taç sahibi bir sultan olduğunu göstermesine rağmen gül, hükümdarlık alametlerinden olan kırmızı renkli kabasını giymeyi de ihmal etmez
Geydi zer-keş kaba-yı la’lini
Gül şeh-i tac-dar oldugı-çün
Tacii-zade Cafer Çelebi
Ancak gülün bir rakibi vardır. O da yine milletimizin özel bir değer verdiği çiçekler arasında yer alan lâledir. Özellikle lâle kelimesini oluşturan harflerin Allâh lafzıyla aynı olması ve her ikisinin ebced hesabıyla 66 sayısını vermesi, yine lâlenin tersinden okunduğunda hilâl kelimesinin oluşması, hilâl’in ise İslâmiyeti simgelemesi ayrıca; lâle bir kök ve çiçekten oluştuğu için tevhidi remzetmesi, ona karşı olan ilginin artmasına sebep olmuştur. Millî çiçeklerimizden biri olan lâle özellikle III. Ahmed döneminde ve Sadrazam Damad İbrahim Paşa’nın hamiliğinde hiçbir dönemde rastlanmayan bir ilgi görür. Lâle, İstanbul’un seçkin bahçelerini göz alıcı renk ve tazelikleriyle süsler. Sadece lâle yetiştirmek için özel bahçeler tanzim edilir; hakkında risâleler yazılır; müsabakalar düzenlenir; yeni yetiştirilen her lâleye şâirâne isimler verilir ve bunlar klâsik şâirlerimizin şiirlerinde ebedileşir. Pek çok sanat dalında stilize edilerek motif olarak kullanılır. Hatta lâle, bu devre adını vererek cemiyetin zevk u safâya düşkünlüğünü en güzel şekilde gösteren bir sembol olur. Doğu şiirinde eskiden beri kullanılan bir çiçek olan ve XIV. asırdan itibaren klâsik şiirimize girmeye başlayan lâle, özellikle XV. asırda şiirimizde önemli bir yer edinmiş; XVI. asırdan sonra ise klâsik şiirimizin ve süsleme sanatlarımızın vazgeçilmez çiçeği olmuştur. Hem insanı cezbeden ve göz alan renkleri, hem de şeklinin letafeti ve zarifliği ile her şâirin duygularını tahrik ederek onlara farklı şekillerde görünmüş ve kullanılmıştır. İfade ettiği gerek manevî gerekse maddî boyutundan dolayı lâle de aynen gül gibi milletimiz tarafından itina ile yetiştirilmiş, ıslah edilerek yeni türleri elde edilmiş, belli bir dönemde değeri öyle artmıştır ki, ‘çiçeklerin şahı’ olarak nitelendirilen gülün tahtını sallamış, hatta o tahta geçmiştir. Kolayca gerçekleşmeyen bu olay şâirlerin diliyle şöyle gerçekleşmiştir:
Gül, lâleden daha önce şehre gelerek yerleşmiş ve şehirlerde oluşturulan bağlarda yani bahçelerde yetişmeye başlamıştır:
Çünkim bezendi bâg u çemen cümle huşk ü ter
Sahrâda lâle tagda çiçek bâgda gül biter
Ahmed-i Dâ’î
Böylece lâleden daha evvel şehire gelerek yerleşen ve medenî/şehirli olan gül, bahar mevsiminde bahçede kurulan çiçekler meclisinin emiri yani sultanı olmuştur. Nitekim Bâkî bu hususu şu beytiyle dile getirmiştir:
Bezminde sürdi lâle murassa’ piyâlesin
Oldı emîr-i meclis-i bâg u bahâr gül
Oysa dağlarda ve kırlarda yetişen lâle, yâni gelincik klâsik şâirler tarafından sahrâ-nişîn (kırda, çölde oturan) olarak nitelendirilir:
Gül yüzüne öykünürse lâle-i sahrâ-nişîn
Yüregine dâg-ı hirmân ur yüzüni kana bas
Necâtî Beğ
Ancak nasıl ki gül şehirde bulunan çiçeklerin sultanı ise, lâle de sahrada oturanların sultanıdır:
Lâle gibi çünki ben sahrâ-nişînler şâhıyam
Kırmızı eyvân yiter bu kanlu pîrâhen bana
Âhî
Nitekim sahranın şâhı olan ve kırmızı otağı kurulan lâle de sultanlık alemlerinden olan tâca sahiptir:
Sanasun her biri bir serv-i sîmîn
Başında lâle gibi tâc-ı la’lîn
Kemâl Paşazâde (Yûsuf u Züleyhâ)
Gelincik, her ne kadar medineye/şehire sultan olarak gelse de, kırlarda ve dağ eteklerinde yetiştiği ve meclis âdâbını bilmediği için taşralıya benzetilir ve devr-i gül sohbetine kabul edilmez:
Taşradan geldi çemen mülkine bîgâne diyü
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler
Necâtî Beğ
Çünkü o, meclis usul ve erkânını bilmediğinden bu toplantıya yaraşmaz:
Lâle-i dil-sûhte tutmaga geldi dâmenin
Didiler bunda yaramazsın sen ey sahrâ-nişîn
Hayâlî Bey
Bundan dolayı lâleyi geldiği yere yani dağa geri gönderirler:
Geldi benefşe bâga arar hattına misâl
Reng-i ruhuna lâleleri daga saldılar[1]
Hayâlî Bey
Meclis erkânının bu tavrından dolayı lâle, bağ kenarında boynu bükük ve hacîl (utanmış) olarak bekler:
‘Aceb mi bâg kenarında olursa lâle hacîl
Ki lâle-zâr-ı cemâlinde hâr u zârundur
Ahmed Paşa
Ancak o, yukarıda dikkat çektiğimiz gibi, kırlarda yetişen çiçeklerin şâhı olarak oraya gelmiştir:
Lâle gibi çünki ben sahrâ-nişînler şâhıyam
Kırmızı eyvân yiter bu kanlu pîrehen bana
Âhî
Ama lâlenin bu mahcubiyeti ve taşralı oluşu fazla sürmez. Özellikle XVI. asırdan itibaren kültür yoluyla hem yeni türleri elde edilmeye başlanmış hem de çeşitli renklerde yeni cinsleri artmış; çeşitli renkte ve cinste üretilen lâleler her sene sarayların, köşklerin bahçeleri ile özel lâle bahçelerini göz alıcı renkleriyle süslemiş; böylece o da medenî yani şehirli olmuştur. Bundan sonra gül ile amansız bir rekabete girişerek onun saltanatını sarsan lâle, Bâkî’nin ifadeleriyle gül-şen ile çemen-zârın şâhı olarak la’lin tâcını jâlelerden mücevherlerle süslemiştir:
Jâlelerden takınur tâcını gevher lâle
Şâh olupdur çemen iklîmine benzer lâle
Geyer gül-şende la’lîn-tâc lâle
Elinde nergisün altun piyâle
Gül bahçesinin şahı olan lâlenin bu şekilde gönlü çeken güzelliğini gören diğer çiçekler artık ona, haset edip mızraklarını çekerler (Kartal 1999: 46-48):
Hüsn-i dil-keşle görüp behcet-i vâlâ-şânın
Lâleye nîze-keş-i dâg-ı haseddir ezhâr
Şeyhülislâm İshâk
Evet böylece taşralı sultan lâle, medineli/şehirli sultan gülün tahtını ele geçirerek medinenin/şehrin de sultanlığını elde etmiş, gülden üstünlüğünü ve büyüklüğünü herkese kabul ettirmiştir. Zaten lâle gülden üstün bir çiçektir. Nitekim bilindiği gibi, tasavvufî olarak bakıldığında gül vahidiyeti karşılar, yani sıfatı temsil eder. Onun için onda kesret vardır. Oysa lâle, ahadiyeti temsil eder, yani zâtı karşılar. Onun için lâle, parçalanamaz, bütündür, birdir. Dolayısıyla bir’i temsil eden lâle, çokluğu temsil eden gülden üstündür.
Lâlenin bu serencamı necip Türk milletinin tarih sahnesindeki yolculuğuyla sanki örtüşmektedir. Çünkü Türk milleti de tıpkı lâle gibi taşralı olarak nitelendirilmiştir. Çünkü o kırda, bozkırda yaşar. Ancak bozkırın tahakkümü onun elindedir. Yani bozkırda söz sahibi odur. Dolayısıyla oranın sultanıdır. Medineye/şehre geldiğinde ise, taşralı olarak nitelendirildiği için kabul görmez ve oradan uzaklaştırılmak istenir. Çünkü şehirde yaşayanlara göre medeniyetten bihaber olan Türkler buraya yaraşmazlar/uygun değillerdir. Bundan dolayı Türkleri geldiği yere, bozkıra geri göndermek isterler. Bu isteğe kulak tıkayan ve şehirde bulunanlarla mücadele eden Türkler, önce şehre yerleştikten sonra hem kurdukları üç kıtaya yayılan cihan devleti ile hem de oluşturdukları kültür ve medeniyet ile bütün dünya milletlerinin dikkatini çekmiş, sonra da onların gıpta ile baktıkları bir hüviyete sahip olmuşlardır. Böylece hor görülen, tahkir ve tazir edilen, küçümsenen asil Türk milleti bir ışık gibi parlayarak bütün dünya devletlerinin sultanı hâline gelmiş ve tek güç konumuna yükselmiştir. Ayrıca nasıl ki lâle İslâmın remzi olmuşsa, Türkler de İslâmı temsil eden bir hüviyete bürünmüştür. Türk denince İslam, İslâm denince Türk akla gelmeye başlamıştır. Nitekim Ravzî’nin bir murabbaında yer alan şu kıt’a da bunu net olarak göstermektedir:
Bir hisârı var anun ism-i kabîhi Leşdür
Şöyle issilik olur sanki yanar âteşdür
Halkınun kimisi kâfir kimisi Türkeşdür
Bir yire vardı yolum adına dirler Dukakin
Bu söylenenlerden hareketle, lâlenin ihtiva ettiği remizler içerisine “Türk milleti” anlamı da girdirilebilir mi…
KAYNAKLAR
Akdoğan, Yaşar (1979), Ahmedî Divanı [Tenkitli Metin ve Dil Husisiyetleri, I-II], İstanbul: İstanbul Üniversitesi, Doktora Tezi, (Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesi, Nu. T2054).
Aydemir, Yaşar (2001), Ravzî Dîvânı, Ankara.
Ayvazoğlu, Beşir (1992), Güller Kitabı, İstanbul: Ötüken Yay.
Demirel, Mustafa (1983), Kemâl Paşazâde, Yusuf u Züleyha, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.
Doğan, Muhammed Nur (1997), Şeyhülislâm İshak ve Dîvânı, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay. Kartal, Ahmet (1999), Klâsik Türk Şiirinde Lâle, Ankara: Akçağ Yay.
Kartal, Ahmet (2005), “Klâsik Türk Şiirinde “Gül”ün Kullanımı ve Rüyada Görülüş Şekline Göre Yorumu”, Gül Kitabı, Gül Kültürü Üzerine İncelemeler, editörler: Bilal Kemikli – Selami Turan, Isparta, s. 169-91.
Küçük, Sabahattin (1994), Bâkî Dîvânı [Tenkitli Basım], Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Özmen, Mehmet (2001), Ahmed-i Dâ’î Divanı [Metin-Gramer-Tıpkı Basım], c. I, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay.
Revânî, Dîvân, (hzr. Mehmet Kalpaklı, metinbankası 15 Mart 2004 versiyonu).
Sungur, Necati (1994), Âhî Divânı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yay.
Tacizade Cafer Çelebi, Dîvân, (metinbankası 15 Mart 2004 versiyonu).
Tarlan, Ali Nihad (1963), Necâtî Beg Divanı, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Tarlan, Ali Nihat (1966), Ahmed Paşa Divanı, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yay.
Tarlan, Ali Nihat (1992), Hayâlî Divanı, Ankara: Akçağ Yay.
Dipnot
[1]. Bu beyitte geçen daga sal- ibaresini yara içersinde koymak, yaralamak şeklinde de düşünebiliriz.
Türk Edebiyatı, 401, 66-68 (2007).