Engin mütefekkir Erol Güngör yaşadığı dönemin kültür ve medeniyet sorununun kaynağını bulmaya çalışmış, Milliyetçiliğin geçmişi ve bugünü hakkında tetkikler ve tahliller yapmış, batı idolojilerin kültürümüzdeki yansımalarını ve insanımızda meydana getirdiği değişmeleri incelemiştir. Yaşadığı dönem ve geçmiş hakkında doğru tespitler ve mülahazalar ortaya koyan Erol Güngörü biz bugünün düşüncesiyle incelemeye çalışıp, onun gözünden 21. yy değerlendirmeye çaba göstereceğiz. Şüphesizki hatalarımız ve gözümüzden kaçanlar olacaktır, birinci amacımız bunları asgariye indirmektir. Bu vesile ile makalemizin yolunu çizen Engin mütefekkir Erol Güngörü rahmetle anıyor, nice Erol Güngörler yetişmesi temennisiyle incelememize başlıyoruz.
Halkçılık
Erol Güngör iki tip zümreyi bahis konusu eder. Birincisi “Münevver” zümresi, diğeri ise “Halk” zümresidir. Bahis konusu olan bu zümre ayrımı yada toplumu gözlemleme yolundaki “eğitim” kıstası sosyolojik tahlil için olmazsa olmaz ölçüttür. Nitekim Osmanlının son döneminden beri tartışılagelen ” Münevver ve Halk ” ayrılığı sorunu, Erol Güngör’ün makalelerini kaleme aldığı dönem itibarıylada tartışılmaktadır. Bu sebepten ötürü Erol Güngör Münevver ve Halk arasındaki farkları her yönüyle incelemeye çalışmıştır. Ana konumuz itibarıyla Erol Güngör’ü günümüze aksettirirsek ne gibi sonuç çıkar.
Şüphesizki Dünya üzerinde yeri olan her toplumda belli ölçütlerde sınıf ayrımı vardır ve bu ayrımın olması en tabii vakadır. Yaşayış biçimine, kültür birikimine, çalışma hiyerarşisine yada ekonomik seviyesine vs. sebepler ayrımın başlıca unsurlarıdır. 21. yy Türkiye’si de diğer toplumlar gibi bu ayrımlarla hemhaldir. Farklı bakış açılarıyla farklı pencerelerden bakmakla bu ayrımı sarahaten müşahade edebiliriz. Mesela ” ekonomi ” penceresinden bakarsak toplumun zengin, fakir ve kendi yağında kavrulan orta gelirli sınıfa ayrıldığı sonucuna varabiliriz. Erol Güngör’ün makalesinde baktığı pencere ” Halk , Münevver ” ayrımına ulaştıran ” Eğitim ” penceresidir. Bizde bu eğitim penceresi içerisinden 21.yy Türkiye’sine bakıp Erol Güngör’ün anlayış karinesiyle toplumu incelemeye çalışalım.
Türkiye son yıllarda Aydın ve Halk ayrımını büyük ölçüde kendisinden atmıştır. Sebebi ise inkılap ve modernleşme ihtirasının azalması ve halkın bilinçlenip önüne sunulan şeyi sorgulama ihtiyacı hissetmesidir. Yani halkın gözü bir ölçüde açılmıştır ki bu durum halkın önüne bir şeyler sunan Münevveri geri plana itmiştir. Hal böyle olunca Münevverin kıymeti bir ölçüde azalmış ve Münevver kısmı doğal ortamına yani eğitim, bilim veyahutta sanattaki kendi alanına dönmüştür. Bugün Türkiyede Halk ve Aydın ayrımı yerine “okumuş kitle” ve “okumaya hazır kitle” diye iki zümreden bahsetmek daha doğru olacaktır. Çünkü yukarıda bahsettiğimiz farkın kalkması bu durumu beraberinde getirmiş, halk kendini inkılabın müstebit halinden kurtarıp boşluk bulunca okumaya hazır bir kitle olup parlamıştır. Bugün sokaktaki dilencinin ağzından çıkanlarla zengin bir iş adamının ağzından çıkanlar hep aynıdır “-oku “. Köylü baba işleyecek tarla, sağacak inek bırakmadan elindekileri satarak evladını okutmaktadır. Şüphesizki bu sevindirici bir durumdur ve okumuş zümreye taze kanlar, farklı fikirler ve değişik dünya görüşleri olan insanlar intisap etmektedir. Peki bu durum eskiden beri süregelen Halk – Münevver ayrımını yeniden hortlatırmı ? Kanaatımız iyi yönde olacaktır. Yani toplumumuzun uzun süre yaka silktiği bu duruma zannımızca düşmeyeceğiz. Nedeni ise her tabakadan ve farklı yaşantıların içinden parlayacak olan okumuş kesim, halkı hakkıyla anlayacak ve eski yanlışa düşmeyecektir.
Netice-i kelam; Eskiden beri elit kesimin elinde olan Münevverlik bugün itibarıyla halkın içine teşmil edilmiştir. Bu durum geleceğimiz için parlak yollar açacaktır.
Dil Sorunu
Şüphesizki inkılapçıların dil üzerinde yaptıkları ameliyat ve ortaya çıkan dil Erol Güngör’ünde dikkatini çekmiş ve üzerinde düşündürtmeye sevketmiştir. Bu sorunu ” Bir adım ileri iki adım geri ” makalesinde ortaya koyan yazarı, başlığımız itibarıyla bugüne alıp onun perspektifinden günümüz Türkiye’sinde dil problemini irdelemeye çalışacağız.
Küreselleşme rüzgarının tüm dünyayı kasıp kavurduğu şu günlerde doğuyla batı, kuzeyle güney yada Asyayla Amerika gibi çoğaltılabilecek her mekan bir diğer mekanla etkileşim içindedir. Bu etkileşimin hızı belki mekandan mekana farklılık gösterebilir lakin bizim asıl ele almamız gereken nokta etkileşim, etkileşimin ihtivası, etkileşimin sonucu ve etkileşimin yönleridir. Asyalı olmakla Avrupalı olmak arasında, müslüman devleti sayılmakla, laik avrupa devleti olmak arasında, ortadoğu zihniyetiyle avrupai düşünme arasındaki ikilem içinde bocalayıp duran Türkiye bu etkileşimi hangi ölçüde hissetti ? Sorumuza cevap vermeden önce Türkiyenin hangi Medeniyet dairesi içinde bulunduğuna bakalım.
Dünya üzerinde kalabalık teşkil eden her unsur kendine ait bir kültür ve medeniyet inşa etmiştir. Şüphesizki her kalabalık inşa ettikleri kültürün ve medeniyetin vasıfları bakımından, dünya görüşleri açısından, yaşayış farkından dolayı kendilerine medeniyetin çizgisini ve sınırlarınıda belirlemişlerdir. Bu çizgi yani çizginin içinde kalan topluluk hayatını idame ettirirken çizdiği çizgi sınırlarınca yaşamış, kendi hayatlarına yön vermişlerdir. Şimdi bu çizginin yapısına göre medeniyetimizin durumuna bakalım.
Medeniyet tasnifini Prof. Dr. Ahmet Davutuğlunun tasnifiyle açıklayacak olursak, İslam medeniyeti ” Güçlü ve Esnek medeniyet ” dairesi içinde teşekkül etmiştir. Buradaki ” Esnek ” ölçütü kendi daire sınırlarımıza gelen yabancı medeniyet unsurlarının elekten geçirildikten sonra kendi medeniyet bünyemize alınabilecek bir yapıda olduğunu ifade eder. Dolayısıyla bu esneklik ölçütü medeniyetimizin diğer medeniyetlerle olan alışverişinde önemli rol oynar. Bu esnekliğin örneğini tarihimizde defalarca kez müşahede etmiş bulunmaktayız. Özellikle Tanzimatla beraber batıdan iktibas ettiğimiz fikir, teknoloji, sanat ilh. medeniyetimizce kabul edilmiş, medeniyet bünyemizde eritilmiştir. Burada şöyle bir soru karşımıza çıkabilir. Batılılaşmaya karşı türlü isyanların vuku bulması, türlü eleştirilerin gelmesi medeniyetimizin esnek olmasına ters değilmi ? Ya da , madem Medeniyetimiz esnek o zaman niye karşı çıkıldı ? Bu soruları bir örnekle açıklayalım. Güçlü ve Yerel bir medeniyet olan Çin medeniyeti bugün hala kendi alfabesini kullandığı gibi yine kendi ürünü olan malları kullanıp, geçmişten tevarüs ettiği fikirlerle düşünür. Çünkü sert bir medeniyettir. Ama Felsefe dersinde Yunanın filozofunu, Edebiyatta Rus’un puşkinini okur, Resimde İspanyolun Picasso’sunu inceler. Yani sert medeniyet olması onun diğer medeniyetlerden etkilenmediği anlamına gelmez. Sadece esnek olan Türk İslam medeniyetine nazaran çok daha az şeyler iktibas etmiştir. Bunun gibi Türk İslam medeniyetide esnek olmasına rağmen bazı iktibas edilenleri eleştirmiştir.
Medeniyetimizin esnekliğini irdeledikten sonra günümüzdeki dil problemini ele alabiliriz. Küreselleşen dünya neticesinde dilimiz hayli yabancı kökenli kelimelerle karşılaşmış ve medeniyetimizin esnekliği bu kelimeleri dilimizin içine sokmakta bir beis görmemiş ve hala görmedende devam etmektedir. Bugün esnaf reklamlarından kamyon arkası yazılara kadar yabancı kelimelerin etkisini görüyor, ayrıca dikkat çekmesi için özbeöz Türkçe kelimenin yabancı kelimeyle karıştırılıp nasıl gayr-i meşru bir yozlaşmanın olduğunu üzüntüyle müşahede ediyoruz. Kasketli bir köylünün lokantanın tabelasına bakıp kafasını kaşıması ne kadar acı bir durumdur. Yazıyı yeni söken bir çocuğun sokakta ilk okuduğu kelimelerin kültürümüzden uzak kelimeler olması hepimizi düşündürmesi lazımdır. Lakin düşünmek için rahatsızlık gerekir. Fikirlerin rahatsız olması gerekir ki böylece düşünebilelim. İşte filmin koptuğu yer tamda burasıdır. Rahatsızlık, ardından düşünmek. Bugün rahatsız olmamız gereken sorunların en başında dil problemini sayabilmeliyiz. Çünkü bu problem hızla yayılıyor ve halk tarafından herhangi bir tepki maalesef gelmiyor. Gelsede kişilerle sınırlı kalıyor ve saman alevi mesabesinde etki edip boşluğu dövmekten başka bir işe yaramıyor. Bu sorunu halka yaymalı bir şekilde bilinç çalışması yapmalıyız. Ama, herşeyden önce bu problemi sorun etmeliyiz. Çünkü sorunlar birilerinin onu sorun olarak görmedikleri taktirde sorun olarak kalırlar.
Zihinlerdeki Milliyetçi tasavvurları
Bugün kendini milliyetçiliğe adamış bireyin kendini tanıması birinci önceliği olmalıdır. Ardından ise kendisinin halk nezdinde ne olarak görüldüğü ayırdına varması gerekir. Milliyetçi camia tarafından ister kabul edilsin, isterse görmezden gelinsin halkın gözünde kendini Milliyetçi gören insanlar şu şekillerde algı oluştururlar.
1- Halktan uzak elit Milliyetçiler = Tabiri caizse bu tür Milliyetçiler kendilerini vatanın kurtarılması ve milletin selameti için beklenen Mehdi olarak görürler. ” Halk, Millet, Toplum ” kelimelerini çokça kullanmalarına rağmen bir kahvehanede oturup siyaset muhabbeti yapmamış insanlardır. Okurlar, bazende yazarlar. Lakin bazen hatta çoğu zaman yazdıklarıyla yaşayışları aykırılık oluşturur. Bu tip Milliyetçiler, Halk nazarında bir itibar kazanmamışlardır, kazanamayacaklardır.
2- Halktan uzak fakat halkın tamda içinde olan Milliyetçiler = Bu tür Milliyetçiler gündüz herhangi bir dünyevi iş ile uğraşıp akşamları meselelere kafa yoran insan topluluğudur. Halk ile iç içedir. Fakat inandığı meseleleri etrafına anlatırken kelime kalıplarına takılır ve fikirleri kalıpların dışına çıkamaz. Bu tür Milliyetçilerin ikna yöntemi ya zayıftır, kuvvetliysede çabuk geçicidir. Halk üzerindeki genel izlenimi ise olumsuzdur.
3- Şovenist ( Saldırgan ) Milliyetçiler = Bu tür Milliyetçiler kendilerinin tehlike olarak algıladığı her durumu kaba yöntemlerle çözmeye çalışan insanlardır. Bu camianın çoğunluğunu genç Milliyetçiler oluşturur. Aidiyet duygusu hissettikleri kurum altında hiyerarşik bir nizamla örgütlenmişlerdir. Onlara göre yapılacak en iyi iş elde sopayla vatan bekçiliği yapmaktır. Bu vatan için ne yaparsın sorusuna “-Canımı veririm ” derler. Başka diye bir soru yöneltildiğinde “-Canımızı veriyoruzya daha ne yapalım ? ” diye serzenişte bulunurlar. Belirli kıyafet kombinleri ve traş şekilleriyle kendilerini gösterme çabası içindedirler. Toplandıkları zaman içgüdüsel olarak slogan atarlar ve gariptirki bu eylemin önüne set çekemezler. Bu tür Milliyetçilere karşı toplum tarafından iki türlü bakış açısı vardır. Birincisi ; Devleti, Milleti, toprağı yada Kültürü tehtit eden olaylara koydukları tepki yüzünden bu gruba bazı zümreler sempatiyle yaklaşır. İkinci yaklaşım ise aşırılıkları ve başkalarını hor gören tavırları yüzünden maalesefki menfidir.
4- Orta asya hayranı olan tarihsel Milliyetçiler = Bu grup diğer gruplara nazaran kendi kabuğu içindedir. Yani ne Halk ile ne de diğer Milliyetçilerle fikir alışverişinde bulunur. Sayıları nisbeten daha azdır. Bu zümre, eskiden A dan Z’ ye herşeyin çok daha güzel olduğunu düşünüp geleceğide eski bir nizamla tanzim etme çabasındadırlar. Fikirlerindeki tuhaflık ve acayiplik yüzünden bazen kendi aralarında dahi tartışabilirler. Orta Asyadan göç ettikten sonra atalarının kabul ettiği çoğu şeye karşıdırlar. Belirli yazarlar okuyup belirli müzikleri dinlerler. Halk nazarında ise bu milliyetçiler uçuk fikirleri olan delilerden başkası değildir.
5- Pantürkizm (Turancılık) idealini savunan Milliyetçiler = Bu ideal diğer gruplarda da olmasına rağmen bu grupta daha ağır basar. Turancı Milliyetçilerin idealleri tüm Türkleri tek bayrak altında toplamaktır. Onlara göre Turan birliği gerçekleştimi Türk devletlerindeki tüm sorunlar çözülecek, dünyada nerede bir mazlum sesi varsa Türkün eli oraya ulaşacaktır. Bu tür milliyetçilerin hayal dünyaları geniş olduğundan dolayı Milliyetçi edebiyatçılar bu zümreden çıkar. Zaten Edebiyata en çok önem verende bu zümredir. Genelde fikirlerini savunurken karşı tarafı pek dinlemezler ya da kaale almazlar. Bu sebepten ve birazda hayalperest olmalarından ötürü üzerlerindeki bakış olumsuzdur.
6- Orta yolda olan sosyal Milliyetçiler = Bu grup yukarıda sayılan her zümrenin tam ortasındadır. İdeallerini ve fikirlerini kitap okuyarak kazanır, halkla veya kendi aralarındaki sohbetlerle düzenler ve düzenledikten sonrada ortaya çıkan fikrini körü körüne savunmaz. Ne konuştuğunu çoğu zaman bilir. Farklı fikirlere saygılıdır. Genelde cana yakındırlar. Bu yüzden halkın gözündeki ideal milliyetçiler bunlardır.
7- Orta yolda olan halktan kopuk Milliyetçiler = Bu zümre bir önceki grup gibidir. Yani okur, fikir sunar, kısmen yazar lakin halkla içli dışlı değildir. Tabiri caizse işin teorik yönünü bilir pratiğini bilemez. Fikirleri kalıplarda değildir. Her zaman kendilerini eksik hissederler, her fikre saygılıdırlar. Bu tür Milliyetçiler eğer halka biraz daha yakın olsa ideal milliyetçi profiline uygun bir grup olacaklardır. Ama yinede bazı zümrelerin bakışları olumludur.
8- Kendisinin ne olduğunu bilmeyen Milliyetçiler = Bu tür Milliyetçiler hakikatende nasıl bir çatı altında olduğunu görmeyen, göremeyen yada görmek istemeyen gruptur. İki zümre olarak bakılabilir. Birincisi siyasi rey kazanmak yada çıkar elde etmek için Milliyetçi kisvesine bürünen gruptur. Bu insanlar ağızdan çıkan Milliyetçi sözler dışında Milliyetçi değillerdir. Tabiri caizse bukalemun kompleksiyle renk değiştirirler. Genelde güzel konuşurlar ve ikna etme kabiliyetine sahiptirler. İkinci grup ise hiçbir çıkarı olmadan Milliyetçiyim diyen fakat ertesi günü fikirlerini değiştirebilen gruptur. Bazı insanlar meşrebi gereği bu grubu oluştururlar. Çünkü arayış içindedirler. Kalpleri asla mutmain değildir. Her iki zümreninde halk gözündeki değeri olumsuzdur. Fakat birinci grubun büründüğü Milliyetçi kisveyi farkedemeyen bazı çevreler bu gruba sempati duyar hatta o kadar ifrad ederlerki tapma derecesine dahi varırlar.
Bu yaptığımız incelemelerin ve tasniflerin neticesinde Milliyetçilerin üzerindeki bakışların olumsuz olduğu görülmektedir. Sebeplerini her grubun altında açıklamaya çalıştık. Daha onlarca neden sıralanabilirdi. Fakat sonucun yine olumsuz olmasından başka bir sonucun çıkmayacağı gerçeği bugünün Milliyetçilerini karamsarlığa itmesinden başka bir işe yaramayacaktı. Bugün bize düşen karamsarlığın aksine ümitle, Akifin ümidiyle dört elle davaya sarılmaktır. Sonra meselelere kafa yorup halk nazarında önce kendimizi, sonra bakışları düzeltmek olmalıdır.
Kaybolan Milliyetçiliğin içinde tam da biz vardık
Bugün Türkiyemizde “-Nerde o eski bayramlar” diye özlemavi bir söz vardır. Bunun gibi daha nice sözler ise düşüncelerde mündemiçtir. İnsan doğası gereği eskiyi özler. Çocukluğunu, eski evini, dedesini yada ilkolunu özlemle yad eder. Bugünün Milliyetçileride eski Milliyetçiliğe ve Milliyetçilere hayranlıkla bakarlar. Bu insan olduğumuz için doğal bir reaksiyon mu ? Yoksa hakikatende bugünün Milliyetçiliği eskinin Miliyetçiliğine kıyasla matah halde mi ? Cevabımız ikincisidir. Öncelikle neden birinci cevap olmadığını açıklayalım.
Milliyetçilik bir dünya görüşü, savunulan, inanılan bir akidedir. İnsanın özlemleri daha çok tadılan, yaşanılan durumlarda belirti gösterirki Milliyetçilik soyut bir gaye olmasından ötürü özlenilen bayram yada ilkokul gibi birşey değildir. Birde geçmişte kalacak bir yanı yoktur. Çünkü canlı bir organizmadır. Mesela bir bayramı geçen senenin bayramı, on yıl öncesinin bayramı gibi kesin çizgilerle ayırabiliriz fakat Milliyetçilik kesin çizgilerle ayrılmaz. Sürekli gelişme, sürekli terakki içindedir. Bu yüzden özlenmesi doğal bir reaksiyon olamayacaktır. Şimdi cevabımıza gelelim.
Tüm ideolojilerin ortak noktası bir hedefle yaşamalarıdır. Kendilerine ait çizgisi ve kalıplarıyla zihinlerde bir yer tutarlar. Hedefe ne kadar yaklaşılırsa o ideoloji amacına ulaşma eğiliminde başarılı bir yol katetmiştir. Aksi ise başarısız olduğu sonucunu doğurur. Bu başarısızlık oldukça ideologlar eskiye dönüp tekrardan hedeflerini yanlarına alıp ilerlemeye çalışırlar. Tekrarında ise tekrar tekrar ve tekrar dönerler. İşte eskiye hayranlıkta burada başlar. Her başarısızlık eskiye hayranlığı getirir. Çünkü ideolog başarısız oldukça kendisini eskiye karşı mahcup hisseder. Hele birde eskide kalan ideolaglar başarılıysa ve başarıları efsaneleşmiş ise bu mahcubiyet, hayranlık ve özlem daha çok artar. Dahası ideolojinin yolunu çizenler ve hedefi ideolojinin ana gayesi yapanlar başarısız ideoloğa dair bir kaç öngörüde bulunmuş ondan bir şeyler istemişse o zaman bu ideolog kahrolur, elleri bağlı kalakalır. Özetle şunu diyebiliriz ki; bir ideoloji hedeflerine şu veya bu sebeplerle ulaşamamışsa geçmişe özlem duymaya başlar.
Eski milliyetçiler denildiği zaman çoğu kimse günümüzdeki Milliyetçilerle eskisini kıyaslama yoluna gidecektir. Çünkü günümüz Milliyetçileri eskilerine nazaran matah haldedir. Bunun örneğini siyasi olsun, ilim olsun, sosyal yaşantı olsun her alanda görebiliriz. Örneğin ilk Milliyetçiler çağın şartlarına göre fikir üretirken günümüz Milliyetçileri eskilerin fikriyle düşünür. Hatta kimisi batının zihin dünyasını kabullenmiş, kimiside kabullenme yolunun yolcusudur. Düşüncelerimizi burada sona erdirirken Milliyetçiliğin ve Milliyetçilerin vatan için hayırlı işlere ön ayak olmasını yüce Allah’tan temenni ediyorum.
Yeni bir tabir: ” Dayıizm”
Osmanlıyı yıkan sebeplerin arasında sayılan beşik ulemalığı, iltimas ve rüşvet acaba bugün hangi ölçüde ?
Sorumuza cevap vermeden önce saydığımız bu habis fiillerin cihan devleti Devlet-i Osmanlıyı yıkan sebeplerden olmasına özellikle dikkat etmenizi istirham ediyorum. Biz adelet anlayışının vicdanlarda hüküm sürdüğü bir ırktan geliyor ve mukaddes kitabında “- İşi ehline verin, adeletle hükmedin ” gibi öğütler veren bir dine inanıyoruz. Tarihimize baktığımızda da bunun apaçık tezahürlerini göreceğiz. Osmanlının son dönemine kadar bazı küçük istisnalar vuku bulmuşturki bunlar şaşar olan beşer göz önüne alındığında doğal bir vakadır. İstisnalar kaideyi bozmayacağına göre diyebilirizki bizim medeniyetimizde adeletsizliğe gidecek tüm fiiller engellenmeye çalışılmıştır. Hakikatende bu savımızı destekleyecek türlü hadiseler tarihimizde vaki olmuştur ki Osmanlıdaki kadıların halkla kaynaşıp herhangi bir rüşvet almamaları, adeletsizlik terazisinde ölçüyü kaçırmamaları için yerlerinin sürekli değiştirilmeleri buna örnektir. Oldukça başarılı ve sistemli halde giden bu nizam türlü sebeplerle Osmanlının son döneminde iflas etmiştir. Ana konumuzdan sapmamak için bu sebepleri zikretmeyeceğiz.
Ele aldığımız konu itibarıyla Osmanlının son dönemindeki olumsuz fiiller bugün ne durumda işlevsel ? Üzülerek ve tiksinerek söylüyoruzki bugün yukarıdaki fiiller hiç eksilmeden hatta ifrat derecesine varmakla devam etmektedir. Rüşvete ve adam kayırmaya ( buna Dayıizm diyebiliriz ) bulaşmadan mevki sahibi olan yada bir üst merhaleye yükselen insan yok denecek kadar azdır. Bu düşündürücü durum tüm sakıncalarıyla toplumun her tabakasına nüfuz etmiş, her bireyi bir şekilde içine almıştır. İşin kötü yanı toplum kanıksamaya başlamış, sıradan birşey gibi sürekli bu yönteme müracaat eder hale gelmiştir. Düştüğümüz durum hakikaten vahim ve iğrençtir. Bugün herhangi bir girişimci bir iş için kafasında bir plan çizipte başkasının fikrine müracaat ettiği zaman karşılaştığı ilk soru ; “-Dayın varmı ? ” sorusudur. Eğer girişimcinin çevresi etik kurallara riayet edenlerden oluşuyorsa bu sorunun ilk kişiden değil ikinci yada üçüncü kişilerden gelmeside ayrı bir düşünmemiz gereken noktadır. Hakikaten bu savımızı destekleyecek türlü örnekleri bugünün Türkiyesinde sarahaten görebiliriz. Her kurumda olan bu kötücül fiillerin Adelet kurumunun sistemine bulaşması ne acıdır. Kalpleri onarmak, vicdanlara seslenmek, dini öğütleri teşmil etmek ve kötücül fiilleri toplumun sisteminden defetmek gibi kutsal amaçları olan din kurumunun her kademesinde, kötücül fiillerle yükselen insanları görmek nasıl bir mantığın izahıdır. Şu açık bir şekilde anlaşılmalıdır ki bizim sorunumuz batıyla değil bozulan düzenimizle olmalıdır. Ayriyeten kavgamız batının kafasıyla değil kendi kafamızla olmalıdır. Bu demek değildirki Batı günlük güneşlik ondan ne gelirse alalım, hayır aksine batı bataklıktır ve bizde batının bataklığına saplanmaya başladık.
Sanatta ele alınan adeletsizliklerle Dünyaya bakmaktan, Türkiye’nin durumunu göremez hale geldik.
Bugün Dünya Klasiklerinin çoğu adeletsizlik, eşitsizlik, zorbalık, sınıf ayrımı, işkence, siyasi istikrarsızlık, ezilen sınıf, fakirlik vs. konuları işler. Dikkat edelimki Ele aldığımız her klasik kitabın konusu bir hak meselesi ve hak arama mücadelesi içerisinde savrulur durur. Bizim romanla geç tanışmamızı işte bu sebebe bağlayabiliriz. Yani bizde ezilen bir zümre yoktu. Adalet, padişahı mahkemenin önünde el pençe durduracak kadar kuvvetliydi. Bu yüzden roman bizde ortaya çıkmamış, toplumun olumsuz yönde değişmeye başlamasıyla hayatımıza girmiştir. Böyle bir giriş yaptıktan sonra fikrimize gelelim.
Bugün dünyanın adeletsizliğini anlatan bir edebi esere hayran hayran bakıyoruz. Orhan Gencebay’ın “Batsın bu dünya” şarkısını şevkle dinliyor, Sudan’daki çocuğun ölmesini bekleyen akbabanın resmini inceleyerek dünyaya nefretle bakıp, belkide sinkaf ediyoruz. Fakat kapı komşumuzdaki yada şehrin bir mahallesinde böyle bir görüntünün var olduğunu bildiğimiz halde hiçbir şey yapmıyoruz. Dahası kapı komşumuzun perişan halini umursamıyoruz. Kimsesiz çocuklar yararına düzenlenen balolara katılan sosyete kadınlarımızın bir çoğu dışarıda bekleyen gazetecilere şov yapıp, bir iki samimiyetsiz gözyaşı dökmek için can atıyor. Aynı şekilde koca göbeğinin üzerine ellerini bağlayan adamın açlıktan kemikleri birbirine geçmiş çocuğu üzülerek anlatması hangi ironi kategorisinde bulunuyor ? Aynı adam evine dönerken kırmızı ışıkta durduğunda camını temizlemeye gelen çocuğu acaba hangi sözle azarlayıp gönderiyor ? Sonra “- Vay efendim Dünya şöyle, Dünya böyle ” Zikrettiklerimizle yaptıklarımızın arasındaki tenakuz hakikaten vahim bir durumdur. Eğer fikirler fiile dökülseydi bu zamana kadar o kitaplar yazılmazdı. O fotoğraf çekilmez, o manzaralarla tekrar tekrar karşılaşmazdık. Artık sanatın gösterdiği gözlüğü çıkarıp çıplak gözle etrafa bakmamızın vakti geldi. Hatta geçti, çok çok geçti.